[1] Hem Stéphane Hessel , hem de Gilles Deleuze
Ulvi Yaman & Özgür Uçkan
Çeşme/Paris
Direnme yalnızca insanlar için değil tüm canlılar için doğuştan ölüme kadar süregelen varoluşsal bir eylemlilik halidir. Temel güdüsünü “hayatta kalma” ile tanımlamak mümkün. Söz konusu “insan” olduğunda ise “hayatta kalma”nın yanına insanın doğasını baskı altına almaya yönelik toplumsal dayatmalar ve öğretiler karşısında “birey” olma mücadelesiyle de kendisini gösterir. Topluma uyum sağlarken/sağlamak zorundayken, kendi öz benliğini ve kişiliğini oluşturma/koruma var etme bağlamında diğer canlılardan farklılaşır. Aynı zamanda toplumsalı yaratan kurallar bütününe, onun yapaylığına karşı, doğal olanı savunma biçimidir. İçinde eridiği, benzeştiği yapı içerisinde “ayrık” noktalarıyla var olma çabasıdır. Benzeşen ama ayrışan. Tıpkı sanatsal anlamda olduğu gibi, gördüğünü, bildiğini, kendisine dayatılanı yapısöküme uğratıp, yıkıp, yeniden var etme biçimidir. Direnmek bir kültürdür. Direndikçe kendi kültürünü yaratabilmek, dayatılan kültürü değiştirmektir. Başka türlü bir hayatın varlığına işaret ve inşası için hareketlilik anlamına gelir. Toplumla uyum mücadelesindeki çelişkiden kendini var etme çabasıdır. İnsanoğlu/kızının doğayı tüketme, tüketmek için karşı çıkma, kendini üstün ve haklı görme ediminde, doğaya karşı kendi sistemini meşrulaştırmasının ideolojik temellerini oluşturmak için birer araç olan her türlü kanun, kural ve ahlak, yapay ve sonradan üretilme olduğu için temelinde, ”doğa”ya aykırıdır. Kurulan her düzen, eskisine/bir öncekine göre kanun dışıdır. Düzen her değiştiğinde, yeni olan, diğerlerini karşıt koşar, kanun ve ahlak dışı olarak kabul eder. Karşıda olan/kalan, eylemlilik hali olmasa bile her zaman potansiyel taşıdığı için gayrimeşru olma eğilimiyle sistem için aynı zamanda tehlikedir de. Sistem dışı, dolayısıyla yasa dışı olma kavramı, eylemlere, ideolojilere, kişilere göre değil iktidara göre biçimlenir, “meşru”luk hakimiyetin çerçevesinden belirlenir. İnsan yapısı yasalar, doğaları itibariyle keyfi ve baskıcıdır. Yasalar insanların farklı/biricik eylem biçimlerini tek biçimli evrensel standartlara indirgemeye, tek tipleştirmeye çalıştıklarında zorbalığa başvurmaları kaçınılmazdır. Öte yandan sistem varlığını ve meşruiyetini sürdürebilmek için karşıtını yaratmak zorunda olduğundan, eş zamanlı olarak buna direneni/direnenleri, bunları yaratacak toplumsal koşulları sürdürerek, onları yeniden üretir ve çoğaltır. Temelde bir eylemlilik olan direnme, sistem ve insanoğlu/kızı arasındaki bu tezatlıkların dışavurumu, doğal olan, dolayısıyla gerçek olan ile insan aklıyla üretilen/türetilen, dayatılan, gerçek olmayan gerçeklik algısı arasındaki çatışma, direnmenin çıkış noktasını oluşturmaktadır. Direnme kelime anlamıyla, mevcut durumu korumak anlamında gözükse de aslında bir yıkım eylemidir.
