Benim kuşağım Oğuz Aral’ın efsanevi Gırgır Dergisi ve onun her biri yeni ufuklar açan karakterleriyle büyüdü. Zihni Sinir o karakterler arasında çok özel bir yere sahipti. En karmaşık ihtiyaçlar için en basit çözümlerle karşımıza çıkan Zihni Sinir, bizleri mizahla yaratıcılığın iç içe geçtiği çok farklı bir düşünce dünyasına davet ediyordu. Zamanla tüm karmaşık sorunlara bulunan basit çözümler için “Zihni Sinir projesi” ifadesini kullanır olduk. Gırgır’ın çok geçmişte kaldığı bugün, karikatürlerini görmeyenler bile Zihni Sinir’i hiç değilse “ismen” tanıyorlar.
Zihni Sinir’in yaratıcısı İrfan Sayar ile Kadıköy Yeldeğirmeninde bir cafede buluştuk. Randevumuz saat 10:00 da olmasına rağmen, 09:45’te cafeye geldiğimizde İrfan Bey çoktan gelmiş, ikinci çayını yudumluyordu.
Oldukça sakin bir ses tonuyla konuşan, hani eskilerin deyişiyle gerçek bir İstanbul beyefendisi İrfan Sayar. Kafasındaki karmaşık konuları, karşısındakine mümkün olan en basit cümlelerle anlatmaya özen gösterirken hayli mütevazı. 1977’de başlayan Zihni Sinir serüvenini bütün heyecanıyla sürdürüyor. Çocuklara karmaşık teknolojileri basit anlatımlarla aktarmaya, yaratıcılığı harekete geçirmeye dönük yeni projelerin peşinde.
İrfan Sayar ile Zihni Sinir’i ve Türkiye’de yaratıcılığın geliştirilmesinde karşılaşılan zorlukları konuştuk. Zihni Sinir’i ve yaratıcısı İrfan Sayar’ı biraz daha yakından tanımak isteyenlerin seveceğini umduğumuz uzun bir sohbete hazırsanız, alın çayınızı kahvenizi, buyurun sohbete…
Keyifli okumalar…
Röportaj: Sinan Dirlik
(Yayına hazırlamamıza katkıda bulunan Edibe Buğra’ya teşekkürler)
Sinan: Ortalama her Türk vatandaşı, daha konuşmaya, hatta elini kullanmaya başladığında ilk olarak ; “Fazla merak iyi değildir! Aman kurcalama, karıştırma, bozarsın!” uyarısıyla karşılaşır. Sonraları, biraz düşünmeye başladığında da malum, “başımıza icat çıkarma!” denmeye başlanır., Kurcalayanların, icat çıkaranların pek sevilmediği bir coğrafyada Zihni Sinir çok cesur proje değil mi?
İrfan Sayar: Evet, öyle de diyebiliriz tabii. Ben Zihni Sinir’i insan ve alet, insan ve eşya ilişkisini sorgulayan, yaratıcılığı ön plana alan bir karakter olarak konumlandırdım. Aslına bakarsan başlangıçta herhangi bir çılgın, uçuk profesör tipi gibi başlamıştı, zaman içerisinde özgün bir karakter haline dönüştü. İşin içine insan- alet ilişkisi veya eşya-insan-teknoloji ilişkisi girince, ister istemez “yaratıcılık” ön plana çıkıyor. İnsan ve teknoloji arasındaki ilişki paradoksal bir mesele gibi de görülebiliyor. Hatta zaman zaman teknolojiden nefret ediyor insan. Ama günün sonunda teknolojiye de ihtiyaç duyuyor. Bütün bu durumların komiğini de içeren bir tip olarak karşıma çıkmış oldu Zihni Sinir.
Sinan: Zihni Sinir, klasik komik karikatür tiplemesinin çok ötesinde; kafanızdaki projeleri şematize etmek için yarattığınız bir aktarıcı, bir araç gibi geliyor bana?
İrfan Sayar: Çok doğru. Karikatürün de çeşitli dilleri olabiliyor. Popüler mizah dergilerinin, Oğuz Aral ile başlayan farklı bir dili var. Herkesin anlayabileceği bir dil bu ve yapmak istediklerimi aktarmak için ben de o dili kullandım. İnsan- alet arasındaki ilişkiyi sorgularken aynı zamanda kendimi ve insanı da sorgulamaya çalıştım. İnsan- alet ilişkisi içerisinde ortaya çıkan paradoksal durumlar bizi komik hallere sokabiliyor. Mesela bilgisayar teknolojisine karşı olduğunu söyleyen edebiyatçılar var. “Ben duygularımı bilgisayar gibi soğuk bir aletle değil, benim sevgili, sevimli daktilomla anlatabilirim” düşüncesi… İyi de daktilodan önce kalemle yazıyordu yazarlar. Emin ol, bir dönem “bu paslı demirlerle, mekanik düzeneklerle duygu nasıl aktarılabilir ki?” diyerek onlar da daktiloya karşı çıkmışlardı. Halbuki insan teknolojiye hâkim olduğu müddetçe her şeyi evirip çevirebiliyor ve daha elverişli şeyler ortaya çıkarabiliyor. Çekiç parmağımıza değdiğinde nasıl canımız acıyorsa, teknolojiye yenik düştüğümüzde de benzer bir durum çıkıyor ortaya ve teknolojiden nefret ediyor, doğaya kaçıyoruz. Ama bu sefer de ayağımıza diken batınca teknolojiye ihtiyaç duyuyoruz. Böyle bir tuhaflık var. Zihni Sinir ne yapıyor, bunu nasıl bir dil ile anlatıyor? Her şeyden önce yaratıcı olma konusuna vurgu yapıyor. Bu çok önemli! Sonrasında da bakış olarak, burada çıkan şeyleri mizahi dille anlatmaya çalışıyor. Aslında ben bunları üç unsuru; mizah- fonksiyonellik- estetik unsurlarını mutlaka barındıracak biçimde nesne haline getirdikten sonra, ek olarak da neşelendirsin, mizahi birer heykele dönüşsünler diye tasarladım. Sonuçta Zihni Sinir ironik bir bakış açısıyla, mizahın o abartmaya gayet elverişli özelliğinden de yararlanarak birer projeye dönüşen çizimler olarak ortaya çıktı.
