Yalancı Dolma…

0
189

Hoca Nasreddin’e “dünyanın merkezi neresi?” diye sorduklarında ayağının dibini göstermesi hesabı; bulunduğumuz noktadan baktığımızdan hayata ve kendi feveranımıza açtığımızdan kulağımızı, her birimiz koca ülkeyi yönetmeyi mümkün kılan başlı başına birer “Allah’ın lütfuna” dönüşüyoruz becerikli ellerde.

13 aydır soluğumuzu kesen Pandemi, her yıl ümüğümüzü biraz daha sıkan bir rejimin elinde en olağanüstü uygulamaları olanaklı kılan, en “Allah’ın lütfu” iklimi yarattı hamdolsun! Ve yine hamdolsun ki, birbirimize karşı “ihtiyaç halleri için en zehirli sözcüklerle paketleyip hazırda tuttuğumuz” ağır garezlerimiz fisebilillah olduğundan, rejimin öyle uzun uzadıya hesaplar yapmasına da gerek yok. Malum, artık “bulunulacak yer ihtimallerinin en kötüsü” sayılan Türkiye, başında zebaniye ihtiyaç duyulmayan cehennem kazanlarıyla dolu. Kafasını çıkartmaya yeltenenin suratına suratına çarpılacak tokatları vurmak için birbirini çiğneyenler varken, kim neden ihtiyaç duysun ki zebaniyyûna?

Herkesin herkese parmak salladığı, herkesin herkes için “vakti geldiğinde” kartını cebinde tuttuğu atomlarına ayrılmış bir toplumda kurtuluş ümidi diri! Her ne kadar “kurtulmak yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz!” sloganını seviyorsak da bilmiyoruz henüz o “hep beraberden” neyi kastettiğimizi ve nasıl yeniden bir araya gelebileceğimizi. “Sonu geliyor” dediğimizin “gelmekte olduğuna inanmaya pek ihtiyaç duyduğumuz sonunu” bir araya gelemeden nasıl getirebileceğimizi konuşmadık, henüz oraya gelmedik!

Konuşamadığımız çok şey var! Takvimi Hicri 1442’nin Ramazan’ına ayarlayarak üstelik, “oruç ağız” Cumhuriyet tarihinin en “yalan-ı kebirine” ciddi ciddi kendimizi teslim edip “öldük bittik” demelerimizden fırsat bulamıyoruz konuşacaklarımızı konuşmaya…

Adamlar çıkıyor ekrana ve “Rabbim yar ve yardımcımız olsun” dualarıyla milletçe edeceğimiz büyük fedakarlığı anlatıyorlar aklımıza kuş muamelesini reva görerek! Nedir o? 17 gün boyunca rahmetli anneannemin deyişiyle “başımızı örtüp kıçımızı açtığımız” bir kapanmanın sonunda Pandemi belasını yerle yeksan edeceğiz inşallah!

İşin fenası pencereden vızır vızır trafiğin aktığını görenlerin “Ne bu yahu? Evde bir tek ben mi oturuyorum?” diye homurdandığı bu sirkte öfkelendiğimiz yine birbirimizden başkası değil. “Adam olmaz bizim millet, Hükümet ne yapsın canım kardeşim?”

Yaptı yapacağını oysa! “Lebaleb kongreler” ile maksat hasıl olduktan, talancı ekonominin çarklarını döndürmekte medyun-u şükran oldukları kesimlerin çakal payını ayırdıktan sonra gelen “yalancı kapanma” ile toplumun en zayıflarının çanına ot tıkayacak son darbeyi vurmuş oldu. Ne diyor iktidar partisinin grup başkan vekili Elitaş: “Kongreleri eleştirebilirler, o günkü şartlarda yapmamız gerekiyordu, yaptık”. Neydi o gereklilik? Sormuyoruz, soramıyoruz! Canı yanan üç kişinin bir araya gelmesinin “Pandemi gerekçesiyle neden yasaklandığını, bir araya gelebilenlerin copla biber gazı ile neden dağıtıldığını” soramadığımız gibi… Binlerce kişilik cenaze törenlerinde bulaşmayan virüsün, açık hava etkinliklerinde nasıl olup da bulaşıcı hale geldiğini, işini yapamayan binlerce emekçinin bu nedenle intiharın eşiğinde dolaştığını  sormuyoruz, soramıyoruz… Tepe sersemine döndüğümüz ve her birimizin ayrı ağız feryat ettiğimiz büyük kakafonide sesini duymaz hale getirildiğimizden, fırsatımız yok en zayıflarımızın un ufak edilişini konuşmaya…