Sistemin karşıtını yaratarak direnişi üretmesi, sistemin dönüşmesini de beraberinde getirdiğinden, bu sürece bir “direniş diyalektiği” adını vermek mümkündür. Nitekim direnişin insan doğasına içkin halinin izlerini, Hegel’in ünlü köle – efendi diyalektiğinde de sürmek mümkündür. Marx’ın diyalektik materyalizminin oluşumdaki rolü de hesaba katılırsa, bu “direniş diyalektiği”nin önemi daha iyi anlaşılır. “Tinin Fenomenolojisi”nin ünlü cümlesi praksis (eylem) felsefesinin temelini kurar: “İnsan özbilinçtir, ve özbilinç ancak bir başka özbilinç için var olduğu ölçüde vardır.” Yani insan “ben” demeden insan olamaz. Bunun için de bir başka “ben”e ihtiyaç duyar. Diğer özbilinçlere karşı kendisini kabul ettirmek için ölesiye bir savaşa girer; işte bu savaş köle ve efendi arasındaki savaştır. Hegel’e göre, “kendini kabul ettirme” isteğinin yol açacağı eylem, bilinçler arası ilişkinin bu aşamasında, savaştan başka bir şey olamaz. O halde, özbilincin doğuşu kaçınılmaz olarak özbilinçler arası ilişkiden geçecek ve bu ilişkinin ilk biçimi, yine kaçınılmaz olarak, “kendini kabul ettirme uğruna savaş” olacaktır. Hegel’in ünlü Köle-Efendi diyalektiği, işte bu savaşın ve sonuçlarının diyalektiğidir. İlk insan yalnızca bir insan değildir; o ya bir köle ya da bir efendidir. İnsanlar arası ilişkinin tarihi ve yine oradan geçen, insan-doğa ilişkisinin tarihi, aynı nedenle, köle ve efendinin birbirini, karşılıklı olarak etkilemelerinin tarihi ya da Köle-Efendi diyalektiği şeklinde oluşacaktır. Böylece, aynı tarihin sonu da, şimdiden saptanmış durumdadır: İnsanın köle ya da efendi olmak bakımından belirlenmediği, ama insan olarak kabul edildiği an. Hegel’e göre bu an, felsefenin başından beri amaçladığı ve orada, insanların artık kendilerini ve birbirlerini birer insan bireyi olarak kabul ettikleri evrensel uzlaşım anıdır. İşte direniş bu noktada devreye girer. Direniş, yani olumsuzlama, yani tarihi ilerleten praksis… Hegel’e göre efendiliğin tarihi yoktur, tarih yalnızca köleye aittir. Çünkü efendinin insanca tek eylemi savaştır ve onun bu amaçla kullanacağı silahların değişiminin, gelişiminin tarihi bile kölenin çalışmasının tarihinden başka bir şey olmayacaktır. Tikelle tümelin sentezi, aslında, kölelik ve efendiliğin olumsuzlanması, aşılması demektir. İnsanın birey olarak değerinin, bütün tarafından, yani tümelliğin cisimleştiği alan olan devlet tarafından tanınması, kabul edilmesi ve aynı şekilde, devletin temsil ettiği tümelliğin her bir birey tarafından tanınması, kabul edilmesi gerçekleşmedikçe, yani kölelik ve efendilik ortadan kalkmadıkça, evrensel uzlaşım da, insanın bireysel doyumu da tam olarak gerçekleşemeyecektir. Hegel’in Fransız İhtilali’ni Tinin tarihsel hayatındaki en önemli aşamalardan birisi olarak görmesi boşuna değildir. Çünkü tarihi yapan, yani praksisi ortaya çıkaran kölenin efendiye karşı direnmesidir; ta ki ne köle ne de efendi ortada kalana kadar; sürekli bir direniş olarak tarih… Marx’ın proleter devrimi de özünde bir köleler devrimidir; Hegel’in üretimin praksis karakterine yaptığı vurgu da Marx’ın üretici güçlerin, yani proleteryanın devrimci rolüne yaptığı vurguyla birleşir. Yani tarihi yapan, uygarlığı yaratan sürekli bir direniş diyalektiğinden başka bir şey değildir. Bu direnişin tarihsel anları, yani ideolojileri olabilir; ama direnişin sürekli karakteri onu varoluşsal bir şey haline sokmaktadır. Nitekim Sartre Hegel’i ve Marx’ı böyle okumuştur. Her üçü için de direnmek sadece meşru değil, aynı zamanda zorunludur, aksi takdirde hiç bir şey vuku bulmaz.