Sinan: Ama bakıldığında mantıksız, uygulanamayacak şeyler çıkmıyor!. Ne kadar absürd görünürse görünsün, her biri gayet uygulanabilir şeyler..
İrfan Sayar: Evet!. Bazılarında fonksiyonellik çok ön plana çıkabiliyor, içinde biraz mizah barındırabiliyor. Bazen estetiğin geri plana atıldığı da olabiliyor. Şimdi şöyle bir şey yapıyor Zihni Sinir: ilk başta sorunu keşfediyor. Bakınca “Hakikaten böyle bir problemimiz var” diyebiliyor insan. Bir anlamıyla insanların tam dilinin ucundaki soruna atlıyor Zihni Sinir.
Sinan: Siz sonuçta bir ihtiyaç tespit ediyorsunuz ve o ihtiyaca dönük bir üretim projesi hazırlıyorsunuz aslında?
İrfan Sayar: Evet o üretimi yaparken de mizaha doğru kayıyor Zihni Sinir ve orada geliştirdiği şeyle bizi gülümsetebiliyor. Çözüm olarak beklenmedik bir şeyle karşılaşıyorlar çünkü. Beklenmedik ama yine de kendi içinde bir mantığı da var… Böyle olunca da sıcak bir ilişki başlıyor okuyucuyla., Zihni Sinir kendisini geri çekiyor ve “bana gülün” diyor ama “buradan ilerlerseniz, daha iyisini, daha doğrusunu siz yaratabilirsiniz” bakışını da veriyor. İnsanlar direkt olarak “bunu şöyle yapman gerekiyor” lafını duymadıkları için sempati ile yaklaşıyorlar Zihni Sinir’e.
Sinan: Sabit bir yönerge sunmuyor Zihni Sinir? Sadece “böyle de olabilir” deyip bırakıyor?
İrfan Sayar: Evet kendi farklı bakış açısıyla problemi çözmeye çalışırken, kendisini komik durumlara atmaktan da çekinmeden misyonuna devam ediyor. Böylelikle sizdeki yaratıcılığı da körüklemiş oluyor. Zihni Sinir’in asıl misyonu da bu zaten… Yaratıcılık herkeste doğal olarak, doğuştan gelen bir özellik! Zaman zaman çeşitli şekillerde körelebiliyor, onu yeniden harekete geçirebilmek için bazen sadece biraz kurcalayıp tetiklemek gerekiyor. İşte Zihni Sinir bunu mizahi şekilde yapıyor.
Sinan: 1977’de, toplumun son derece politize olduğu, sosyal patlamaların yaşandığı bir ortamda doğdu Zihni Sinir. Gençler kitleler halinde politik örgütlerin etki alanına giriyordu. Her örgüt de kendi düşünce sistematiğini geçerli kılmaya, üye ve sempatizanlarını kendi ideolojisine göre formatlamaya çalışıyordu. Örgütlerin, örgüt liderlerinin nasıl düşünmemiz gerektiğini dikte ettiği, sorgulamanın ve bireysel aklın pek de hoş karşılanmadığı bir ortamda Zihni Sinir diye bir adam “farklı düşünebilirsin” diye çıktı ortaya. Nasıl bir tepki aldınız?
İrfan Sayar: Doğru. İçimde zaten kendine güvenen bir karakter vardı. Gırgır Dergisi’ne girdiğimde ilk Engin Ergönültaş’la karşılaştım. İlban vardı, Nuri Kurtcebe vardı. Çok eskilerden de Polat abi vardı. Bunlar dışında pek kimse yoktu. Engin’le çok samimi olduk. O Kuzguncuk’ta oturuyor, ben de Üsküdar Doğancılar’da bir evde kalıyorum. Öğrenci evleri olduğu için de sürekli beraber oluyorduk. Sonradan Hasan Kaçan, Behiç Pek, Sarkis Paçacı, Latif Demirci de bize katıldı ve artık altı kişilik bir grup halinde dolaşmaya başladık. Sürekli beraberdik, aynı sinemaya gidiyoruz, aynı kitapları okuyoruz filan… Sola sempati duyuyoruz ama herhangi bir örgüte üye olmama gibi bir kararımız vardı. Bu da bize serbestçe eleştiri yapabilme rahatlığı getirdi.
Sinan: Herkesin “toplu düşünmeye” başladığı bir ortamda farklı düşünceye övgü, farklı düşünebilmeyi temel alan “bağımsız bir grup” olmak o dönemin şartlarında nasıl bir şeydi?