“Aylardır işsizim, faturalarımı ödeyemiyorum, sesimi duyan var mı?” diyene yüzümüzü buruşturup “Bu sosyal medya dilenciliği de aldı yürüdü!” ahkamı kesiyoruz. Ne yapsın, kime desin derdini insanlar? “Onu AKP’ye oy verirken düşünecektin kardeşim” diye parmaklar sallanmaya hazır duruyor hemen. Verdiğini nereden bildiğin ayrı mesele de velev ki verdi? Cumhuriyet tarihi boyunca sağcı kafanın yönettiği memlekette ziyan zebil olanın karşısına geçip “Oh olsun!” diyerek mi “ya hep beraber ya hiç birimiz!?”

DİSK-AR önümüze sessizce bir dosya bırakıverdi önceki gün. Emekçilerin %61’i, tam 16.4 milyon insan için “kapanma mapanma yok kardeşim” diyor araştırma. 6 milyon emekçi (ki çalışanların %22 si oluyor) için “tam kapanma diye bir şey yok kardeşim” diyor. TÜİK’e göre 25.7 milyon insan çalışıyor memlekette, DİSK-AR araştırması bunun 22 milyonunun “yalancı kapanmada” kelle koltukça çalışmaya devam edeceğini ortaya koyuyor. Tam “Hadi canım! Olmaz öyle şey!” diyeceğiz, “kapanmanın” ilk sabahında İstanbul Metrosunun duyurusu düşüyor önümüze: “Yolcu yoğunluğundan dolayı ek sefer uygulamamız başlamıştır!”

83 milyon nüfusun 22 milyonunun her sabah işe gittiği memlekette “kapattık” dedikleri kim peki? Düzenli bir işi olmayan, ekmeğini gündelik işlerden çıkartanlar. “Kayıt dışı” çalışanlar. İşsizler, güvencesizler…  Pandeminin başından bu yana ruhsal ve fiziksel olarak çökertilen, hayatla bağları her geçen gün biraz daha koparılarak ölüme sürüklenen yaşlılar… Hızlıca aşılanıp, sağlıklı fiziksel koşullar yaratılarak önceliklendirilmesi gereken eğitim bileşenleri. Öğretmenler, öğrenciler… Dükkanının kirasını, çalışanının sigortasını nasıl ödeyeceğini bilemeyen, evinin kirasını, çoluk çocuğunun ekmeğini nasıl çıkartacağını bilemeyen küçük esnaf…

Tam Kapanmada İstanbul Trafiği
Tam Kapanmada İstanbul Trafiği

Ha bir de bir biçimde tuzu kuru bir kitle var kapanan… Hiç göz attınız mı bilmiyorum ama emlak sitelerine bir bakın, aklınız şaşar. Bodrumda “sezonluk kiralanan” vasat bir dairenin aylık kirası 12 bin TL den başlıyor, 40-50 bin TL ye kadar uzanıyor. Aylık kiralama bedeli diyorum sevgili okuyucu… 40 bin TL! Ve birileri veriyor bu paraları! Bodrum Belediyesi “kapanma sırasında 500 bine çıkıveren nüfusa” karşılık sadece 29 yoğun bakım, 250 standart hastane odası kapasitesiyle şaşkına dönmüş durumda. Metropollerden güneye “virüs ihracının” muhtemel sonuçları yalancı kapanma sonrasında nasıl gerçekleşecek, kimsenin bir fikri yok.

Bildiğimiz tek şey gözümüzün içine baka baka kocaman yalanlar söylendiği ve bizim de meşrebimizce bu yalanların bir kenarından tutup tutup laf ürettiğimiz…

Yalan tavana vurduğunda muzip muzip gülerek “Bir yalancı dolma yapıver Çavuş” derdi dedem. Yalanın hiçbir halini sevmediğimizi söylesek de “yalancı dolma” deyince iş değişiyor tabii…

“Yalancı dolma” da neymiş diyen çıkar mı sanmam ama hadi söyleyivereyim: Eskiler içinde et, kıyma bulunmayan dolma için kullanırdı “yalancı” ibaresini. “Dolma mı sarma mı” tartışmasına girmeyeceğim. Adı üzerinde, “doldurulana” dolma, “sarılana” sarma denir paranteziyle geçelim bence o konuyu. Ancak “yalancı dolma” ifadesini genel olarak “etsiz iç malzeme” ile ilişkilendirdiğimizden bu başlık altına “yaprak sarmasını” da “biber dolmasını” da koymakta beis görmediğimi söyleyeyim…

