“Bir Şahane Adam…”

0
339

“Müzik sevmeden yapılmaz ki kardeşim! Sevmiyorsan yapmayacaksın! Yap-ma-ya-cak-sın! Yapma o zaman! Yap-ma!”

Orhan Topçuoğlu: Neyse daldan dala atladık da, bütün bunlardan sonra bu pop müzik grupları oluşmaya başladı. Festivaller falan… Tabii o zaman festivaller bünyesinde büyük orkestra olunca, doğal olarak Senfoni Orkestrası elemanları da gelip çalıyorlar… Park Otel’in altında bir balo salonu vardı. Büyük provalar orda yapılırdı. Eh orkestranın sığabileceği yer lazım, çünkü sahnede 50 60 kişi olurdu… Orada bir gün çalıyoruz işte, hangi festival hatırlamıyorum şimdi, ben de perküsyon çalıyorum… Orada Senfoni Orkestrası da var ve Senfoni Orkestrası’nın o zamanki müdürü… Şahane adamdı, Mükerrem Berk var… Mükerrem Berk flütçü. Ankara’dan gelmiş İstanbul Devlet Senfoni’ye… Eskiden “şehir orkestrası” olan ve orkestranın devlet orkestrası olmasındaki kilit adam!

Sinan: Devlet Senfoni önce şehir orkestrası mıydı?

Orhan Topçuoğlu: Tabi önce şehir orkestrası! Devlete geçmesi 72 yılında oldu. Daha önce belediyeye bağlı şehir orkestrasıydı. Cemal Reşit Rey kurmuş işte… Neyse… O sırada Orkestrada yine oturuyoruz. Var işte 40 kişi 50 kişi, öyle bir şey… Devlet Senfoni Orkestrasından gelenler var. Fakat Devlet Senfoni Orkestrası yaylı ağırlıklı olduğu için diğer nefesliler, hele vurmalılar hiç yok…

Öyle uzaktan kesmiş beni belli ki Mükerrem Bey. Durup dururken bana “evladım ne yapıyorsun sen?” dedi… “Nasıl efendim?” dedim… “Hani yani nasıl, ne yapıyorsun, nerede çalışıyorsun?”… İşte anlattım ne yaptığımı. “Sen Senfoni Orkestrası’na gelsene?” dedi… “Efendim?” dedim ben! Nasıl yani? Durup dururken, böyle Senfoni Orkestrası?… Dedim “ben yapamam!”… “Yaparsın” dedi…

Sinan: Klasik müzik alt yapısı var mıydı ki?

Orhan Topçuoğlu: Hiç öyle bir alt yapım yok! “E peki nasıl olacak?” dedim ben. “Sen uğra bana hele de şu giriş sınavlarını konuşalım” dedi. Gittim… Anlattı bana işte yönetmeliklerdir, şunların çalınması lazım, şu lazım, bu lazım… Fakat tabii benim ne alt yapım var ne bir şeyim var… Hiç bir şeyim yok klasik müzikle ilgili! Haaaa, dinlemişliğim var tabii! Babamda long playler vardı, hatta ibiş derdik ona biz çocukken… “İbiş”i dinlerdik! 1812! Öyle bir kaligrafiyle yazmışlar ki, “1812” çocukken ibiş gibi okurduk onu biz… Yani babamdan ötürü var, biraz kulak dolgunluğu var ama… Mesleki olarak kafamda yok öyle bir şey klasik müzikle ilgili! Formasyon da yok zaten… Tamam, nota okuyorum da… Bu başka bir şey! Senfoni Orkestrası!

Neyse sınav tarihi belirlendi. Biz de o yaz çok şahane bir grupla Bodrum’a gittik. Emin FındıkoğluNeşet RuacanNükhet RuacanYaz Baltacıgil, ben… Bu kadar sofistike bir grup ta hakikaten zor bulunur yani…

Ulvi: Dinleyen vardı ama? geliyordu değil mi insanlar?

Orhan Topçuoğlu: Maalesef yoktu! Bu grubun da kendi adına şöyle bir şanssızlığı vardı… Ama şimdi bak Emin hoca Bodrum çarşısının içinde Han Restaurant diye bir yerle konuşmuş anlaşma yapmış… Girdik Emin’in evinde provalar yapıyoruz ama… Çaldığımız en esnaf parça Astrud Gilberto ’dan! Bossa Nova!… Böyle bir repertuar var! Bu grup başka ne çalabilir ki zaten? Emin’in lead ettiği gruptan? Nükhet şarkı söylüyor, Neşet çalıyor… Olacak iş değil! Ha, şöyle de bir avantaj var: İşletmeci de o sırada iki kişi… Birinin karısı Amerikalı ve çocuklar Amerikalı. Han restaurant çok ilginç bir yerdir. Dış kapıdan bir avluya giriyorsun… İki katlı taş bina! Ortada işte bayağı üstü açık avlu… Avlunun ortasında da bar var. Mekân çok orijinal! Biz başladık çalıyoruz; bir gece iki gece, üç gece, dört gece… Kimse gelmiyor! Gelenler de öyle duruyorlar! Biraz durup gidiyorlar! İşletmeci geldi… “Arkadaşlar bir şey söyleyeceğim… Ben çikolatayı çok severim…” Bakıyoruz suratına… Devam etti: “Siz harika bir Suchard çikolatasısınız! Evet, ama Suchard çikolatası bu kadar yenmez ki abi?” Biz dört aylığına gitmiştik, 20 gün sonra döndük…

O arada da ben Senfoni Orkestrası’nın sınavlarına hazırlanıyorum… Davul parçalarını söküp timpani yapıyorum kendime… Giriyorum bir odaya, ping ping vuruyorum işte bir şeyler… Neyse…  Girdim sınava! Felaket bir sınavdı! Olacak şey değil, köpeğin önüne atsan yenmez yani… Ama işte adam, Mükerrem Berk…  Kafaya koymuş işte… “Bu herif düzgün bir herife benziyor, yararlı olabilir… Hani müzisyen olarak da yararlı olmasa bile en azından sorun çıkartmaz!” Bu arada ülkede de adam yok! Konservatuarda vurma saz bölümü yok düşünebiliyor musun? Ha, bu benim söylediğim de 1976 da oluyor bak! 1930 da olmuyor!

Öylece orkestraya girdim sonra çok fazla sevdim… Dediğim gibi ben orda olmak istiyorum! Hayatım boyunca orda olmak istedim! Başta biraz yabancı geldi tabii… Çok ağırdı. Alışmışsın tabii dışarıda oh, oraya git buraya git para kazan… “Bu ne ya?” durumu var tabii ilk başlarda… Ama zaman içerisinde onun öyle olmadığını anlıyorsun…

On yıl Senfoni Orkestrasının Program Yönetmenliğini yaptım. Yönetim Kurulu’nda… Bizde Yönetim Kurulu Orkestra’nın içinden seçilir yasa gereği… 5 kişilik Yönetim Kurulu ve herkesin görevi var. Ben Program Yönetmeniyim.  Program Yönetmeni’nin görevi; çok iddialı bir biçimde konuşuyorum, artistik yönetmen gibi… Çünkü Türk orkestralarında “artistik yönetmen” gibi bir unvan olmadığı için, yasa programı yapma görevini yönetim kurulundan birine vermiş. Biçimsel olarak öyle vermiş ama onun altını doldurabiliyorsan doldur! Benim de çok hoşuma gidiyordu bu işi yapmak. Çünkü prodüktörlük gibi bir şey düşünsene, elinin altında orkestra var! Sen bir şey öneriyorsun, düşünüyorsun… Sponsor da devlet! Çok az para veriyor vakıa ama… Sonra daha ileride daha iyi paralar, güzel sponsorluklar bulmaya başlayınca imkânlar daha fazlalaşıyor.

Bir şey düşünüyorsun, “bu çalınsa nasıl olur?” diyorsun… Çaldırıyorsun! Zevke bakar mısın?