Direniş mantığının olumlanması bakımından Batı uygarlığı baktığımızda ise, Fransız İhtilali’ne kadar pek elle tutulur bir şey göremeyiz. Tarihsel süreçte Calvin’in ve Spinoza’nın Tanrı-Kral ikiliğinin kutsallığından hareketle günahla bağdaştırdığı ve ne olursa olsun reddettiği direnme hakkını, yine en büyük güç olan Tanrı’ya atfeder, eğer bir haksızlık varsa bunu düzeltecek olan yine ve salt Tanrı’dır, insan değil. Krala yani otoriteye direnmek aynı zamanda Tanrıya direnmek olacağından kesinlikle reddedilir. 1572 yılındaki Katoliklerin Protestanları katlettiği Saint Barthelemy Kıyımı’nı takiben, özellikle Protestanlar açısından başlayan dönüşümle direnmenin meşruluğunun yasal zemini oluşturulmaya başlanır. Ancak ortalığın durulmasıyla birlikte sorun yok sayılmış ve ancak 17.yüzyılın sonlarında direnme dinsel açıdan değil seküler bağlamda bir problem olarak tartışılmaya başlanabilmiştir. Locke yeni ve çağdaş bir direnme biçimi olarak Kral/Kanun/Otorite ile toplum sözleşmesinin çatıştığı noktalarda meşruluğun ortadan kalkmasından hareketle direnmenin en tabi hak olduğunu öne sürer. Alt/üst kavramlarının “haksızlık” bağlamında farklılık gösteremeyeceğini savunur. 18.yüzyıl düşünürlerinden Rousseau ve Montesquieu direnme üzerinde hiç durmamış olmalarına rağmen tartışmalı hukuk metinlerinde zaman zaman karşımıza çıkan direnme kavramı, Amerikan ve Fransız ihtilallerini takiben beyanname, manifesto ve siyasal söylemlerde dayanak olarak daha sık görünmeye başlar. Zulme karşı direnme hakkı, resmi olarak ilk kez 4 Temmuz 1776 tarihli Amerikan Bağımsızlık Bildirisinde görülür ki daha sonraları bu yaklaşımı bağımsızlıklarına yeni kavuşan konfederasyon üyesi devletler bildiri ve anayasalarını alırlar.
“Hükümetler fertlerin hayat, hürriyet ve mutluluğa erişmek gibi tabii ve devredilmez haklarını sağlamak için kurulmuştur. Eğer bir hükümet bu kuruluş amacını yıkıcı bir yön tutacak olursa halk onu değiştirmek veya devirmek hakkına sahiptir.” [1]
Direnme hakkının en geniş kapsamıyla ifadesi Fransız ihtilalinin metinlerinde karşımıza çıkacaktır. 1789 bildirgesinde hürriyet, mülkiyet ve güvenlik bağlamında ele alınmasına rağmen 1793 bildirgesinde daha kesin bir dille direnme hakkının, diğer tüm insan haklarının bir sonucu olarak tanımlanır ve bireylere yapılan zulüm/haksızlığın topluma, topluma yapılanın ise onun her bireyine yapıldığını var sayar.
