Telif hakkı mı? Boş versene…

0
98

Kitap pahalı mı? sorusuna cevap olarak daha önce “Kitap pahalı değil sen ucuzsun…” başlıklı bir yazı yazmıştım. Madem Reportare’de “Kütüphanem” diye bir bölüm açtık, biraz daha kitap konuşmaya devam edelim.

1984 yılında altmışlı yılların sonlarında Whole Earth Catalog’u kuran ve teknolojinin baskıcı olmaktan ziyade özgürleştirici olabileceğini savunan yazar Steward Brand “Hacker Konferans’ında “Bilgi özgür olmak istiyor” diyerek aslında Telif Hakları, Fikir ve Sanat Eserleri Kanunları ekseninde sistemin artık değiştiğine dikkat çekmişti. Brand, kültürel üretim yapanların ve pazarlayanların “yeni medya ve yeni ekonomi” düzeninde, kendilerine yeni para kazanma yolları bulması gerektiğini vurgulamak istiyordu.

Şöyle demişti Brand:

“Bilgi pahalı olmak istiyor, çünkü çok değerli. Doğru zamanda doğru bilgi yaşamınızı değiştirebilir. Öte yandan bilgi özgür olmak istiyor. Çünkü onu elde etme maliyeti sürekli azalıyor. Böylece ortaya birbiriyle kavga halindeki bu iki olgu çıkıyor.”

Matbaanın icadından önce, kitaplar elle yazılıyor ve çoğaltımları da elle yapılıyordu. Bir kitabın üretim sürecinde değiştirilmesi, özet çıkartılması ya da yorum katılması çok rastlanan bir durumdu. Çoğu zaman bir kitap çoğaltılırken farklı kitaplardan da alıntılar yapılarak, yeni yorumlar katılarak “yeni”den üretiliyor ve zenginleştiriliyordu. Hatta çoğu kitap bu sayede orijinal versiyonundan daha popüler olmayı başarmıştı.

Peki ya telif hakkı?

Henüz ortaya gelmedik, biraz daha sabır lütfen.

Elle kopyalama küçük ölçekte yapıldığından ve “ticari”, endüstriyel alana dönmediğinden matbaanın icadına kadar bu iş böyle sürdü. Matbaanın icadıyla “ölçek” büyüdü, ancak bir süre daha elle çoğaltılan kitaplarla, endüstriyel üretilen kitaplar bir arada yürüdü. Zenginler elle çoğaltılan kitapları özel ve prestijli oldukları, zengin göründükleri gerekçesiyle tercih ediyorlardı. Fakirler ise basılı kitaplar pahalı olduklarından kendi kendilerine çoğaltmayı, zahmetli de olsa yapmak zorundaydılar.

“Tek sahip olduğunuz şey vakit ise, vakit nakit değildir.

1800’lü yıllarda basılı kitaplar ucuzlamaya başlayınca durum değişmeye başladı. İngiltere’de hükumetten izin almak anlamına gelerek başlayan telif süreci, ABD’deki yasal düzenlemelerin tüm ülkelere yayılmasıyla farklı bir hal aldı.

Burada gözden kaçırılmaması gereken çok önemli bir nokta var: ABD anayasasında yazarların telif hakkıyla yetkilendirilmesi, yazarları “tekel” haline getireceği için önceleri reddedilmişti.

ABD anayasasına göre tekeller, sahiplerinin iyiliği için değil, bilimin ilerlemesi için var olabilirdi. Tekeller, yazarların halka hizmet adına bir şeyler yapma isteklerini ve çabalarını motive etmek, iyileştirmek için yazarlara verilmişti. Kısaca amaç, insanların okuyabilmesi için daha fazla kitabın yazılması ve basılmasıydı.

Telif haklarıyla oluşturulan “tekel” süreci, hizmet edilecek “amaç” açısından değerlendirilmelidir. Yani “tekel” yüce, sosyal devlet çerçevesinde “halk” için kurgulanmış bir araçtır, “amaç” değil.

Aynı yıllara baktığımızda “elle çoğaltma” yapanlar da telif haklarını çiğniyorlardı. Ancak kimse onlara telif haklarını dayatmadı. Telif haklarının temelini “endüstriyel ve ticari” bir düzenleme oluşturuyordu.

Baskı teknikleriyle kitap ucuzlamaya başlayınca, “vakit, nakit” olmaya başladı. Kişisel kullanımlar için “kopyalama” hakkından, özgürlüğümüzden kendi irademizle vazgeçtik.

Ya da askıya aldık mı demeliyiz?