Anneannem rahmetli pek güzel yapardı sarmayı. Yaprak sarmayı da lahana sarmasını da… İstanbul usulü. İçinde bol ama gerçekten bol soğan olacak, çam fıstığı, kuş üzümü illaki olacak. Özellikle yaprak, lahana sarması ve biber dolması baş köşesinde yer tutardı bayram sofralarımızın. Asıl iltifat yaprak ve mevsimiyse lahana sarmasınaydı hep. Hatice Hanım’ın çatal daldırılan yaprak sarmalarının ağızlara götürülüşünü izlerken yüzünde beliren endişeyi annemde görürüm hala… Yağı, tuzu, baharatı kıvamında mı, soğanı sarmanın ağızda erimesini sağlayacak yeterlilikte mi? Hele ki en mühimi, yaprak ipek gibi mi yoksa kart mı?

Anadolu usulü yalancı dolmaya renk verecek salça konsa da İstanbul usulünde salça kullanılmaz ve bu en önemli ayrıntılardan biridir. Benim büyüdüğüm Emirgan sırtlarında fisebilillah yayılan kozalak çamlarına mahallenin çocukları el birliği ile “daldığımız için” çam fıstığına para verilmez, bol bol kullanılırdı dolmalarda da helvalarda da. Şimdi marketlerde içinde 8-10 tane çam fıstığı bulunan paketlerin fiyatını görünce aklı uçuyor insanın. Hatta duydum ki Hindistan’tan falan ithal ediliyormuş çam fıstığı. Eh, beton yenmiyor tabii… İstanbul tepelerini bezeyen canım kozalak çamlarını kesip kesip beton dikersen, yazın “esmiyor!” çığlıkları atar, çam fıstığını da Hint elinden getirtmek zorunda kalırsın elbet…

Tarifte toz şeker görünce şaşırmayın. Zeytinyağlı tüm yemeklere mutlaka şeker eklenir bizde.

Hadi bakalım Hatice Hanım usulü bir yalancı dolma içi tarifi vereyim siz ister yaprak, lahana sarın ister biber doldurun… Tercihiniz ne olursa olsun yaprağın ve lahana katlarının ince, damarsız olmasına dikkat edin.

MALZEMELER

Pirinç (2 su bardağı)

Soğan (4-5 adet irice)

Zeytinyağı (1/2 su bardağı)

Çam fıstığı (1 yemek kaşığı)

Kuş üzümü (1 yemek kaşığı)

Toz şeker (2 tatlı kaşığı)

Karabiber (1 tatlı kaşığı)

Yeni Bahar (1 tatlı kaşığı)

Nane (kuru veya taze, ince kıyılmış)

Limon (1 adet)

HAZIRLANIŞI:

Soğanları incecik ve bıçakla doğrayın. Kesinlikle robottan geçirme kolaycılığına girmeyin lütfen. Soğanı tencereye koyun, kısık ateşte suyu gidene kadar hafifçe kavurun. Ardından zeytinyağının ¾ ünü ekleyin ve soğanları zeytinyağında kavurmaya devam edin. Soğanların rengi dönünce yıkanmış süzülmüş pirinci ekleyip kavurmaya devam edin. Tuzu, şekeri, baharatı, naneyi, fıstık ve üzümleri de ekleyip kavurmaya devam edin ve iç malzemenin altını iyice kısıp üzerine 1 su bardağı kadar su ekledikten sonra tencerenin kapağını kapatın ve dibini utturmamaya dikkat ederek pirincin “dişe gelir kıvamda” pişmesini bekleyin. Pirinç asla pilav gibi yumuşamamalı fakat çiğ gibi “takır takır” da olmamalı. (Efendim biz buna aslında göz kararı diyoruz, tarifi zor, görünce anlaşılan cinsten)

İç malzememiz hazır. Bazıları bu iç malzemeye kuru ya da taze vişne de ekler ki bence şahane oluyor. Ama keyfe keder artık…

Şimdi artık dilerseniz sarma, dilerseniz dolma yapacaksınız. Sarma için salamura veya çok taze ve ince asma yaprağı ya da ince, damarsız lahana katmanları kullanabilirsiniz. Her koşulda yaprakları sıcak suda bekleterek veya bir taşım kaynatarak yumuşatmanızı, salamura ise tuzundan da arındırmak için tavsiye ederim.

Eh biraz da müzik diyerek kulaklarımızın pasını atalım değil mi? Madem yalandan açtık sözü, yalana dair şarkılarla devam edelim:

İbrahim Tatlıses Yalan

Zeki Müren Yalancı Yarim

Bir de film olsa derseniz… Buyrun: Yalanın İcadı