“Milliyet Liselerarası Müzik Yarışması pek çok gencin hayatını değiştirdi…”
Sinan: Bir saniye! Paşabahçe’de kaldık! E o zaman siz Boğazda yüzdünüz?
Orhan Topçuoğlu: Tabi canım, balık da tuttum! Hatta balıkları satamadım bile. Hani Şener’in hangi filminde vardı? Bir şey satamazdı… Domates mi limon mu ne satardı?
Sinan: Domates! Züğürt Ağa!
Orhan Topçuoğlu: Hah! Domates! Şimdi benim kardeşim var, erkek kardeşim, şahane bir heriftir! Zaten burada sokağın karşısında oturuyor. Onunla mesela balığa çıkardık. O, son derece sosyal, açık falan. Benim gibi değil yani. Ben o zamanlardan şey olmuşum! Balık tutuyoruz, istavrite çıkıyoruz. Çapari! Tak tak tak! Çapari yapıyoruz. Alıyoruz balıkları kaç kiloysa işte, getiriyoruz; livarlar vardı sandallarda… Ne yapacağız, çocuğuz? İstavritleri ne kadar tutarsın ne kadarını yersin ki? Bir heves orada leğene koyup, vapur iskelesinin karşısında bir yerde işte satacağız balıkları gelene geçene… Ben gerçekten “istavrit istavrit” ( kısık sesle) filan diye utanarak satardım. Hakikaten, Ferhan bayağı bağırırdı! Basbayağı! Olması gerektiği gibi yani… Ben niye öyleydim bilmiyorum… Yani… Belki biliyorumdur da… Uzanıp anlatmam lazım koltuğa! (Kahkahalar) Yani o zamandan o asosyallik varmış…
Ulvi: Perküsyonla mı başladı abi?
Orhan Topçuoğlu: Asosyallik mi?
(Kahkahalar)
Ulvi: Müzik yani…
Orhan Topçuoğlu: Yok davulla başladı. Davulla başladı çünkü, perküsyon… Şimdi böyle şeyleri söylemekten hoşlanmıyorum ama perküsyon… Eee… Türkiye’de enstrümancı bazında benim jenerasyonumla başlamıştır. Tabi iki benden önceki jenerasyon sayılabilir Okay…
Sinan: Okay Temiz?
Orhan Topçuoğlu: Okay evet… Şu anda 70 küsur yaşında falan olması lazım… Ama o başka bir şey o… O solist! Yani kendini ifade etme biçimi olarak onu seçmiş. Ben sadece eşlikçi, sessioncu, şucu bucu olarak söylüyorum. Perküsyoncu kavramı 1980 sonlarında falan oturmaya başladı Türkiye’de. Daha önce böyle bir şey yoktu. İşte davul çalanlar, perküsyon gerektiği zaman onu da vururlardı. Kayıtlarda da böyleydi bu. Ben de davulla başladım. Doğal olarak… Çünkü, öyle bir enstrüman görmemiştim yani? Ne bileyim ben o yaşlarımda, bu işe heves ettiğim yaşlarda? Ya da diyelim ki Marlin Mazur ’u, o tip hani böyle büyük görsel showlar yapan işte Nana’yı şunu bunu görmüş olsaydım belki heves ederdim büyük ihtimalle ama öyle bir şey görmemiştim ben.
Gerçi o zaman da vardı tabi, Scotch Club diye bir yer vardı Maçka’da. Böyle hani aileyle gidilen düğünler vesaireler, nikahlar yada doğum günleri gibi partiler olur ya… Onların bir tanesinde deli gibi böyle sahnenin yanında durup davul çalan, şarkı söyleyen Salim Dündar ’ı seyrettim, O zaman onun Salim Dündar falan olduğunu bilmiyorum. Zaten çok sonra da bilmiyordum da, sonradan kafamın içinde oturturdum. O’nun Salim Dündar olduğu gerçeği çıktı. Çok hoşuma gitti bu.
Her çocuğun davula karşı bir sempatisi vardır, doğal olarak vardır yani… Hani kimse ilk başta piyano çalayım ya da gitar ya da keman demez… Ama davul… Her zaman cazip bir şeydir erkek çocuklar için. Benimki cazipliğin ötesinde bir şeymiş demek. Neticede İstanbul Erkek Lisesi’nde okul orkestrasına girdim. O zaman Milliyet’in Liseler arası Müzik Yarışması vardı meşhur. Akşam’ın da tiyatro yarışması vardı aynı yıllarda. Şahane bir şeydi bu ikisinin olması. Bir gazetenin böyle bir şeye önderlik etmesi, adını sürdürmesi… 2010 dayız şimdi ve öyle bir şey yok artık biliyorsun… Oralardan bir sürü insan çıktı. Osman İşmen’den bilmem kime kadar çok fazla… Şu anda ismini sayamayacağım bir sürü insan çıktı oradan. Daha doğrusu şöyle oldu… Oradan müziğe hobi olarak değil, yaşam biçimi ve meslek olarak devam ettiler. Orası çok güzel bir arenaydı onlar için. Ben orada çok fazla insanı, Necdet Altınçizme ’yi bile orada tanıdım. Şimdi Altınçizme Elektroniğin ilk kurucusu! Sahnede dururdu böyle… Aletler o zaman sahnedeydi. Yanımızda böyle ayar mayar yapardı.