Günümüzde durum değişti. Yeni teknolojilerle artık kişisel olarak çok hızlı ve mükemmel kopyalar oluşturabiliyoruz. Eskiden “matbaa” gibi zamanına göre yüksek teknoloji olarak sayılan üretim araçlarına sahip ol(a)madığımız için kullanmaktan vazgeçtiğimiz özgürlüğümüzü artık geri istiyoruz.

Eskiden bu özgürlükten vazgeçmekten rahatsız değildik ve bir kenara koyabilirdik. Şimdi geri istiyoruz. Bu bizim en temel hakkımız. Napster ile başlayan süreçte “vazgeçmek” yerine bu özgürlüğümüzü tekrardan kullanmaya karar verdik. Ve savaş başladı.

Endüstriyel/Ticari kar odakları bu durumdan oldukça rahatsız oldukları için, devlet ve yönetimler üzerindeki baskılarıyla Telif Hakları konusundaki merceği kendi üzerlerinden kaldırarak bize, yani “kamu”ya çevirdiler. Telif Hakları, yazarların çıkarlarını korumak için yayıncılar üzerinde bir kısıtlama iken, yayıncıların çıkarlarını korumak için “kamu” üzerinde bir baskı ve kısıtlama aracına dönüştü. Yeni çıkan kanunların “kamu” üzerindeki telif hakları baskısını azaltması gerekirken daha da artırması, yayıncıların, bilginin tüm kullanımının kontrollerinde kalmasını istemelerinin bir sonucudur.

Medyada sürekli olarak e-kitapların çok yakın bir gelecekte, basılı kitapların yerini alacağı fikri bizlere pompalanıyor. Bu konuda çok büyük yatırım yapan firmaların bu “fikri” aşılamaya çalışmasının altında ise öncelikli olarak baskı maliyetlerinden kurtularak karlarını artırmak yatıyor (e-kitapların ucuz olduğu savının ne kadar asılsız olduğunu anlamak için internet üzerinden bir fiyat karşılaştırmaları yapmak yeterli, bakın ve kendiniz görün!)

Üstelik iş bununla da kısıtlı değil. Satın aldıktan sonra, kayıt altına alınmadan kopyalayabildiğimiz, ödünç verebildiğimiz, ikinci el olarak satıp satın alabildiğimiz, para vermeden kütüphaneden alabildiğimiz bir sistemin yerine “elektronik” olarak takip edilebilecek ve yayıncıların “haklarını” sağlamlaştırabilecek yeni bir sistem oluşturma çabasını görmek mümkün.

Üstelik uzun yıllardır oluşmuş bir kültürün sahip olduğu ve tarihsel bilinçle gelen bu “kendinde hak görme” özgürlüğünü yıkmanın çok zor olacağını fark ettikleri için, bunu yıkmak yerine, e-kitap kültürünü oluştururken bunun yeni etik değerlerini de oluşturarak, sıfırdan yeni bir ahlak anlayışı oturtmak çok daha kolay ve etkili.

Bir zamanlar Sovyetler rejiminde “Samizdat” adı verilen, kaçak kitap basma ve yeniden çoğaltmalar için kullanılan baskı unsurlarının çok daha ağırı şimdi ABD başta olmak üzere birçok ülkede daha kapsamlı ve çağdaş yöntemlerle uygulanmaya çalışılıyor.

KGB yarı profesyonel olan bu çoğaltma ve yeniden üretimleri takip edebilmek için, daktilo, baskı, teksir makinelerinin birer çıktısını referans olarak arşivleyerek, üretilen metinlerin kimler tarafından yapıldığını bulacak bir sistem kurmuştu. DMCA (Dijital Milenyum Telif Hakkı Yasası) bu sistemin teknoloji platformuna taşınmış halinden başka bir şey değildir.

Üstelik iş bununla da sınırlı değil. Eskiden okuduğunuz bir kitabı arkadaşınızla paylaşmanız suç değilken – ki burada paylaşmaktan bahsediyorum, satmaktan, haksız bir ticari kazançtan değil-, şimdi çok büyük cezalarla karşı karşıya kalabilirsiniz. Yazılım Yayıncıları Birliği gibi firmalar iş arkadaşlarınızı ihbar etmeniz, muhbirlik yapmanız için sizi teşvik ediyor, bu konuda reklamlar yayınlıyorlar. İnternet Hizmet Sağlayıcı firmaları, müşterilerini gönderdiği, paylaştığı her şeyden sorumlu tutarak “kamu” üzerinde dolaylı bir baskı yaratmaya çalışıyorlar.