İrfan Sayar: Bir yandan grup olarak çok radikal bakışınız olabiliyor ve bu sizi tatmin edebiliyor. Ama öte yandan baktığınızda, tek başınıza değil bir grup olduğunuz için de ister istemez problemler çıkıyor. Ben aslında, o sırada şöyle bir şeyi sorguluyordum; “biz Beatles mı olacağız yoksa Crosby, Stills, Nash&Young tarzı bir grup mu olacağız?”. Bana ilginç gelen yanı, orada herkes bireysel olarak varlar, birbirlerinin albümlerine destek veriyorlar, zaman zaman da grup albümü olarak çıkıyorlar. O yapı, o birliktelik daha elverişli bir şeymiş gibi geliyor bana. Hem birbirini destekleyerek sosyal bir yapı oluşturuyorsun, hem de bireysel, farklı bakışları canlı tutabiliyorsun. Mesela Gırgır’dan ayrıldıktan sonra, 6 kişilik keskin grup ile Mikrop Dergisi’ni çıkarırken böyle bir şey gerçekleştirmiştik ve burada Engin başat karakterdi. Sonra -Gırgır’ın kapanması sırasında- Ercan Arıklı ile Hıbır Dergisi’ni çıkartma aşamasında Engin’e haber vermeme kararı aldım. Çünkü istiyordum ki o grup tehlikesi içinde kendimiz kapalı kalmayalım, herkes yine bireysel özgürlüklerini yaşasın. Bireysel akılla ilgili olarak biraz önce söylediğiniz şeyler önemli aslında. Hem bireysel olarak bakış açınızı sağlıklı tutmanız, hem de grup olabilmelisiniz. İkisi bir arada yapılabilir… Yeter ki o grubun içindeki insanlar da bunu anlayabilecek formasyonda olabilsinler.
Sinan: Türkiye açısından biraz erken bir doğum gibi görünüyor. İnsanlar ancak 80 Darbesi’nden sonra bireyselliklerini keşfettiler ki orada da ağır savrulmalar yaşandı. Ama sizde sağlıklı bir “bireysel akla övgü” yaşanmış daha 70’lerin sonunda. Peki o dönemden bu döneme baktığınız zaman Türkiye nasıl mesafe kat etti? Ya da mesafe kat etti mi?
İrfan Sayar: (Gülüyor) Mesafe olarak kat etti ama ne tarafa doğru kat etti problemi var. Müthiş bir geriye gidiş var. Felaket! Bir şeylerin sabit olması gerekiyor tasarımcı açısından. Oysa statik bir yapı olmalı ki onun üzerine kurabilesiniz her şeyi. Şu anda her şey oynak!
Sinan: Kaygan?
İrfan Sayar: Evet. Nereden ne tarafa doğru ne yapacağınız belli değil. Yani diyelim keserek üçgen yapmayı düşündüğüm bir kontrplak alıyorum. İşe başlamak üzereyken biri kontrplağı alıyor yerine pamuk veriyor.
Sinan: Neye bağlıyorsunuz bunu?
İrfan Sayar: Çok sebebi var. Mesela coğrafi konum olarak Anadolu, doğu ile batı arasında bir köprü konumunda. Geliş gidişler, geçişler olumlu ve olumsuz pek çok birikime neden oluyor. Bize o birikimden çöpler kalıyor çoğunlukla. Ama bence esas sorun, hala yerleşik düzen kuramamış olmamız.
Sinan: Kadim topraklarda yerleşik düzenin kurulamaması tuhaf değil mi?
İrfan Sayar: İşte, belki de kadimliğin handikapı bu: çok şey barındırıyor. Çok kültür var ama her kültür bir yere kadar getiriliyor getiriliyor, inatla geliyor geliyor ve yıkılıyor. Yerine gelenler dünyanın en parlak dönemini yaşıyorlar, o parlak dönemin biraz sonrasında yıkılıyor başka bir şey başlıyor.
Sinan: Aslında sentez yapabilecekken, neden hep yeniden başlıyoruz?
İrfan Sayar: O sırada yeni çöpler geldiği için yıkılıyor. Doğu- batı arasındaki yeni ilişkilerde yeni çöpler geldiği için! Ne yapacağımızı şaşırıyoruz. O sistem yıkılıyor, yeni çöplere alışarak yeni bir kültür oluşturmaya çalışıyorsunuz. Bir medeniyet kurmaya çalışırken bu sefer başka çöpler geliyor. İkincisi ise bu çok kültürlülüğün getirdiği zenginliğin farkında olabilirsek; eğitimimiz buna göre modellenebilse, belki böyle bir eğitimle oluşturulabilecek kültürler daha uzun süreli olabilir.
Sinan: Ama bu olmuyor. Aksine, tam tersi oluyor.