ECM‘in hiç unutmuyorum, Michelle Makarski diye bir kadın vardı… Kemancı kadın. O’nun çaldığı Keith Jarret’ları vardı… Ben onları çaldım Senfoni’de. Çok seviyordum çünkü! Yaylı sazlar orkestrasında onları çaldırdım. İl Postino ’yu seyretmişsinizdir… İl Postino’ nun müziklerini yapıp Oscar alan Luis Bacalov diye bir adam var. Bir mess yazmış herif! Bayağı bildiğimiz mess! Ayin yani,,, Büyük orkestra ve koro için, solistler için. İşte klasik mess formunda… Klasiktir o yani, İsa’ya yakarış ne formları vardır… Bizim büyük saz eserleri gibi düşün. Aynı formda herif bir mess yazmış, Bariton, soprano, bandonin için… Tango Mess! İsmi “Missa Tango”. Şahane bir şey! Mesela onu çaldırdım ben burada… Eğer dinlemedinizse size ayrıca bir kopyasını armağan edeyim. Bizim çaldığımızdan değil, Deutche Gramaphon’dan çıktı… Placido Domingo söylüyor bariton partisini. Şahane bir eser!

Şunu demek istiyorum ki artık bu başka bir şeye dönüşmeye başlıyor bir süre sonra… Para kazanma işi değil bu. Yaşamın içinde öyle duruyorsun, başka türlü duramıyorsun…Çok şanslıyım! Bu benim hobim olarak da kalabilirdi,,,  X Y Z nedenlerle, bir sürü parametreyle ben ne bileyim bir kimya mühendisi ya da İETT’de şoför olabilirdim?… Müzik benim hayatımda olsa diye kıvranırdım… Şimdi müzik hayatımda! Ve bir de üstüne para alıyorum bunun için! Yani bu hakikaten bonusların en ötesi! O açıdan kendimi çok şanslı hissediyorum!

Bakın şundan nefret ediyorum… Ne yazık ki bu çok büyük ölçüde, her tür müzikte var… “Orhan ne haber,  nereye gidiyorsun?”… “Ya of ya,  akşam gideceğiz işte çalacağız!”,,, “Üf!  Saat kaç oldu ya! Ne zaman 12 olacak ta eve gidip yatacağız?!”

Bak şimdi! Bak şimdi! Çaalma abi! Ulan çalma! Çaalma! Kimse seni zorlamıyor! Yani sen mimarlık yazdın da müzik fakültesi çıkmadı ki seçme yerleştirmede! İ….! Seçmişsin o işi yapmayı!  En önemlisi sen seçmekle kalmamışsın, hasbelkader o da seni seçmiş! Müzisyen olabilmişsin sonunda! Ne kadar az insanın başına gelen bir şey bu… Ne ulan bu pozlar? “Üff yine konser çalışacağız!”  Eee? Ne yapacaktın başka? Ulan çal, bir de mutlu ol! Ha tabii ki mutsuz olacağın konserler de olacak? Ama abi zaten genel olarak orada olmak şansı tanınmış sana? Bunun keyfini çıkar! Ama i….ler sevmiyorlar o işi! Sevmiyorlar!

Tamam, kimya mühendisliği sevmeden yapılır, sekreterlik sevmeden yapılır… Müzik sevmeden yapılmaz ki kardeşim? Sevmiyorsan yap-ma-ya-cak sın! Yapmayacaksın!

Sinan: Bu yeni jenerasyondan gördüğünüz bişi mi?

Orhan Topçuoğlu: Yok, yok ya genel olarak gördüğümüz bir şey… Tabii yeni jenerasyonun çok büyük şanssızlığı var… Çünkü yeni jenerasyonun iş sahası yok! Herhangi bir müzikte yok!

Sinan: Niye yok?

Orhan Topçuoğlu: Pazar! Arz-talep! Klasik müziğe gelirsen, klasik müzikle ilgili çok büyük sorunlar var.  Bir kere Müslüman mahallesinde salyangoz satıyorsun! Çünkü bize ait olmayan bir kültürün bize ait olmayan ürünlerini ancak entelektüel bir biçimde öğrenmiş insanlara satabiliyorsun…

