“Bir Şahane Adam…”

0
339

“Gerçek bir sinema sevdalısı. Ertem Eğilmez’e “çıraklık” dönemi hayata bakışını değiştirmiş. “Dinlerdim, sadece dinlerdim” diyor…”

Ulvi: Film falan seyrediyorsun ama?

Orhan Topçuoğlu: Film çok seyrediyorum. Ne yazık ki eskiden beri karşısında olduğum bir şeyi yapıyorum: film indiriyorum.

Ulvi: Kim yapmıyor ki abi?

Orhan Topçuoğlu: Ya eskiden çok sinirleniyordum ama baktım ki hakikaten bu kadar asosyal olunca… Yani asosyalliğin bir sürü parametresi var ya, bir sürü getirisi ya da götürüsü var. Mesela sinemaya da çok fazla gidemiyorum. Bak, burada bir Kültür Merkezi’nde sinema salonu var. Kapıdan bir giriyorsun, üç günlük bayatlamış pop-corn kokusuyla başlıyor olay! İçeride kulağının dibinde onları yiyen insanlarla bitiyor falan… Saçma sapan bir şey oluyor. Filmin sesi bozuluyor, hiç kimse aldırmıyor! Çünkü orada makinist yok gibi… Bir sürü şey var, ben de bunlardan uzak kalmak için evde seyrediyorum. Eh evde seyrettiğim için, bu sahtekârlığı yapmak zorunda kalıyorum, indiriyorum falan. Sonuçta film seyrediyorum evet. Film kanalları var, Digitürk’üm var. Oradan seyrediyorum ne yapayım?

Sinan: Ne tür filmleri izliyorsunuz daha çok?

Orhan Topçuoğlu: Belirli bir türüm yok aslında. Aslında eski bir sinemacıyım. 1974 yılında, Zeki Alasya ile Ertem Eğilmez ’in asistanı olarak bir filme başladım: “Salak Milyoner”. Zeki’lerin de ilk başrol filmiydi zaten. Zeki- Metin, Kemal (Sunal) , Halit (Akçatepe)! Ben de orada asistanlığa başladım. Tabi çok gencim o zaman. 74 yılında… 52 doğumlu olduğuma göre, 22 yaşındayım!…

Düştüğüm ortam çok acayip. Ertem ağabey, zaten başlı başına bir fenomen! Bir gidiyorum mesela, biraz sonra Metin Erksan geliyor! Bunlar konuşmaya başlıyorlar, ben onlara kahve yapıyorum. Bir kenarda oturuyorum. Zaten hiç bir şey anlamıyorum söylediklerinden! Zaten onlar da birbirlerini dinlemiyorlar, ikisi de aynı anda konuşuyorlar! Böyle bir ortamın içindeydim yani! Onun için sinema bana çok içgüdüsel bir şekilde damardan girdi diyebilirim.

“Sinema benim için bir yaşam biçimi gibidir” filan falan demeyeceğim ama ben çok fazla seviyorum sinemayı. O sektörün herhangi bir yerinde olabilmek çok keyifli. Sonra film müzikleri de var bir kaç tane. En son, Orhan Oğuz ’un çektiği “Hayde Bre” diye bir film var. Aralık sonunda girecek vizyona. Makedon-Türk karışımı öyle bir film. Onun müziklerini yaptım işte.

“Sinema tutkusu müzik birikimiyle birleşmiş. Türkiye’de film müzikleri anlayışının henüz dünyanın çok gerisinde olduğunu düşünüyor…”

Sinan: Kaç filme müzik yaptınız aşağı yukarı?

Orhan Topçuoğlu: Sinema filmi olarak iki tane, televizyon filmleri olarak 3 ya da 4 tane. Uzun metraj ama televizyon için çekilmiş. 3-4 tane de dizi oldu. Tabi çok uzun periyotta oldu. E ama yemiyorsunuz hiç bir şey? Bakın sigara börekleri benim imalatım! Peynir? Ben müziği değiştireyim bu arada…

Sinan: Film müziği yaparken filmi izleyip mi müziği yapıyorsunuz yoksa senaryo anında mı giriyorsunuz nasıl oluyor?