İrfan Sayar: Evet, dünyada kabul görecek bir yapıyı hızlı ve nitelikli olarak ortaya çıkaramıyoruz maalesef. Bu bir farkındalık meselesi… Aslında doğu-batı ekseninde batıyı anlamaya dönük çalışırken, bir anda kendimizi çok geride kalmış, tur bindirilmiş bir koşucu gibi görebiliyoruz. Durumumuzun farkında olmamakla ilgili gibi geliyor bana bu ve o nedenle de gerçek durumumuzu anlamakta zorlanabiliyoruz. 68 dönemi, yani hippi hareketi başladığında da böyle bir şey olmuştu. Biz tam basma donlarımızı çıkartıp da pantolon giymeye çalışırken birden bire batılılar o basma donlarla gelmeye başladı. Biz de aynı pozisyondaymışız gibi birdenbire hippi olduk ama bizim hippiliğimiz başka bir şeydi, onlarınki başka… Gerçek manada anlayamadık meseleyi. Çünkü Batıda baskın bir yapı, bir organizma oluşturulmuş; kurallar çok net, çalışır vaziyette, şıkır şıkır çalışıyor her şey. Onun getirdiği rahatsızlıktan dolayı insanlar bir underground bakış ile, bir karşı çıkış olarak Hippi hareketini başlatıyorlar. Doğuya gitmek, kurallardan uzaklaşmak istiyorlar. Oysa bizde öyle baskın bir yapı yok. Bizde “ground” yok ki “underground” olsun. O yüzden o pozisyonda birkaç tur atmış kişiyle biz birdenbire batılı gibi olduk. Buna benzer durumlar hep yaşanıyor. Coğrafi olarak bir köprünün üzerinde yaşıyor olmamız ve şu kadar yüzyıldan sonra hâlâ göçebeliğin devam etmesi belki bundan kaynaklanıyor. Çünkü biz betonu sevdik, betonlarımızı döktük, temellerimizi çaktık, su basmanı filan… Fakat yerleşik düzen kuramadık. Kültürel olarak göçebe ruhunu devam ettiriyoruz. Yani sokaklar düşman ülkesi bizim için. Hatta apartman bile düşman olabilir. Sadece daire kapısının içerisi temiz olacak, Ayakkabılarımızı dışarıda çıkaracağız, terlik giyeceğiz. Bilgi çağındayız ama o kültürel yapıyı tetikleyen bir şey oldu mu? Bugün de yine Hippi hareketinde yaşadığımıza benzer tehlikeler var. Fakat bir yandan da göçebeliğin getirdiği kültür yapısı da müthiş bir şey! Ben göçebe olmak isterdim mesela. Ama karar verip de yerleşik düzene geçtiysek eğer, onun içerisinde göçebe kültürünü devam ettirirseniz, köyden kente gelmişliğin abukluğunu yaşarsınız. Yani iş şirazesinden çıkar.
Sinan: Sentez olmaktan çıkıp eklektik bir şeye dönüşüyor yani?
İrfan Sayar: Evet dönüşüyor ve bizi mesela at yerine otomobili çok sevdik. Otomobil alıyoruz. Çadırlarımız var mesela betondan. Gidip talan edebileceğimiz AVM’lerimiz var. AVM’lere gidiyoruz, çünkü kredi kartlarımız var, para da görünmüyor ya ortalıkta, sanki oradan çalıyormuş gibi alıyoruz o malzemeleri. Borçlara giriyoruz ama yaptığımız o kredi kartı işlemlerini bir nevi talan etme saikiyle yapıyoruz. Yüklüyoruz malları AVM’den, evimize getirip içeri kapatıyoruz. Oh artık ganimetlerimiz emin bir yerde. Böyle bir hayat sürüyoruz. Sözel dünya göçebe kültüründe çok önemli… Betonun içerisinde piyano göremiyoruz neden? Çünkü taşınması zor bir alet! Ama saz öyle mi? Atın kenarına asar gidersin. Hal böyle olunca kalkıp batılı gibi davranmak, onun gibi olmaya çalışmak çok acayip geliyor. Dolayısıyla her şey saçma sapan! Olan bu yapının içerisindeki insanlara oluyor. Yöneticiler, aydın kesim öyle bir sistem kurmadıkları için insanlar büyük borçlara girip altında eziliyorlar. Bunun için halk perişan durumda.
Sinan: Aşağı yukarı 1000 yıllık yerleşikliğimize rağmen bir türlü yerleşememişliğimiz var. 1000 yıl önce bulduğumuza bir türlü adapte olmamamız, bulduğumuzu geliştirmememiz var. Neden kaynaklanıyor bu? Kültürel bir şey mi? Dinle ilgisi var mı?
İrfan Sayar: Evet tabii var. Çok etkisi var bunların ama temel mesele bizim hâlâ göçebe kültürde inat ediyor olmamız. Deminki örnekte olduğu gibi, batıdaki gelişmeleri kendimize göre algılıyoruz. Örneğin yeni teknoloji ürünlerinden cep telefonu çok önemli… Çünkü sözel bir mecra! Ama yazıya geçemiyoruz. Kayda geçirmek yeleşik düzenin temeli çünkü… Göçebe düzende gerekli olmayan bir ayrıntı… Yani manayı maddeyle ilişkilendirebilmek çok önemli bir şey! Bize mana çok anlamlı geliyor, maddeyi de kötü olarak anlamlandırıyoruz. Maddeci deyince paraya düşkünlüğü anlıyoruz.
Sinan: Maddeyi tam da olumsuzladığımız anlamıyla sevmiyoruz güya ama gerçekte bal gibi seviyoruz. Aslında tam da olumsuzladığımız anlamda gayet maddeci bir toplumuz.