“Hükümet halkın haklarını çiğnendiği zaman isyan etmek halk için ve halkın her kesimi için hakların en kutsalı ve ödevlerin en gereklisidir.” [2]
Bir daha Batı Dünyasında yazılı metin, bildirge ve anayasalarda bu kadar net bir dille direnme hakkına dair bir ibareye rastlamak mümkün olmayacaktır, İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki nasyonal sosyalist ve faşist iktidarların baskısı altında bile…
İslâm siyasal doktrininde de yönetenlerin hukuku din temelli olduğundan 17.yüzyıl öncesi Batı doktrinlerinden farklılık göstermez/gösteremez. Yönetene karşı çıkmak dine, dolayısıyla Tanrıya karşı çıkmakla eş anlamlıdır. Suç olmasının yanı sıra günahtır. Ancak Batı doktrinlerinden farklı olarak yöneten/otorite din temelli hukuk/yasaya kendisi de uymak zorunda olduğundan ve bırakın değiştirmeyi korumakla yükümlü olduğundan bu bağlamda bireylerle aynı konumda yer almak zorunda kalır. İtaati hak etmesi için iki şarta gereksinim duyar, meşru şekilde başa geçmek ve adaletle hükmetmek. Aksi halde itaat iddiasını kaybedecektir. Ancak bu noktada bir “direnme hakkı”ndan bahsetmek mümkün olabilecektir. Zaman içerisinde “saltanat” düzeni yapısal anlamda meşrulaştıkça, meşruluk kavramı önemsizleşerek, adalet kavramı daha önem taşıyan bir hale gelir. Bu noktayı takiben İslam siyasetinde Kur’an ve Hadislerden temel alan “direnme”ye ait iki yaklaşım gözükmektedir. Birincisi “Devrimci İsyan” –ki meşruluğunu Kur’andan ve iyilik/kötülük kavramları ve kötülüğü emredene kuvvet kullanma ilkesine dayanır, ikincisi ise mevcut sistemi koruyarak hakların savunulması, düzenlemelerin dayatılması, yani “Sabır Ekolü”. Batı düşüncesine daha yakın olan bu ikinci görüşte zulme uğrayan “sabır” eder ve zulmedenin cezası yine otoritesini aldığı/kullandığı en yüksek güç Tanrı’ya havale edilir. İsyanın olası maddi ve manevi sonuçları değerlendirilerek verilen bu karar, temelini dinden almasına rağmen bu dünyadaki sahip olunan şeyleri tehlikeye atmamak, Tanrının ve kutsal kitabın öngördüğü düzeni sorgulamamak, tartışmaya açmamak ve statükonun korunması anlamında pragmatik bir yaklaşımdır. İsyan ya/yada Direnme otoritenin –dolayısıyla Tanrı’nın, saygınlığını ve güvenirliğini tehdit ettiği gibi aynı zamanda dini ve onun dünyevi kurallarını da sorgulatabileceği için özellikle kaçınılır.
Zulüm/otorite Müslümanlar için farklı bir dinin egemenliği altında olunduğunda İslam hukuk ekolü ikilemde kalır. Kimisi dini vecibeler bağlamında “hicret”i önerirken kimisi ise “zaruretler haramı helal kılar” ilkesinden hareketle bulundukları yerde İslam’ı yaşatmayı öngörür. Pasif direnme, iyilik ve meşru zemin bağlamında özendirilir. Adalet yine en yüksek otorite olan Tanrı’ya havale edilir.
“Direnme hakkı” ise çağdaş insan hakları hukukunun önemli eksenlerinden biri olarak karşımıza çıkar. “Direnme” günümüzde bazı anayasalarda hak olarak üstü kapalı gözükse de temelini yine meşruluktan ve adalet kavramından almaktadır. Otoritenin “meşru” olması ve “adalet” kişilere, toplumlara, tarihsel süreçlere ve konjonktüre göre değişiklik gösterdiğinden kimin, kime karşı direnmeye hakkı olduğu netlik kazanamamaktadır. Anayasa gibi, kanun ve kuralları meşrulaştıranın, yani kanun koyucunun yine mevcut sistemdeki “otorite” olduğunu da göz ardı etmemek gerekir. Ama insan hakları hukuku bakımından direniş hakkı, “adalet duygusu”nun zedelendiği durumlarda meşruiyetini kazanmaktadır. Bu meşruiyet ise hukukun temel ilkelerinden adalette eşitlik ve ölçülülük ilkelerine dayanır.