Yeni nesli farklı bir bilinçle yetiştirmek, etik anlayışın eksenini kaydırmak da uygulanan yöntemlerden bir tanesi. Bizim nesil için yazarın ve yayıncının haklarını gasp eden, endüstriyel ve ticari üretimler “Korsan” olarak tanımlanırken, şimdi “kişisel” kullanımlar için de çoğaltmak ve/veya yeniden üretmek “Korsan” adını aldı. Herhangi bir kitabı bir arkadaşımızla paylaşmak artık “Korsanlık”. Aynı şekilde bilinçaltına yönelik başka bir çalışma da ‘Telif Hakkı ile koruma’ cümlesinde yer almakta. Telif hakkı bir ürünü korumaz, yalnızca kısıtlar. Koruma kelimesi tamamen propaganda amaçlı olarak üretilmiştir.

Geçtiğimiz yıllardaki ilk kanunlarda telif haklarının belli bir süreyle kısıtlanması gerektiği yer alırken, artık, telif haklarının uzatma başvurularıyla sonsuza dek kendi tekellerinde kalabileceği, bilginin asla serbest kalamayacağı bir sistem üzerinde çalışılıyor. Bu süreç ilk kez 1998 yılında Disney’in Mickey Mouse üzerindeki telif haklarının süresinin dolmasına yakın yeniden uzatma talebi ve bu talebin kabul edilmesiyle başladı.

Telif haklarının tekrar tekrar sonsuza kadar uzatılmasının kamu yararına olmadığı açıktır.

Peki, hep büyük kuruluşlardan, yayıncılardan bahsettik. Yazarların, müzik gruplarının “kültürel üretimi ”gerçekleştiren kişilerin hakları ne olacak?

Öncelikle endüstriyel/ticari telif hakları ile kişisel telif haklarını birbirinden ayırmak gerekiyor. Gerek yazarlar, gerekse müzik grupları ve sanatçılar zaten bu sistemde, büyük şirketlerin ettikleri kar içinden hak ettikleri payı maalesef almıyorlar.

Yapılan sözleşmelerdeki gelirlerin büyük bir kısmı zaten “reklam” faaliyetlerine ve yayıncı/dağıtımcı firmalara gidiyor. Yakın bir gelecekte, internet kültürünün tanıtım, paylaşım, erişim konusunda mass medyanın yerini almasıyla “kültürel üretim”leri gerçekleştiren kişilerin bu şirketlere bağımlılıkları azalacak ve aracılık yok olmasa bile, gelir dağılımındaki dengenin yönü değişecektir.

Bugün geldiğimiz noktaya baktığımızda bu konudaki muhalif hareketlerin gün geçtikçe daha çok kabul gördüğünü görüyoruz. Örneğin “ThePirateBay” yıllar süren, kimi zaman da eğlenceli bir hal alan mücadelesinden sonra bu konuda daha aktif çalışmalar gerçekleştirmek için bir parti kurarak Avrupa Kongresinde koltuk edindi bile (Meraklısı için not: ThePirateBay’in telif hakları konusunda uzun yıllar kendilerine Apple, Dreamworks, Sega gibi büyük firmalardan gelen uyarı mektuplarına verdikleri keyifli ve muhteşem cevaplarını buradan okuyabilirsiniz.) i

“ThePirateBay” uzun yıllar süren davaları sırasında, birçok ülkede en çok satanlar listesine girmiş, kitapları internette izinsiz en çok paylaşılan yazarların başında gelen Paulo Coelho’nun desteğini alabilmeye başardı.

Radiohead’in “Rainbow” albümünün yalnızca internet üzerinden satışa çıkması ve isteyenlerin istedikleri kadar para yatırarak (ki isterseniz bedava da indirebiliyordunuz) satın almaları, yeni ekonomik sistemin arayışlarından yalnızca biriydi ve başarılı oldu. Dinleyiciler bedava indirebilme opsiyonuna rağmen bu albüme ortalama 8 dolar para ödediler.

Grubun yeni albümü ‘The King of Limbs’de aynı mantıkla internetten satışa sunuldu. Üstelik indirme opsiyonları dışında koleksiyon meraklıları için“gazete albüm” niteliği taşıyan çok özel bir tasarım formatına da sahipti.

Türkiye’de “CopyLeft” konseptine sahip çıkan ender yayınevlerinden biri olan “altıkırkbeş”in 2010 yılında çıkardığı ve dağıtıma verdiği “Sitüasyonist Manifesto” kitabının arka kapağında “Bu kitabı satın alamıyor ya da almak istemiyorsanız web sitemizden ücretsiz indirebilirsiniz” ibaresi yer alıyordu. Yayınevinin o dönemki editörü Şenol Erdoğan, ücretsiz indirme opsiyonuna rağmen kitap satışının “altıkırkbeş”in yayınladığı kitapların satış rakamlarının altında kalmadığını ve istedikleri satış rakamlarına ulaştıklarını belirtiyor.