İrfan Sayar: İşte! Evet, o açıdan öyle ama çaktırmıyoruz! Ahlaki olarak kabul etmiyoruz ama çok kullanıyoruz bunu. Çünkü sonuçta dini düşüncelerin de etkisi büyük. Sözde sevmediğimiz şeyler aracılığıyla suç işleyip, ahlakımızı yerinde tutabilmek, vicdanımızı rahatlatabilmek için bir takım formüllere başvuruyoruz. Mesela bir Hacca gidip sıfırlanabiliyoruz. Manayı madde ile ilişkilendirme gayreti yerleşik düzenin en temel özelliği. Deneyimi gelecek nesillere aktarmak için kayda geçirme endişesi de yerleşik düzene özgü. Göçebe kültürde söz yetiyor. Deneyimi çocuğuna sözlü olarak aktarıyor. Kayıtlı kuyutlu bir hafızaya ihtiyaç duymuyor. Kayda geçirme endişesi başladığında bir takım araçlara ihtiyacınız var. Notalar gibi, alfabe gibi… Bu alfabe meselesi bana hep ilginç gelir mesela. Alfabedeki 29 harften bazılarını yan yana getirdiğinizde ya Emile Zola oluyor ya da hiçbir şey olamıyorsunuz örneğin. Kayıt tutmadığınızda hâlâ göçebe yaşamaya devam etmiş oluyorsunuz. Kayda geçirmek için maddeye ihtiyacınız var. Manayı madde ile ilişkilendirmeniz gerekir… Günce tutmanız gerekir örneğin… Ben günce tutmadan özeleştiri mekanizmasının çalışacağına çok da inanmıyorum. Çünkü o günceler, başka kimsenin okumayacağından emin olduğunuz şeyleri içerir. Batıda bunun emniyeti alınmıştır. Ahlaki açıdan aileler bile günceleri öyle fütursuzca yayınlamazlar. Çünkü o gün yanlış bir şey düşünmüş olabilirsiniz, ertesi gün kendinizi sorgulayarak, muhakemenizi yaparak, hatta belki kendinizi cezalandırarak bir sonuca ulaştığınız laboratuarınızdır günceler…
Sinan: Bir anlamda kaptanın seyir defteri… Kendi yolculuğunuzu işaretliyorsunuz.
İrfan Sayar: Tabii ki! İşte yazılı mananın, maddeyle ilişkilendirilmiş hali bizde yok. Bakın mesela ben Mimar Sinan’ın çizimlerini göremiyorum. Onun çizimlerini, onun kitaplarını, profesyonel yolculuğunu göremiyorum. Sadece Mimar Sinan’ın değil, yüzlerce, binlerce şey hakkında yazılı kaynak bulamıyorum. Osmanlı toplumu için belge önemlidir deniyor. Resmi alanda her şey kayıt altındadır deniyor.
Sinan: Tapular, vergiler, narhlar, ekaliyetler, nereden ne alındığı falan kayıt altında ama bu doğru?
İrfan Sayar: Evet onlardan yığınlar halinde var ama hayata dair pek fazla bilgi ve belge yok. Örneğin mimari alanda neredeyse hiçbir belge göremiyorum. Oysa bu tür materyaller ikinci dereceden manalar üretebilmemize yardımcı oluyor. Farklı boyutlar yakalayabiliyorsunuz. Mesela çok seslilik, 3 boyutlu dünyaya, uzaya erişebilmek için maddeyle mananın ilişkilendirilmesine ihtiyaç var. Bunlar olmadığı zaman üretilenler, şu anda da yaşarken bizim basit bireysel çabalarla yaptığımız ürünler bir süre sonra sahiplenilmezse çarçur ediliyor ve yok oluyor. Şu anda bir sürü çizer var ama onların ürünlerini saklayabilecekleri bir ortam yok. Kültürün gelişmesi açısından çok sakıncalı bir durum bu! Ancak bütünlüklü bir devlet politikası oluşturulabilirse, kültürümüzü ve birikimlerimizi geleceğe aktarma konusunda adım atmış oluruz.
Sinan: İnsan yaşadığı gibi düşünür denir. Yani bu sözünü ettiğiniz göçebe kültürü aslında bugünümüzü ve geleceğimizi belirliyor. Fakat bu durum, göçebe kültüre bir anlamda değer de katmış olmuyor mu? Kültür bu geçişkenlikle, hızlı değiş tokuşla, hele ki bu küçülen dünya üzerinde kazandığı hareketlilikle değerli hale dönüşmüyor mu? Tabii yaratabilir ve yararlanabilirseniz?
İrfan Sayar: Hah, bu doğru fakat işte o sözünü ettiğim Hippi yanlışlığına düşmeden. Yani biz ne olduğumuzu bileceğiz, dünyada olup bitenden haberdar olacağız, ama bir anda kendimizi dünyanın en önemli ülkesiymişiz gibi de zannetmeden…
Sinan: Peki bu kendimizin farkına varabilme sürecini nasıl tamamlayabileceğiz? Nasıl olacak?
İrfan Sayar: Bu önce çok zor görünüyor ama, pratikte oraya ulaşabilmenin yollarından bir tanesi, küçük gruplar halinde bir araya gelerek ve giderek birleşerek bütünsel bir hareketi oluşturabilme, bir organizmayı yaratabilme gücüne bağlı. Crosby, Stills, Nash&Young grubu gibi ortak projelere, ortak proje ruhuna ihtiyaç var. Tamam ben bireysel olarak NeilYoung’ım, sen Graham Nash’sin. Benim senden bir kısım farklılıklarım var, ama ortak proje yapıyoruz. Ortak projenin bileşkesinde, hepimizin razı olabileceği noktada bir ürün ortaya koymamız lazım.
Sinan: Ama çoktan beridir ortak proje etrafında birleşemiyoruz? Zaten bir fikir etrafında da birleşemiyoruz?
İrfan Sayar: Birleşemiyoruz. Mesela bizim dönemimizde felsefe ve sosyoloji önemliydi.