Oysa sen içgüdüsel bazda kendi müziğini tüketiyorsun… Toprağının müziğini, öğrendiğin müziği, sana öğretilmiş müziği tüketiyorsun, üretiyorsun… Oradaki alışveriş daha doğal bir şey… Bu öyle değil ki? Bu tamamen entelektüel bir şey… Çalanlar da öğrenmişler, dinleyenler de öğrenmişler… Caz müziği de öyle bir şey… Ancak dinleyerek, eğitilerek, okuyarak, o müzikle ilgili bilgi alarak dinlenebilir ve tüketilebilir bir şey…  Buna rağmen, bir sürü konservatuar var, bir sürü arkadaş mezun oluyor oradan. Ne yapacakları belli değil. Kadınlar en fazla evlenip çocuk sahibi oluyorlar da… Erkekler ne halt yiyecek para kazanmak için? Yani çok fena durumdalar… Hakikaten öyle… Yurt dışında da böyle… Her mezun olan iş bulamıyor ki? Herkes kuyrukta bir orkestraya girmek için… Orkestralar kapanıyor işsizlikten ve insanlar orkestralara girmek için sıra bekliyorlar, işsiz kalıyorlar… Böyle tuhaf bir durum var ortada…

Sinan: Türkiye’de klasik müziğin şansı ve geleceği var mı sizce?

Orhan Topçuoğlu: Yok tabii! Niye olsun canım? Tabii yok! Tabii ki yok! Çok saçma bir şey yani! Çok! Bak, kendim zorlayarak ve imkânlar bularak yurt dışında uluslar arası bir toplantıya gittim. Avrupa Orkestralar Birliği’nin organizasyonu… İki kere gittim. Bir tanesi Strasbourg’da bir tanesi Glaskov’da… Ve burada çok tuhaf şeyler gördüm…

Herkes aynı şeyden şikayetçi, “Kimse gelip bizi dinlemiyor!” İnsanlar tuhaf tuhaf şeyler yapmaya başlamışlar, çıkıp bunları anlatıyorlar.

Mesela orkestra konserlerini, bütün hafta içinde sirk olan bir mekânda yapmaya başlamışlar… İşte insanların oraya gelmeye ayağı alıştığı için bize de gelsinler diye. Bu ne kadar garip! Garip! Garip yöntemler bunlar! Ben de en sonunda dayanamadım söz istedim bir toplantıda ki İngilizcem falan öyle bir toplantıda konuşmak için yetersizdir… Bu arada toplantı Avrupa Parlamentosu binasında oluyordu ve ben Avrupa Parlamentosu’nda kalkıp bu konuda konuşan belki de ilk Türk olmuşumdur…

Dedim ki “arkadaşlar anlattıklarınızdan ben şu sonucu çıkartıyorum: biz bu işi yönlendirme pozisyonunda olan insanlar olarak, bir tür  müze yöneticileriyiz. Klasik müzik bir tür müzedir!” Biri kalktı “Ne o? Müzelerden hoşlanmıyor musun?” dedi…  “Müzelerden niye hoşlanmayayım? Bayılırım! Ama onların müze olduğunu bilirim…”

Yani müze işte! Mutlaka ziyaret edilmesi, mutlaka oradan bir şeyler alınması gereken bir müze! Ama gündelik dinamizmin, gündelik yaşam biçiminin içinde hiç yeri yok! Eskiden varmış… Eskiden bunlar gündelik yaşam biçiminin ürünleriymiş, popüler kültür ürünleriymiş yani ? Evet, üç aşağı beş yukarı, o zamanki popüler kültür bu… Tabii ki bugünkünden daha sofistike bir popüler kültür, ama neticede popüler kültürün ürünleri… Peki şimdi biz popüler kültür günlüğümüzün içine nasıl sokacağız bu müziği? Burada yanlış bir şey var? Bak, reklamcı tabiriyle hedef kitleni bileceksin ve malı ona göre satacaksın! “Efendim Anadolu’ya klasik müziği götürelim!” N..h götürürsünüz siz klasik müziği! Nereye götürüyorsun? Bin defa yapıldı işte! Ağrı Dağı’nda şey müziği konseri! Bak şimdi! O mekânla tabii dekor olsun diye yapılan bir şey bu… Yoksa oradaki adam gelsin dinlesin diye değil? Yani niye dinlesin herif o müziği ya? Ha? Niye dinlesin kardeşim?

Sinan: Urfa, Urfa olalı böyle eziyet görmedi?

Orhan Topçuoğlu: Hah! Aynen bu lafla… Hakikaten görmemiştir yani…Yemeğe geçeyim mi yavaş yavaş? Acıktınız mı?