“Kültür Üretim”leri için kısıtlayıcı telif hakkı korumaları yerine sponsor bulmak, bağış almak, satış yapılan siteye, ürünlere reklam almak gibi yeni ekonomide bir çok yeni kazanç imkanı mevcut. Ve emin olun çalışıyor. Çalışacak da… Üstelik bunlara yeni yöntemler, yeni uygulamalar eklenecek.

Bunların yanında yanlış uygulamalar da yok değil. Stephen King’in romanını internet üzerinden parça parça yayınlayarak yeteri kadar bağış gelmezse kitabı bitirmeyeceğini ve yazmayacağını söylemesi üzerine aldığı tepkiler bunun en iyi örneklerinden biri.

Tehdit edilmek istemiyoruz. Yargılanmak istemiyoruz. Hakkımız olanı en ucuza, yani bedavaya istiyoruz. Üstelik bize bu imkânları sağlayanları da cezalandırmıyoruz, ödüllendiriyoruz. Zorunlu olduğumuz için değil, istediğimiz için para ödüyoruz. Seviyorsak konserlerine gidiyoruz. Bedava indirsek bile, koleksiyonumuz için orijinalini satın alıyoruz.

Bilgisayarımızın “Halk Kütüphanesi” işlevini görmesini istiyoruz.

Not: Haftaya da “e-kitap” konusuna el atarız.

Önceki İçerikYANLIŞLIKLAR TRAGEDYASI (Bölüm3.)
Sonraki İçerikJekyll & Hyde Müzikali Ekonomik Nedenlerle Son Kez Oynandı
1966, İstanbul doğumlu. Marmara Üniversitesi, Basın-Yayın Yüksek Okulu,Gazetecilik ve Halkla İlişkiler Bölümü’nden mezun oldu. Aynı üniversitenin Radyo ve Televizyon Bölümü’nde yüksek lisans yaptı ve doktora çalışmasına devam etti, tez aşamasında ayrıldı. 1984-1989 yılları arasında, bir yandan okurken bir yandan Toros Mühendislik şirketinde İthalat ve Pazarlama Müdürü olarak görev yaptı. , yine aynı yıllar arasında UNESCO’ya bağlı, kar amacı gütmeyen uluslararası programlara sahip “The Experiment In International Living in Turkey”de Program Koordinatörlüğü görevini yürüttü. 1991 yılında Şeker Sigorta’da Reorganizasyon, Pazarlama ve Reklam Müdürü olarak mesleki kariyerine başladı. 1993 yılında Oyak Sigorta’da Reklam Müdürü olarak görev aldı. Dream Design Factory’de 7 yıl Genel Koordinatörlük, (dDf'teki son 3 yılında dDf’nin yan kuruluşu olan dda, Dream Design Advertising’de Müşteri İlişkileri Direktörlüğü) Capital Events’de 2 yıl Genel Koordinatörlük görevlerinde bulundu. 2003 yılında X-event’in kurucu ortaklarından biri olarak, şirketinin genel koordinatörlük görevini üstlendi. 2005-14 yılları arasında Farkyeri Reklam Ajansının Kurucu Ortakları arasında yer aldı. Ulusal ve uluslararası müşteriler için yüzlerce başarılı projeyi hayata geçirdi.Reklamcılık ve Etkinlik Yönetimi alanlarında bir çok ödül aldı. İstanbul Modern Sanatlar Galerisi’nde Yönetim Kurulu üyesi olarak görev yaptı. Doğrudan Pazarlama İletişimcileri Derneği Genel Koordinatör olarak görev yaptı. Çeşitli kitap projelerine katkıda bulundu, çeşitli dergi ve gazetelerde yazı, araştırma ve makaleleri yayınlandı. Halen bir çok ajans ve markaya danışmanlık vermektedir. TTNet'in "Yaratıcıya Destek, Yaratıcı Ekonomiye Destek" projesinin eğitmenlerinden oldu. 2006-2011 yılları arasında Bilgi Üniversitesi, Reklamcılık Bölümü’nde, “Etkinlik Yönetimi” dersleri verdi. Fenerbahçe Kulübü, Yüksek Divan Kurulu Üyesidir Specialties: Advertising, Event Management and Marketing, Special Project

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz