Aklına hemen şu politik karakterler, onların akılsızca işleri gelmiştir. İçten içe bir akıllarının olmadığını söyleniyorsundur. Eminim bundan… Şu yaşadığımız günlerde “insan olan” hangimiz böyle düşünmez ki? Ama yanılıyorsun, bu kez kastım bu değil. Yani onlara ait politik aklın değil senin, benim politik aklımızın yoksunluğu ile ilgili konuşacağım. Biraz uzun anlatacağım bu kez. Sırtını bir yere yasla sakin bir ortam bul derim…
Ancak yine de aklında kalmasın öncelikle fikrimi de ileteyim bu fırsatla… Bütün deneyimlerim, görgülerim sonucu edindiğim kanaatime göre söyleyebilirim ki ortada bir politik akıl falan “yok”. Yani var ama biraz sonra anlatacağım anlamda değil. Olsaydı zaten böylesi bir düzen ve böylesi politikacılar kalmazdı…
Ama dediğim üzere konumuz, politikacıların, politik alanda bulunanların bir politik akla sahip olup olmaması değil. Zaten politik akıl böylesi basit bir tartışmanın da konusu olmamalı…
Yıllar yıllar önceydi. Üniversitede genç bir öğrenciydim. İstanbul’da devam eden öğrenimim sırasında ara dönemlerde ya da yaz aylarında İzmir’e, ailemin yanına gider, hasret giderirdik… Yine bu yolculuklarımdan biriydi.
Belki lisede açlığını çektiğimden olabilir eleştirel yayınları, hikaye, roman demeden her tür kitabı okumayı çok severdim. Ancak bugünkü gibi konuşkan, açık sözlü biri değildim. Nihayetinde gençtim ve üstelik üniversitede öğrenciydim. Askeri darbeden çıkmış bir ülkede bu iki unsur rejimin dikkat ettiği konularındandı. Herkes gibi bir şekilde sessizleşmiş, koruma duvarlarını yükseltmiştim.
Her şey öylesine hızla değişiyor, öylesine hızla varoşlaşıyordu ki! O vakitler her ortamda Amerikan rüzgarları esiyor, adını bile telaffuz etmekte zorlandığımız bir dolu yabancı isimli mal raflara giriyor, yaşam tarzları, konuşma biçimleri sevimsiz, materyalist bir hal alıyor, “popüler” kisvesi altında şarkıların sözleri, ritmi dahi değişiyordu.
Bayağılığın o keskin konusu bugün bile hala burnumda… Yaşanan ne varsa yapay ve itici geliyordu. Filmlerin dili değişmiş, dolar diye bir şey hayatımıza girmiş, ekmeğin tadı bozulmuştu işte… Herkes ama herkes sanki hipnotize olmuş gibi bu rüzgara kapılmıştı. Paranın her geçen gün insan ilişkilerinin merkezinde daha fazlasıyla yer ettiğine tanık oluyordum. O vakitler etrafımda ne yaşanıyorsa reddediyor, gözümün önünde ailemin de bu rüzgara kapılmış halini gördükçe üzülüyor, çocukluğumda tanık olduğum insani ilişkileri arıyordum. Ama nafile, herkes aynı akıntıda gidiyordu işte, orta yerde ayrık otu gibi kalakalmıştım…
Neyse işte böylesi “dandik” ve “satılık” bir askeri darbe ve sıkıyönetim sürecinin altında şekil olarak bir değişimine zorlandığımız dönemin içindeydik. Zaten boy vermiş sömürge uygulamalarının kurumsal hale geldiğini görebiliyordum ama kime anlatacaksın, kim anlar…
İzmir’de ailece bir akşam yemeğine oturmuştuk. Ayıptır söylemesi annem patlıcan musakka ve pilav yapmıştı. İyi yapıldığında çok severim, hele yanında cacık varsa… Ancak musakka her zamanki gibi bol yağlıydı. Bir süre “ses etme, idare et, zaten ara sıra geliyorsun” dedim içimden. Dedim demesine ama dayanamadım işte.
“Anne hala çok yağlı yapıyorsun. Yemekleri bu kadar yağlı yapma artık. Bak haline bir…”
Cümlemi tamamlamak ne mümkün. Büyük ablam açtı ağzını yumdu gözünü. Ardından da ailenin tümü… “Kendimi beğenmişim”, “okuyunca burnum büyümüş”, “çıktığım yeri beğenmez olmuşum”, “onları sevmiyormuşum” falan… Ne varsa söylendiler. Oysa farkında değildiler işte. Hepsinin sağlık sorunları gün gibi aşikardı. Onca yağlı yemenin dışında öz bakıma ilişkin bir kültürün gelişmemiş olduğunu her hallerinden anlayabiliyordum. Uyarmak gafletine düşmüştüm… Lafı uzatmasam iyi olacak dedim, sustum.
Herkesin başından geçebilecek sıradan bir hayat kesitiydi. Ancak konu sıradan bir konu değildi işte…
İnsani Akıl, Egemen Düzen Aklı
Yıllar boyunca insanların tercihleri ve davranışları üzerine hep düşündüm. İnsan bir akla sahip olduğu halde, eğer bir engeli yoksa neden bunu kullanamaz? Neden düşünemez? Nasıl öngöremez? Nasıl olurda kendisi için doğru olanla yanlış olanı ayırt edemez ya da yanlış olduğunu bildiği halde davranışlarını değiştiremez. Eğitim miydi sorun yoksa eğitime rağmen öğrenme süreci miydi? İnsan aklı neden böylesine değişime, gelişmeye kapalı olur?
Yıllar geçti tabi, deneyimledikçe, yeni şeyler öğrendikçe bazı şeyleri anlamlandırma tezlerim de değişti. Artık bu sorulara daha açık yanıtlar verebiliyorum.
İnsan aklıyla var ve gelişiyor tabii ki. Ancak insana ait bir akıl olmakla birlikte her insanda “insani akıl” gelişmiyor. Sorun düpedüz ekonomi-politik… Egemen bir düzen var ve bu düzenin efendileri insani olan aklı insandan alırken yerine egemen düzen aklını yerleştiriyor. Olan biten bu…
Her aklın işletim sistemi benzer olabilir ancak yazılımlar değişik işte. Politik akıl dediğimiz konu da işte tam bu noktada başlıyor. Yani senin yaşamı, dünyayı, toplumu ve insanın bunun içindeki yerini anlamlandırdığın akıl “insani akıl” temelinde işliyorsa başka şeyler üretiyor, egemen düzenin seni biçimlendirdiği akıl temelinde işliyorsa başka. İnsan sosyal bir varlık neticede ve bir toplumsal düzen içinde yaşıyor. Bu toplumsal düzen içinde politik aklı gelişiyor. Ancak gelişen bu akıl hangi temelde işliyor, yol alıyor?
Önce şu “insani akıl” diye ortaya koyduğum kavrama bir bakalım. Hem böylelikle şu “musakka” hikayemi de neden anlatmış olduğum daha kolay anlaşılır.
İnsanın doğasına ait olan akıldır insani akıl. Tüm düşünme iticilerinin arkasında varoluş sorunsalının olduğu, insanın diğer canlılar ve doğanın tüm varlıklarıyla bir bütün içinde yaşadığı ve bu bilinç düzleminde düşüncelerini ürettiği akıldır. Dogmaların, belletilmiş fikirlerin ele geçirmemiş olduğu bir akıl…
İşte birazdan anlatacağım “eleştirel düşünce” becerisini de bize kazandıran bu akıldır… İnsan buradan hareketle “politik aklı” geliştirirse bugün deneyimlediğimiz insani olmayan “politik akıl”dan kurtulabilir. Yani sözün özü insani bir politik akıl için eleştirel düşünme yeteneğine, bunun için de insani bir aklın bilişsel gelişimine ihtiyaç var.
İnsan doğayla uyumlu ve bütünleşmiş bir “insani akla” sahip olarak hayata başlıyor. Evet hal böyle ancak günümüz dünyasında bu aklın işleyiş biçimini köklü bir şekilde etkileyen, değiştiren faktörlere de maruz kalıyor. Basit ve kısa yoldan söylemem gerekirse, egemenin “öğretme/ehlileştirme” süreciyle kontrol altına alınıyor. Bugün bildiğimiz “egemen düzen aklı”, “egemen politik akıl” işte bu öğretilme/ehlileştirme sürecinin eseri. İnsana ait olan akıl üzerindeki bir dizi işlem sonucu insani olan akıl yerini “egemen düzen” aklına bırakıyor.
Bir insanda insani nitelikte politik aklın gelişmesi için eleştirel düşünme becerisinin gelişmesi gerekiyor öncelikle. Bunun için de “bilişsel gelişim” yani bir alt yapı lazım. Bilişsel gelişimini gerçekleştirememiş bir insanın eleştirel düşünme becerisi de gerçekleşmiyor. Sonuç: insani nitelikte bir politik akıl gelişmiyor. Yani bugünün hiyerarşik toplumunu, toplumsal ilişki biçimlerini, egemen toplum düzeninin insan ve yaşam üzerindeki yıkıcı etkilerini anlama olasılığı açığa çıkamıyor. Kısacası bilişsel gelişimini engellediğiniz ya da formatladığınız insanlar “insani akla” değil, “egemen düzen aklına” teslim oluyor.
Piaget ve Bilişsel Gelişim
Jean Piaget adında bir bilim insanı var. İnsanlarda doğumdan başlayarak ergenlik dönemine kadar “bilişsel gelişim” konusunu incelemiş bir araştırmacı. Çalışmalarına göre bilişsel gelişme öğrenmeyle doğrudan ilişkili bir konu.
Bilişsel gelişim; bireyin çevresinde olup bitenleri anlayıp öğrenmesini sağlayan zihinsel faaliyetlerdeki gelişimi, aynı zamanda daha karmaşık ve etkin düşünme yollarının geliştirilmesini ifade eden bir kavram… Piaget’e göre dünyanın bilişsel olarak algılanabilmesinde, şema, özümleme, uyma ve dengelenme adında dört fonksiyon söz konusu.
Kendisi tarafından ilk kez kullanılan şema kavramı, bireyin çevresindeki dünyayı anlamak ve anlamlandırmak için geliştirdiği bir bilişsel yapı, yeni edinilen bilgilerin yerleşeceği bir çerçeveye karşılık geliyor. Yani çocukluğumuzdan büyüme dönemine dek gözle algıladığımız her nesne, zihnimizde şematik bir gösterge. Bebekken sahip olduğumuz ilk şemalar basit düzeydeyken yaşam süreci içinde edindiğimiz deneyimlerle daha gelişkin, karmaşık şemalar oluşturuyoruz.
Karşılaştığımız yeni durumlarda daha önce edindiğimiz eski şemalara başvuruyoruz. Yani özümleme yapıyoruz. Kıyaslıyoruz, yorumluyoruz, neden diye soruyoruz… Yeni bilgiye göre var olan şemaların değiştirilmesi ya da genişletilmesi yoluyla uyum gösterip, bu uyum süreci içinde de dengeleme yapıyoruz. Yani yeni bilgilerle karşılaştığımızda ilk olarak özümlemeye başvuruyor, ancak değerlendirme eksik kalıp bilişsel denge bozulduğunda dengeyi tekrar uyma yoluyla kuruyoruz.
Öğrenme dediğimiz şey işte bu dengelemelerin sonucunda gerçekleşiyor. İnsanda var olan doğal öğrenme sürecini okul adı altındaki yapılarda formüle ederek metodik hale getiren de biziz. Yani uzun bir tarihsel süreç içinde tırnaklarımızla oluşturduğumuz bu toplumsal düzen, egemen düzenin ta kendisi… Doğal yollarla, kontrolsüz ve amaçsız olarak gerçekleşebilecek öğrenmeyi okul sistemi altında kontrol altına alıp, amaçlı bir biçimde, bilişsel gelişmeyi biçimlendirerek yapıyoruz. Böylelikle düzenin yani iş yaşamının, toplumsal yapıların, yönetici sınıfın istediği bilişsel niteliklere sahip bireyleri de edinmiş oluyoruz. Tabi bu bilişsel gelişim sürecinde insanı doğadan koparıyoruz. İnsani aklı eğriltip egemen düzenin aklına dönüştürüyoruz.
İşte bu aşama önemli. Zira bu “bilişsel gelişim yönetimi” işi egemen düzen tarafından kontrollü olarak sağlanırken iki tür işlem gerçekleşiyor. İlk olarak bilişsel gelişimi egemen düzeninin ihtiyaçlarına göre niteliksizleştirilmiş sınıflar yaratılıyor. Yani iyi mi kötü mü hep tartışma konusu olmuştur ama insanlar egemen düzenin eğitim kurumlarından mahrum bırakılıyor. Nihayetinde üzerine basılacak insanlara da ihtiyaç var bu yaşamda, değil mi? Ki benim anlattığım “yağlı musakka” örneği konusu bununla ilgilidir. Yalnızca emeğiyle değil her yönüyle sömürülecek sınıflar üretmek için yaşadığını anlamlandıramayacak düzeyde bilişsel gelişimi niteliksiz kitleler yaratmak işte bu düzenin bir hilesidir.
Diğer bir hilesi ise bilişsel gelişimi kontrolü altına aldığı okul düzeni. Buraya dahil ettiği yığınları ise akıl yürütme becerileri bakımından eliyor, kesin bir şekilde kontrol altına alıyor. Ve zaman içinde aslında bilişsel gelişmenin doğal bir çıktısı olan “eleştirel düşünme” becerisini, yine bilişsel gelişme süreci üzerinde yaptığı manipülasyonlarıyla bastırıp yok ediyor. Eleştirel aklı dışlarken, aklın eleştirisini yüceltiyor. İnsani olan aklı bir tür egemen düzene uyumlu formata dönüştürüyor. Doğal olarak ortaya iyi eğitimli ancak eleştirel düşünme becerisini kaybetmiş ve dahası insani politik aklı yok olmuş yığınlar çıkıyor. Tam da düzenin istediği tatta, egemen politik akıl insanı ele geçirmiş oluyor.
Bu bölümü daha iyi anlayabilmek için eleştirel düşünmeye kaynaklık eden bilişsel gelişimin dört evresine, Piaget’in insanın dünyayı algılayabilme süreci olarak ifade ettiği dört döneme değinmem sanırım yerinde olacak.
Piaget süreci bebeklikten başlatıyor. Ona göre görme-duyma gibi duyusal eylemlerle tutma ve elleme gibi fiziksel eylemlerin birlikte değerlendirildiği, bebeklerin dünyayı algılamaya çalıştıkları ilk dönem duyu-motor dönemini oluşturuyor. Bu dönemde bebek yoğun olarak refleksler içerisinde. En yoğun fiziksel refleksi ise emme eylemi. Bu dönemin sonlarına doğru gözle algıladığı nesneler, fiziksel reflekslerin doğmasını tetikliyor. Biberonu gördüğünde yemek yiyeceğini anlayarak refleks göstermesi gibi… Bu dönemi daha çok bilişsel gelişim tetikleyicilerinin geliştiği bir evre olarak görürüm.
2-7 yaş arası ise işlem öncesi dönemi. Bu dönemde çocuklar, basit düzenleme ve sınırlandırma işlemleri yapabiliyorlar. 2-4 yaş arası olan evrede dil ve konuşma becerileri kazanırlarken, 4-7 yaş aralığını kapsayan evrede ise akıl yürütme ve çıkarım özellikleri ilkel de olsa ortaya çıkıyor. Sorma ve bilme tutkusu bu evrede yükseliyor. Yani neymiş, çocukların bilişsel istencinin geliştirilebileceği aynı zamanda öldürülebileceği bir dönemden bahsediyoruz.
7-11 yaş arası “somut işlemler” dönemine karşılık geliyor. Çocuk, mantıksal düşüncelerini somut nesneler üzerinde açıklayabiliyor. Bu dönemde, gerçek dünyada geçerliliği bulunan nesneleri kavrayabiliyorlar. Ama dikkat! Sınıflandırma becerisi de işte tam da bu evrede hızla gelişiyor. Eleştirel düşünme için gerekli becerilerden biridir sınıflandırma becerisi… 11 ve 15 yaş aralığını kapsayan “soyut işlemler” dönemi ise yetişkinlik süresince devam eden bir dönem. Soyut düşünce ve varsayımlar üzerine düşünebilme güdülerinin artışa geçtiği bir evreden söz ediyorum burada. Bazen dersiniz ya “hiç mi ileriyi göremez insanoğlu” diye. Bu evre işte bu yüzden önemli…
Tüm bu evreleri bilişsel gelişim kapsamında inceleyen Piaget yaşamın, yaşam biçimlerinin öğrenme üzerindeki etkileri hakkında da bize fikir vermiş oluyor. Yani görüyorsunuz değil mi? Eleştirel düşünme yeteneğinin gelişmesi için ne denli derinlikli tartışma başlıkları varmış meğer… Yetişkinlerin eğitimden mahrum kalmış olsun ya da olmasın olaylara, olgulara eleştirel düşünerek bakamamasını şimdi daha iyi anlayabiliyor musunuz?
Eleştirel Düşünebilenlerden misin?
İyi de kardeşim, hadi insan eleştirel düşünme bakımından mahrum kaldı diyelim. Ne olacak yani?
Bir kere insani nitelikte politik bir akla sahip olmak için “eleştirel düşünme” olmazsa olmaz bir konu. Seni boyunduruğu altına alan, hiyerarşik bir düzende benliğini ele geçirmiş olan egemen düzenin düşüncelerinden kurtulman, insan olmandan kaynaklanan nedenlerle olayları, olguları görebilmen için “eleştirel düşünme”ye ihtiyacın var.
Eleştirel düşünme, akıl yürütme, inceleme yapabilme ve değerlendirme gibi zihinsel süreçlerden oluşan bir düşünme biçimi olarak tanımlanıyor literatürde… Sorgulama ve şüpheciliğe dayanıyor, bir konuda hükme varmak için soyut ve somut konular hakkında düşünebilme yetisi gerektiriyor… Tüm duyulardan, gözlem, deney ve akıl yürütmeyle elde edilen her türlü veriden işte bu süreçte yararlanılıyor.
Eleştirel düşünebilmek için bir dizi beceriye de gereksinim bulunuyor. Öyle “sen söyledin, ben şıp diye anladım” denecek kadar kolay bir iş değil. Peki nedir bu beceriler?
Geçerli olanı bulabilmek için önermeleri ayıklayabilmek, mantıksal bir düzende ilişkilendirme yapabilmek, benzer özellikleri tanımlayabilmek, anlayabilmek, karmaşık bir konuyu anlaşılır kılabilmek, eşleştirme ve karşılaştırma yapabilmek, varsayım üretebilmek, benzerlikleri gruplayabilmek, neden-sonuç ilişkisi kurabilmek, geleceğe ilişkin öngörü geliştirebilmek, istisnaları belirleyebilmek, plan yapabilmek, genel ve özgün bir sonuç üretebilmek, sıralayabilmek, sınıflandırabilmek, genel çıkarıma gidebilmek ya da genel çıkarımdan olay olguya inebilmek, veri, bilgi, kanıt oluşturabilmek ve önermeler hakkında olumlu olumsuz yargıya varabilmek…
Dedim ya “öyle kolay iş değil” diye… Eh bunun için de doğal olarak bilişsel gelişim sürecinin “insani” temelde ilerlemesi gerekiyor. Yani sana bu becerileri kazandırmayan ve hatta ket vuran bir toplumsal yaşam biçiminde ya da egemen düzenin okullarında doğal olarak “eleştirel düşünme” becerilerin de elinden alınıyor.
Eleştirel düşünme, yararcı olmayı, gerçekçiliği, mantıksal düşünmeyi, bir fikre saplanmamayı, ölçüp tartabilmeyi, kuşkucu, deneysel ve çözümcü olmayı gerekli kılıyor. Hazlara, dogmatik fikirlere, idealist olmaya, mantıksal olmayan mutlakçı düşüncelere, sezgilere, vasatlığa ve otoriteye boyun eğmeye bu düşünme biçiminde yer yok.
Hal böyle olunca da bilişsel gelişiminin nasıl gerçekleştiği sorusu önem kazanıyor. Eleştirel düşünce üretebilme yeteneğin gelişti mi köreltildi mi? Tüm bu açıklamalardan hareketle kendine sorup yanıtlaman gereken önemli bir soru çıkıyor ortaya.
Eğer insani nitelikte bir politik akla sahip olmak istiyorsan, yaşamın içinde ya da okulda, fark etmeksizin egemen düzenin tasarladığı her bilişsel gelişim koridorunda senin için itina ile hazırlanmış tuzaklardan adeta “Pac-Man” bilgisayar oyunundaki gibi yakalanmadan ilerleyebilmen gerekiyor.
Burada da dikkat! Yaşamın içinde ve her yerde diyorum. Demek ki neymiş, okullarla sınırlı olmayan bir “bilişsel gelişim yönetimi”nden bahsediyorum. Televizyondan, gazeteden, kitaplardan, müzikten, camiden, derneklerden, sosyal medyadan… Bilişsel gelişiminizi ilgilendiren her yerden bahsediyorum.
Herkes bu tuzaklardan kaçabiliyor mu? Hayır. Zaten sonuçlar da ortada…
Velhasıl ortada bir “politik akıl yoksunluğu” var. Annemin “yağlı musakkası” politik aklın benim zannettiğim anlamda olmadığını göstermiş oldu. “İnsani” nitelikte bir politik akıl için ise umudu yitirmek istemiyorum. Ama daha çok “yağlı musakka” yiyeceğimi de öngörebiliyorum.
Görsel : Jack Shingai, unsplash.com