Buradan çok daha çağdaş bir noktaya sıçrayabiliriz. Aslında hem Fransız ihtilali hem de kökenini onda bulan çağdaş insan hakları hukuku açısından yeni bir evreye. Fransız Direniş Hareketi’nin efsanevi liderlerinden ve İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin yazarlarından olan, geçenlerde 95 yaşındayken kaybettiğimiz Stéphane Hessel, direnişin meşruiyetine ve doğasına yeni bir bakış getirdi: Öfkelenmek. Öfkelenmek de doğrudan adaletsizliğe bağlı elbette. Adaletsizliğe karşı öfke duymak ve bu öfkeyle direnişe geçmek meşrudur ve hatta zorunludur, dedi, Avrupa’da milyonlarca insanı sokağa döken, Yunanistan’dan İspanya’ya meclisleri işgal etmeye götüren bir harekete adını veren “Öfkelenin” adlı küçük kitabında[3]. Los Indignados (Öfkeliler) Hareketi böyle doğdu. Bugün İnsan hakları Evrensel Beyannamesi’nin yazıldığı günlerden çok daha büyük bir adaletsizliğin hakim olduğunu söyleyen Hessel, insanları, özellikle de gençleri öfkelenmeye ve direnmeye çağırdı ve çağrısı da yankı buldu. Ona göre, direniş öfkeden doğar. (Fransız) Direniş Hareketi’nin itici gücü öfkelenmekti. “Altın buzağı için dans -para, rekabet- bu denli (zincirlerinden) boşanmamıştı. Résistance’ın temel motifi (itici gücü), kızmak/öfkelenmekti. Özgür Fransa’nın savaşçı grupları ve Direniş Hareketi’nin gazileri bizler, gençleri Résistance’ın düşünsel/manevi ve ahlaki mirasına yeniden hayat vermeye ve (yeni kuşaklara) aktarmaya çağırıyoruz. İşlere karışın, kızın öfkelenin!”[4]
Öfkelenmek, adaletsizliğe öfkelenmek, hemen hemen bütün direniş hareketlerinin tetikleyicisi. Gezi Direnişi de böyle tetiklendi. Bir parkın kimseye danışılmadan ekonomik ve siyasi rant için yerle bir edilmesine, iktidarın nobranlığına, haddini bilmezliğine duyulan öfke bir anda yangın oldu ve tüm Türkiye’yi kuşattı. İçindeki öfke ateşini canlı tutan bir direniş hareketini durdurmak ise, en güçlü polis devletleri için bile neredeyse imkansız. Üstelik öfke öyle insani bir duygu ki, korkuyla bastırmanın da imkanı yok. Normalde asla akla hayale gelmeyecek bir direniş davranışı çıkabilir öfkeden; çünkü öfke korku eşiğini korkak iktidarların cesaret edemeyeceği kadar hemzemin kılar.
Tarihe bakmanıza, uzağa gitmenize bile gerek yok: Pencereden aşağı bakın yeter.
Direnmek yaratmaktır. Çünkü direnmeden insan olamazsınız, insanın ayırt edici yeteneği ise yaratmaktır. Direniş ideolojik değil varoluşsaldır. Çünkü yaratıcıdır… Deleuze “direnmek yaratmaktır” derken, sadece Gezi’ye de slogan olmuş şu veciz sözü kast etmiyordu: “İktidar hayatı hedef aldığında, hayat iktidara direniş olur”. Kastettiği aynı zamanda şuydu: direnişin politikası aslında şimdiki zamanın politikasıdır. Çünkü yeni yaşam tarzlarını yaratmak şimdiki zamanı dönüştürmekle, şimdiki zamana direnmekle mümkündür. Sadece kapitalizme, neoliberalizme direnmek değil; direniş onların ötesine geçebildiği ve şimdiden onların ötesindeki birçokluktan beslendiği için yaratıcıdır. Direniş kapitalizmin ötesini gösterdiği ölçüde yaratıcıdır.
Antonio Negri ve John Hardt’ın “çokluk”la[5] anlatmak istediği yaratıcı direniş diyalektiği tam da budur: Bir tür “yaratıcı materyalizm” olarak politika, sanat yoluyla “hemen şimdi deneyimlenebilecek” “çok somut bir ütopya” yaratabilir. Direniş, direnişçilere sunduğu yaratıcı çokluk deneyimiyle, “burada ve şimdi” içinde bir “daha değil”i yaşamayı mümkün kılar. Ernst Bloch’un “daha değil”i, yani tarihin gözünü diktiği devrimci ütopya, direnişin deneyimi içinde, burada ve şimdi yaşanabilir hale gelir. Bu yüzden yaratıcıdır direniş.
Direniş sanattır. Eseri hayat ve toplum olan bir sanat…
Öfkenizi kaybetmeyin, atıl olursunuz…
Özgür Uçkan & Ulvi Yaman ortak imzalı bu yazı 2013 yılında Null Dergisi, “Direnmenin Otopsisi” başlıklı sayısında yayınlanmıştır.
[1] Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi
[2] 1793 Fransız İhtilali Bildirgesi
[4] Stéphane Hessel, http://goo.gl/1TJ0QY