Sinan: Felsefe mi? Sosyoloji mi? Pardon onlar ne?
İrfan Sayar: (Gülüyor) Bakın mesela psikoloji hiç önemli değildi. Psikoloji kitabı okumak içimizden gelmezdi. Psikolojiye, Freud ve onun öğrencilerinin oluşturduğu ekollerin sosyolojiye yansımaları olarak bakıyorduk. Gerçek bir psikolojinin içinden bakarak yaklaşmadık. Sonra ne oldu? Felsefe kitaplarını taşıdık ama felsefe yapamadık. Felsefe gitti, Sosyoloji biraz daha duruyor, psikoloji ön plana çıktı. Şu anda psikolojinin ön planda olduğu bir durum yaşanıyor. Felsefe çok önemli bir şey, serbest bırakırsanız aynı teknolojideki gibi felsefeyi de çaresiz kaldığı noktalarda, çok başka alanlara kaydırabilir. Hakim olmak gerekiyor. “Amacım ne?” den başlayarak, o doğrultuda yeni düşünceler oluşturmak, geliştirmek gerekiyor.
Sinan: Aslında bu da bir tasarım. Aslında sonuçta düşünce sistematiğimizi de tasarlamak durumundayız?
İrfan Sayar: Elbette… Teknoloji bir gudubet olarak karşımızda duruyor. Hani 2001 Uzay Macerası’nın kara taşı gibi “dan!” diye karşımıza geliyor. E şimdi ne yapacağız? Dokunacağız, elimizi yakıyor mu diye bakacak mıyız yoksa kaçıp gidecek miyiz? Yoksa ona tapınmak gibi felsefelere doğru mu yöneleceğiz? Ya da gerçekten felsefi ilişki kurarak onu keşfedip ne olduğunu çözmek için yeni düşünceler ortaya çıkmasına sebep olacak bir ilerlemeye mi gideceğiz. Bu açıdan felsefeye çok ihtiyaç var. Çünkü bir taraftan teknolojinin de belli bir ivmeyle, geometrik dizi ile hızı artıyor. Bunun karşısında aynı hızla gitmeniz lazım. Yoksa Çinli düşünürlerin söylediği gibi beynin arkadan geliyor. Koşuyoruz ama beyin arkada kaldı endişesi çıkabiliyor ortaya. O yüzden direksiyonun başına geçip, beynimizle o teknolojiye hakim olmamız lazım. Yoksa teknoloji bir felaket haline gelebiliyor.
Sinan: Uzun dönem Enformatik alanında da çalışma yürüttünüz. Türk toplumunun aslında yüksek teknolojiye çok ciddi adaptasyon kabiliyeti olduğu söylenir. Ama sözünü ettiğiniz ortaya çıkan tablo bu uyumun şekilsel bir uyum olduğunu düşündürüyor.
İrfan Sayar: Bunu şöyle söyleyebiliriz, mesela çocuklar çok iyi resim yapar, çocuk resimlerine hayran oluruz. Sonra büyüyünce bir kısmı sanatsal alana yönelirse başarılı oluyor, diğerleri de yok oluyor. Şu anda bizim yüksek teknoloji ile olan ilişkimiz çocukluk çağı gibi çok elverişli. Ama orada önemli olan, bunun madde ve mana ilişkilerini kurarak daha büyük organizmalar oluşturabilme, ARGE alanlarını sağlıklı kullanabilme… Şu anda bütün büyük şirketler ARGE’leri biraz papyon gibi kullanıyor.
Sinan: Büyük şirketler ARGE departmanlarıyla, ARGE’ye verdikleri önemle övünürler oysa?
İrfan Sayar: Bazı yerlerde bir takım kırıntılar çıksa da bu alan çok verimsiz. İşin içine girdikçe fark ediyorsunuz. Her yerde böyle departmanlar kuruldu ama bunlar gerçek manada birer ARGE yapısı değil. “Kurarsam teşvik alabiliyor muyum?” diye bakılıp kurulmuş şeyler. 3-5 kişiyi de güvercin besler gibi besliyorlar orada. Bunun dışında, hukuk grupları oluşturarak dünyayı tarayıp acaba neyi nereden satın alabilirim diye aramalar yapıyorlar sadece. Ha bir de koçluk yaptığını söyleyen firmalar var. Geliyor, “senin buluşunu piyasada değerlendireceğim, bana şu kadar para ver senin haklarını koruyayım” diyor. Böyle para kazanan şirketler var. Bunlar belki yabancı ülkelerde sağlıklı işliyor fakat bizde kendinizi birden bire aldatılmış da bulabiliyorsunuz. Tehlikeli bir alan başlıyor. Yani endişelerim var. Ha, mümkün tabii ama burada niyet problemi var. Tamam önemli bir şey fakat bunu uygulayacak kadro uygulayamazsa o zaman olmuyor.
Sinan: Burada ihtiyaç duyulan şey irade mi?
İrfan Sayar: Kesinlikle evet. Ama iradenin böyle bir kaygısı yok, problem oradan kaynaklanıyor.
Sinan: Yönetici aklın iradesinden mi, yoksa toplumsal aklın iradesinden mi bahsedeceğiz burada?
İrfan Sayar: Esas yönetici aklın iradesi tabii ama toplumda da öyle çok net bir tavır yok, hala çok dağınık görüyorum ben bu konuyu mesela…
Sinan: Şundan soruyorum; sonuçta Batı aydınlanması dediğimiz şey, o skolastik, o baskıcı otoriter yapının içinden toplumsal bir patlama ile ortaya çıktı. Bizde yönetici aklın baskılayıcı, tek tipleştirici otoriter yapısından kurtulmak için neye ihtiyacımız var? Çünkü otoriter yapıyı suçlamak kolay ama Batı’da da son derece güçlü bir otorite, Kilise vardı?
İrfan Sayar: Mesele, insanların buna baş kaldırıda ortak noktaları bulabilmesinde. Bu ortak noktanın bulunamamasının felsefe ve sosyolojiyle doğrudan bağlantısı var. Çünkü ortak noktada fikir geliştirme alanlarımız yok. Hemen her şey çok hızlı değişiyor. Kurduğunuz bir cümleyi daha etraflıca düşünmeye fırsat kalmadan başka cümleler giriyor devreye. Yaratıcılık için, yaratım süreci için elverişli bir ortama ihtiyaç var. Biz Gırgır’da sabahlayarak çalışırdık. Çünkü el ayak çekilmesini, belirli bir konsantrasyon ortamında dünyaya hakim hissedebileceğimiz bir ortamda çalışmak önemliydi. Yoksa tam bir şeye odaklanırken bakkal Ahmet efendinin bağırmasıyla düşündüğünüz şeyden kopup uzaklaşabiliyorsunuz. O yüzden şu anda içinde bulunduğumuz bilgi çöplüğü içerisinde insanların durup düşünebilme, birlikte hareket edebilme imkanları yok.
Sinan: Temel sorunumuz odaklanamama sorunu mu?
İrfan Sayar: Evet o çok önemli diye düşünüyorum. Sosyal medya çok elverişli bir mecra olabiliyor mesela. İnsanlar orada gruplarını kurabiliyorlar, çeşitli meslek grupları kurulabiliyor. Ama daha bütünsel, daha kapsamlı bir birlik yaratılabilir… Yeşil rengi oluşturmak için nasıl sarı ve mavi yan yana gelebiliyorsa, aynı biçimde hareket etmek, ortak bir amaca yönelmek durumundayız. Eğer birlikte yeşili oluşturamıyorsak istediğimiz kadar mavi ve sarı olalım. Sadece mavi ve sarı kalırız, üçüncü bir rengi yaratamayız.
Sinan: Bir yandan da içinden çıkılamaz derecede korkunç bir enformasyon kirliliği var.
İrfan Sayar: Bence en önemli sorunlardan biri de bu… Çok tehlikeli bir sorun! Eğitimle üstesinden gelinebilir ancak…Daha ana okulundan orta okula kadar çocuklara temel alışkanlıkları kazandırmak gerekiyor. Yani düşünmeden yapılacak şeyleri… İşte sabah kalktığında dişlerini fırçalayacaksın gibi… Bilgiyi kategorize edebilmeyi de bu şekilde öğrenmek/ öğretmek mümkün. Ama eğitimin yaratıcılığı öldürmesine de engel olmamız gerek…
Sinan: Örgün eğitim yaratıcı aklı sınırlandırıp baskılamıyor mu?
İrfan Sayar: Eeeh tabi fark ettirmeden baskılıyor. Bir sürü çöp bilgi akıyor ve bizim tüm bunları kategorize etmeyi öğrenebilmemiz gerekiyor. İlköğretim programında trafik dediğimizde aklımıza ilk olarak otomobil gelmemesi gerekiyor mesela… Çünkü bize otomobilden sonra geldi trafik. “Aaa yol lazımmış!” “Haydaa bunun kuralları da varmış!”… Hala kuralları öğrenip uyamıyoruz ve ben o diskotek usulü trafik lambası modelini çizmek zorunda kalıyorum! Sınıflandırmayı bilmediğimiz için yanılgılara düşüyoruz. İki insan birbiri ile tartışıyor aynı bakış açısındalar fakat bunun farkında olmayabiliyorlar sınıflandırmayı tam yapamadıkları için. Bunlar hep zaman kaybı yaratıyor. Dünya hızla gelişirken bunlarla zaman kaybetmememiz gerekiyor. Ancak bu şekilde birbirimizi anlamayı, anlaşabilmeyi başarabiliriz. Mesela Demokrasi diyoruz, demokrasiyi seçim sandığı olarak görüyoruz. Tasarlanmış bir demokrasi formülü var. Bu formül süreç içinde gelişip dönüşüyor. Ana amaç ne? İnsanların bir araya gelip yeni fikirler üretmesi ve doğruyu araması değil mi? Bir karara varamayınca çare oylama yapmak oluyor. Oylamayı demokrasinin temeli gibi empoze etmeye çalışıyorlar. İyi de bu en ilkel halidir demokrasinin. Siyasetçiler iki insanın birbiri ile ilişki kurabilmesi için nelerin gerektiğini çocukken öğrenebilselerdi, düşüncelerini aktarabilmek için hangi yöntemleri kullanabileceklerini öğrenebilmiş olsalardı bu sonuca ulaşmazdık. Bilginin işlenmesi, sınıflandırılıp saklanması gerekiyor. Bu iş de kütüphanelere, bilgi-belge merkezlerine düşüyor. Bu sistemlerin gelişmesi, insanların doğru bilgiye ulaşabilmesi demokrasiyi yerleştirebilir ve o özlediğimiz rönesansın yolunu açabilir. Kurallardan korkmamak lazım! Kuralı koydun, o kural içerisinde oynuyorsun. İnsan sürekli değişen bir organizma olduğu için, bu kez koyduğu kurallar eline batabiliyor. Tamam, bunları değiştirse bile, yenilediği kurallara uymak zorunda. Şimdilerde durum acayipleşti. Mesela, kuralları belli bir futbol maçı sırasında tam gol atmak üzereyken biri çıkıp “hadi satranç oynayalım” diyor. “Olur” deyip satranca yöneldiğinde karşına bir boks maçı çıkıyor. Kurallara uymak istiyorsun ama karşında bir garabet buluyorsun. O kadar çok abukluk var ki! Adam muhafazakârım diyor ama rant için memleketin en eski binalarını yıkıyor. Buna karşılık “ilericiyim” diyenler bu binaları korumaya sakınmaya çalışıyorlar.