Orhan Topçuoğlu: Türkiye’de bu işin kuralları pek işlemiyor korkarım. Bence yönetmenin senaryo üzerinde çalışmaya başlaması aşamasında film müzikçisinin de bir şekilde devreye girmiş olması lazım. Çünkü bu sadece teknik bir şey değil. Filmin, yönetmenin, oyuncuların ruhunu tanımak lazım… Yönetmenin ne istediğini bilmek, anlamak lazım… Yaratıcı ekibin birbirini tanıması gerekir diye düşünüyorum. Birbirini bilmeden, tanımadan yapılan işler son derece sıradan sonuçlara yol açar. D sınıfı filmler çıkar. Dizi film çekmekten farkı kalmaz. Hâlbuki sinema yaratıcılık gerektirir. Ama bizde öyle olamıyor.

Evet, eskiye oranla film müziğine çok daha fazla prim verildiği, artık film müziğinden de bir şeyler beklendiği doğrudur. Buna rağmen film müziği, olması gereken yerde değil hala… Her şeyden önce en düşük bütçe kalemlerinden birini oluşturuyor film müziği. Yani bir anlamda “işte filmde bir müzik olmalı” düşüncesiyle müzik yapılıyor. Bu arada filmin müziğinin ille de özgün bir şey olması gerektiğini düşünüyorlar. Halbuki ne bileyim ben, mesela Hall Ashby’ in bir filmi, Peter Sellers oynamıştı: “Being There”!  Mesela Being There’de, film müzikleri Hall Ashby’in en sevdiği parçalardan oluşuyor. Yani özgün film müziği diye bir şey yok. Hani atmosfer müziği işte! “Şimdi korku sahnesinin altına biraz bir şeyler yapalım da heyecanlansın seyirciler, işte şimdi duygulansın” falan diye… Bu, yönetmenin tamamen meseleye nasıl baktığına bağlıdır. Ama neticede film müzikçisinin devreye girmesi lazım… Bizde devreye böyle girmiyor. Genellikle çok sonra giriyor. Sistem böyle ne yazık ki…

Sinan: Dünya sinemasında sound- trackler neredeyse filmin önüne geçiyor.

Orhan Topçuoğlu: Tabii canım albüm oluyor, filmden kopuyor başlı başına… Zaten bir kaç yönde bakılıyor artık film müziklerine: ya filme hizmet edecek ya da ondan sonra da kendi başına meta olması durumu var. İşte filme göre içine şarkı monte edilip o şarkıların önderliğinde satılması var. Hatta film müziğinden tamamen bağımsız insanlara yaptırıyorlar. Film müziğini başkası yapıyor, ama o şarkıları örneğin Stevie Wonder besteliyor ya da ne bileyim, Sting’e veriyorlar falan… İşin PR boyutu neredeyse bu…

Sinan: Şimdi nasıl işliyor sistem? Yani “abi ben film yapıyorum, geldim, müzik istiyorum?” Sonra?

Orhan Topçuoğlu: Müzik istiyorsun benden? Hangi aşamada geldiğine bağlı… İlk aşamadaysa öyküyü anlatırsın, duyguyu anlatırsın. “Şöyle bir şey olması gerek” dersin. Beni tanıyorsan sorun yoktur. Müzisyen olarak yaptıklarımı biliyorsan yani… Ama sadece duymuş ve gelmişsen ya da audition gibi bir şeyin içinde ben de yer almışsam… Aslında filmler, yönetmenlerin bebekleri olduğu için genellikle en iyi müziği yapacak kişiye giderler.

Ulvi: “Ben size geldim?”

Orhan Topçuoğlu: Tabi aslında şöyle olması lazım: En iyi film müziği yapan! Ticari filmler var mesela… Onların ticari müzisyenleri var. Howard Shore gibi, Hollywood’da böyle çok ünlü Joseph Williams gibi müzisyenler var. Spielberg– Joseph Williams birlikteliği gibi…

Ama diğer taraftan, ben duygumu biliyorsam yönetmen olarak; hiç tanımasam bile o duyguda bir şeyler yapmış bir müzisyeni bir yerlerden yakalamışsam…  “Bak, adamın duygusu var! Aaa, ne güzel gidiyor” diye, onunla işbirliğine giderim yönetmen olsam… Sonra da anlatırım “işte böyle bir film müziği istiyorum” ya da senaryoyu da veririm böyle bir şey var diye. Hatta anlatmakla, senaryoyu vermekle de yetinmem, bir de çektiklerimden parçalar gösteririm! Genellikle bizde her iş bittikten sonra giriyor film müzikçisi devreye. Oysa belki de kaba kurgudan itibaren film müziğinin düşünülmesi sağlanmalı…

Sinan: Bir deformasyon oluyor mu peki? Bir filmi izlerken otomatikman müziği ayırıyor musunuz kafanızdan?

Orhan Topçuoğlu: Ya onlar maalesef oluyor ne yazık ki. Bir şeye yoğunlaştığın zaman, hele ki o özellikle yaratıcı bir şeyse, tüketicisi olmak güçleşiyor.

Sinan: “Ben olsam şu filme, şu sahneye şöyle bir müzik yapardım” deniyor mu?

Orhan Topçuoğlu: “Ben olsam” olmuyor da, “ben olsam” a kadar gitmesi gerekmiyor işin ama en azından “ya bu da buraya olmamış” dediğim oluyor. Başka türlü dinliyorsun işin içindeysen… İlla yaptığın bir filmden bahsetmiyorum. Genel olarak… Benim biraz da sinemacı tarafım olduğu için sanırım, şöyle hissediyorum: Film beni yakalıyor mu yakalamıyor mu? Belli bir süre sonra, ben “ya şimdi bir plan önce kafasını sağa çevirmişti ve elinde sigara vardı, bir plan sonra ne sigara var ne bir şey” demeye başladığım andan itibaren o filmden kopuyorum. Başka bir yere gidiyorum. Bir tür yabancılaştırma efekti gibi! Bu yabancılaştırma efekti çok yoğun olduğu için hiç bir zaman dublaj film seyretmiyorum mesela…

Sinan: Ama dublaj yaptınız galiba?

Orhan Topçuoğlu: Bir zamanlar yapmıştım evet? Nereden çıktı şimdi o?

Sinan: Yani dublaj sevmiyorsunuz ama dublaj yaptınız?

Orhan Topçuoğlu: E tabi ya gençlikte neler yapılıyor sinemanın içindeysen! Ama sana bir şey söyleyeyim mi, mesela benim dublaj yaptığım zamanlarda, ki o sinemacılıkla aynı zamana denk düşüyor… İlk başlarda “ya şunun yerine sen konuşsana” filan, “bak sesin iyi” falan… E tabi baktılar ki ben zaten yönetmen yardımcısı olarak orada bulunmak zorundayım her süreçte… E nasıl olsa burada bu herif! Dublajda da burada! Gelsin konuşsun bir de dublaja para vermeyelim!

Bir de baktılar ki ben seviyorum bunu… Hani askerlikte vardır ya bir işi yapınca üstüne kalır. Aynen bu da böyle oldu. Ama o zamanlar bu çok daha içten bir şeydi. Mesela, diyalog konuştuğun zaman! İlkeldi tamam! Şimdi teknoloji çok daha gelişmiş durumda ama bilirsin işte, bire bir konuşuyordun mesela! Diyalog, ikili sahne konuştuğun zaman konuştuğun insan yanındaydı ve böyle konuşuyordun. Yani ağızlar bir! Yanı başında! Onu tanıyordun! “Bir şeydi” yani! Değiyordun birilerine…  Kısa parçalarla, amorslu parçalarla looplar geçerdi ve sen orda konuşurdun… Kırmızı ışık, iki prova, üç prova…  Kırmızı ışık yanar konuşurdun, kayıt falan filan! Tabii ki teknik kötü ama şimdi başrol konuşan giriyor kanala, kulaklığı takıyor, konuşmayı dinleyip, dış sesi duyunca başlıyor konuşmaya. Sesi ona oturtuyor, bütün kanalı konuşuyor ve gidiyor! Karşısında kim var, film nedir, hiç bir şeyden haberi yok! Sonra öbür kanala karşısındaki giriyor konuşuyor. Ne yazık ki çok iyi olabilecek dublaj çok kötü oluyor. Gerçekten çok kötü oluyor… Genel atmosferin teknik karakterini yakalayamayabiliyorlar mesela… Herkes şurada konuşuyor örneğin e burada olmaz ki o ses! Bir de işte tanıdığın insanlar oluyor bazen. Ulvi mesela,  Al Pacino ’yu konuşuyor! E olmaz ki böyle bir şey. Orkestra şefi Rahbari vardır, İranlı! Benim de çok iyi arkadaşım oldu, mesela adam müzik dinleyemiyor düşünebiliyor musun? Yani hobi olarak müzik dinleyemiyor! Çünkü dinlediği zaman “a bu basçı pes”, “yok bilmem nenin entonasyonu bozuk”, “o ritmi kaçırdı!” Eh, böyle dinleyince dinlenmez tabi bu! Hakikaten eziyet!