Çocukluğumuzdan itibaren ailemizin, çevremizin, öğretmenlerimizin kafalarındaki kalıplara sokulmaya çalışılıyoruz. Dev bir hızar makinesinde köşelerimiz itinayla alınıyor, ince ince tek tip olmamız isteniyor. Ustalıkla oyun hamuru yoğunluğundaki karakterlerimiz toplum normları arkasına sığınılarak standartlaştırılmaya çalışılıyor. Gece ıslık çalamıyoruz, okulda erkekler ip atlayamıyor, kızlar ise futbol oynayamıyor. XX kromozomunuz varsa elinizin hamuruyla erkek işine karıştırılmazken XY kromozom dizilimine sahipseniz “karı gibi hareket etme” yargılarıyla boğuşuyorsunuz. Peki bu standartlaştırma enstitüsü sayılabilecek kıvamdaki hayatlarımızda en çok hangi davranış kalıbımız örseleniyor? İsyan mı, doğruyu söyleme iştahımız mı, hak savunuculuğu mu?
Farklılıkların, değişik renklerin yaşam alanlarını sınırlandırmak insanlığın nihai potansiyeline ulaşmasındaki en büyük engel. Michelangelo’yu resim ve heykelden ekmek yenmeyeceğine inandırmak gibi bir şey. Bireyin yeteneklerini, hayatı anlamlandırma şeklini, insanlık tarihine olan etkisini sıradanlık duvarları arasına hapsetmek ve metal bir tabldotta 3 öğün besleyerek minnet beklemek gibi bir şey.
Ancak bir topluluk içinde istediğimiz gibi davranamıyoruz. Bilinmeyen bir güç sanki bizi bir yerlere çekiyor. Mesela Bella Hadid öyle inanılmaz güzel bir kadın değil bence ama Bella’yı beğenen 25 liseli arasında ister istemez “evet abi ya Bella Hadid ne kadın ama değil mi? Sanki cennetten düşen ışıltı parçacığı” diyorum. Yağlama’nın gereksiz abartılan bir yiyecek olduğunu düşünüyorum ama Kayseri’de bu düşüncemi paylaşmak beni tedirgin ediyor. Kayseri’de diyorum ki; “Yağlamasız yaşayamam.” Bir toplantı esnasında ortaya bir fikir atılıyor ve fikri saçma buluyorum ama diğer herkes benim aksime fikir beyan ediyor. Mutlaka bir bildikleri vardır diyerek hemen ben de aynı fikirde oluveriyorum. Kayınpederimizle bir şey konuşuyoruz, tam konuşmanın ortasında “Taksim’de iki kişiyi sallandıracaksın bak bir daha yapıyorlar mı?” diyor. Şiddet hiçbir şeyin çözümü değildir diyemiyor “Aslında iki değil beş kişi sallandıracaksın” diyoruz. Çok sevdiğimiz bir kız arkadaşımız var ve anlayamadığımız şeylerden bahsedip duruyor. Feng-Shui diyor, horoskop diyor, mansplanning diyor, beden olumlama diyor. Bunlar nedir, nece tabirlerdir diyemiyor ama onaylamaktan da kendimizi alamıyoruz. Otobüste saygısızlık yapan adamı uyaramıyor, telefonunu çıkar dayılara istediğimiz cevapları veremiyoruz. Kısacası gruptan ayrı hareket etmekten öyle ya da böyle korkuyoruz. Uyumsuz demelerinden çıkıntı demelerinden çekiniyoruz.
Amerikalı sosyal psikolog Solomon Asch ünlü Asch deneyi ile bu fenomeni incelemiş. Yapılan deney oldukça kapsamlı. Ancak özetle denek bir topluluk içine alınıyor ve topluluktaki herkese açık şekilde sorular soruluyor, cevaplar alınıyor. Daha sonra değişik boylarda 3 çizgi gösteriliyor ve 3.sıradaki çizgiyle aynı boyda olan başka bir çizgi gösterilerek bu 4.çizginin hangisine eşit olduğu soruluyor. Tabii ki denek dışındaki katılımcılar yanlış cevabı veriyorlar. (Kamu Spotu: Buraları oldukça kısa anlattım. Deney gayet kapsamlı. Lütfen arama motorlarınıza “Asch Deneyi” yazın ve deney aşamalarını inceleyin. Her şeyi yazardan beklemeyin.) Ve ne oluyor? Tahmin edildiği gibi deneğimizde cevabından emin olamayarak çoğunluğun cevabına uyuyor.
Asch deneyi sürü psikolojisi, akıl tutulması, kolektif bilinç ya da çıkıntı olmama dürtüsü gibi kavramlarla açıklanabilir. Nasıl açıklanırsa açıklasın etkisi beni daha çok ilgilendiriyor. Sağlıklı bireylerden oluşmayan bir kolektif bilinç ne kadar sağlıklı olabilir ki… Veya doğruluğuna inandığımız fikirleri toplum baskısına feda etmenin maliyeti nasıl hesaplanabilir ki…