Biz o zaman finale kalanlar, İstanbul, Ankara, İzmir falan bir kaç kent dolaşırdık. Türkiye çapında finale kalanlar… Mesela Tarsus Amerikan Koleji de vardı bizimle birlikte finale kalanlar arasında. Tarsus Amerikan Koleji’nin davulcusu da Ayhan Sicimoğlu’ydu mesela! Final yarışmasının sunucusu Mehmet Ali Birand ’dı. Öyle başladı müzik davul falan… Sonra ben… Eee? İyi ki de müzikten konuşmayacaktık ha?
Ulvi: E konuşalım tabii abi… Yakalamışken seni…
Orhan Topçuoğlu: Eh, tamam. Sonra ben, bu iş hoşuma gidince, babama “bana davul takımı alır mısın” dedim. O’ da “olur” dedi. Şahane insanlardı ya… Hakikaten şahane insanlardı ikisi de… Sadece bunu yaptıkları için değil…
Sonra okul orkestrası bitti… O sırada Dönüşüm diye bir ekip kurulmuş. Alman Lisesi kökenli Halit Kakınç ve Muhtar Turan… Dönüşüm iki kişi tarafından kurulup, genişlemeye başlamış. Kakınç’lar okulu bitirmişler sonra… Biz de bitirmişiz… O zamanlar müzik daha çok Moda civarında konuşlanırdı. Moda, Bağdat Caddesi, işte Borsa Pastanesi, bir de Kars Pastanesi… Bahariye’de! O şimdi hani Türk popu, pop- rock vs akımlarda resimlerini bildiğiniz, isimlerini bildiğiniz insanların yüzde doksanı bu civardandır.
Mesela Budak Sineması ’nda konserler olurdu. İşte oralarda çocuklarla tanıştık ve Dönüşüm’e başladım ben. Başlayınca birden bire iş profesyonelliğe döndü. Gerçek anlamda profesyonel olmasa bile, profesyonelleşmeye başladı. İşte ondan sonra yürüdü iş… Halit ve Dönüşüm Orkestrası… Derken sonra turneler… O arada başkaları girdi devreye… Esin Afşar girdi mesela ki, o sıralar da ünlüydü…
Sinan: Peki Klasik Müzik?
Orhan Topçuoğlu: Klasik müzik daha yok o aralar. Klasik müzik yok! Pop vs. onlar devam ediyor…
Sinan: Caz var mı?
Orhan Topçuoğlu: Caz da yok! Cazın ne olduğunu ben zaten yeni yeni anlamaya başladım.
Ulvi: Anadolu rock falan?
Orhan Topçuoğlu: Anadolu rock var… Zaten o anda yaptığımız üç aşağıya beş yukarıya Anadolu rock…
Ulvi: Pop dedin de? O dönemin popu Anadolu rock anlamında mı?
Orhan Topçuoğlu: Tabi ama biz o zamanlar kendi yaptığımız işin adını Anadolu rock diye koymamıştık. Cem de koymamıştı, Moğollar da koymamıştı. Anadolu rock yapıyoruz diye bir şey yoktu. O daha sonra galiba, bir isimlendirme aşamasında, sınıflamayla sonradan tanımlanan bir şey… Biz o sırada çıkıp bir şeyler yapıyoruz işte… Derken Dönüşüm zamanı sonuna doğru, oradan daha fazla para kazanma derdi doğdu. Çünkü bunlar ne kadar profesyonel bile desen, neticede amatör gruplar,,, Çıkıp bir yere gidip çalıp, para kazanamıyorsun. Konser veriyorsun işte, yapabildiğin bu… O yerlerde kaç para alınır ki yani? Genç adamsın sonuçta… Sonra yavaş yavaş daha popa kayıp daha iyi para kazanma durumu çıktı. 70 ortaları falan Behiç- Levent Altındağ Orkestrası vardı. Şimdi ikisi birbirleriyle konuşmuyorlar. Behiç Altındağ ve Levent Altındağ… Yaklaşık 30 senedir falan küsler, ama o zamanlar öyle bir grupları vardı, o gruba girdim ben. Davul çalıyordum, bateri çalıyordum ve ilk orada başladım ben Sezen’le çalışmaya. O zamanlar Egemen Bostancı ’nın önderlik ettiği Hürriyet Gazetesinin “Sılanın Sesi” konserleri vardı. Biz “Sılanın Sesi” konserlerinin eşlik grubuyduk. Ona çal, buna çal vardır ya… Öyle bir şey! Oradan yavaş yavaş, 80’lerde falan derken, benim ilgim hem kafa olarak hem de ticari olarak perküsyona yönelmeye başladı.
Daha görsel ve daha artistik bir şey perküsyon. Hepimizin içinde teşhircilik var ama benimki daha fazla sanırım! Her şeyi sattım! Davulu mavulu, ıvırı zıvırı… Almanya’ya gittim. Yine bir müzisyen olan Turgay Çevikoğulları vardı, O’nun dükkanından param neye yetiyorsa aldım perküsyon aleti olarak. Sonra geldim ve dedim ki “arkadaşlar artık perküsyon çalıyorum, böyle bir saz var, ben perküsyon çalacağım” İşte böyle böyle,.. Tabii ki şöyle bir avantajı var, perküsyoncu olmadığı için ben “perküsyoncuyum” dediğim zaman “buyur gel” oluyordu. O zaman zaten öyle çok fazla müzisyen de yoktu. Mesela ben Sezen’in bir konserinde çalıp, perdenin arkasından sürünerek son parçanın ortasında kaçıp, gece kulübüne Nükhet’e çalmaya gittiğimi biliyorum… Şan’dan çıkarsın falanca yere…