Sinan: Tam da Zihni Sinir’e ihtiyacımız olan bir noktaya geldik. Biz Zihni Sinir’i hep karmaşık problemlere basit fikirlerle basit çözümler üretmesiyle bildik. Peki toplumun karmaşık yapısında Zihni Sinir’in basit çözümü var mı?
İrfan Sayar: Var. İşin biraz eğlenceli tarafından girmek lazım diye düşünüyorum ben şu anda. Gezi olayları bir örnek olabilir. Sonrasında gruplar çeşitli köşelerden çekiştirip projeyi sahiplenmeye çalıştılar ama orada esas olan, isteyenin sorgusuz katılabilmesiydi. Aslında onu çok iyi irdelemek lazım. Belki pratikte yaşanılan tek örnek o. Bütünüyle daha önceki konuşmalarımızda da bahsettiğimiz, o hani “nasıl bir organizma oluşturulabilir?” sorusunun yanıtı Gezi’de bulunabilir. Hatırlayın, o sırada maden işçisi ile tekstil sektöründe genel müdür omuz omuza yürüdüler. Çok acayip bir şeydi bu. Aynı zamanda çok da eğlenceliydi. Çok yaratıcı bir atmosferdi! Demek ki öyle bir potansiyel birikmiş. Yeter ki alan açılabilsin, bir sürü şey yaratılacak orada. Bambaşka alanlarda… Müzikte, edebiyatta, sinemada… Tabii sanat bütünüyle çok önemli! Şu anda sanatın devlet politikasında olmaması kadar saçma bir şey yok! Sanat yahu? Seni ileriye doğru götürecek olan şey o! İstediğin kadar hesap kitap yap, sanatla iç içe olmadığın zaman böyle kalıyorsun. Ama öyle “resim aldım, duvara astım” gibi bir şeyden söz etmiyorum. Sanat dediğin şey insanı ileriye doğru şekillendirebilmeli. Hayat tarzı böyle oluşturuluyor. Resim, hele hele heykel… Bizde neredeyse sıfırdır heykel. En fazla devlet büyüklerini yüceltmeye, tapınmaya hizmet eden bir heykel anlayışı var bizde. Halbuku heykel hayatın içinde olmalı, etrafında dolaşabilmeli, dokunabilmeli. Hissedebilmelisin.
Sinan: İkinci bir ilhan Koman çıkmadı mesela…
İrfan Sayar: Aynen öyle! Şu anda büyük bir kâbus yaşanıyorsa bunun en önemli nedeni sanatın olmaması. Birlikteliği sağlayacak şeylerden biri çünkü sanat. Bakın resim diye bir dil var. Biz çok sanatsal bir şey olarak görüyoruz ya resmi? Sanat her yerde olabilir oysa! Matematikçisin, matematiğin de kendi içinde sanatsal bir dil yakalayabilirsin. Oradan şiire ulaşabilirsin. Şiir- matematik ilişkisi çok ilginçtir. Tıpkı konuşma dilinde Türkçe bildiğin, İngilizce bildiğin gibi, matematik dilini bildiğin gibi resim dilini de bilmek zorunda insan. Aslında zaten biliyorsunuzdur. Yazı yazabiliyorsanız resim diline de aşinasınız aslında. Harfler ne kadar karmaşıktır düşünsenize? Mesela “Ğ” harfini düşünün. El yazılarını düşünün. Bunu yapabiliyorsanız, resim diline de aşinasınız demektir. İlköğretimde sanata, resme, heykele özel olarak önem verilmeli bence. Çocuğa “bir objenin resmini yap” demeksizin, sadece örneğin mavi renk boya verip, kâğıdı dilediği gibi boyamasını söylemek lâzım. Dilediği gibi boyasın, rengin dilini kavrayabilsin. Çok az bir sarı kattığında ne olduğuna bakabilsin. Fırça ile, el basıncıyla ortaya çıkan şekillerle, suluboyanın oluşturduğu dalgalanmalarla haşır neşir olabilsin. O dili yakaladığında, biraz da o dili kullanabileceği kompozisyon anlatılırsa, oradan diğer gelişmiş dillere; müzik ile resim arasındaki ilişkiye, tempoya, ritme, melodiye atlanabilse… Bu yepyeni bir ufuk açar çocuğa. Herkesin resim yapabilmesini sağlamak gerektiğine inanıyorum. O zaman o dili anlayabileceğiz ve karşımızda bir abukluk yaşandığında direkt ona karşı çıkabileceğiz. “Ben bir tablo almak istiyorum ama kafama göre alırsam yanlış bir seçim yapar mıyım? Komşular güler mi?” gibi endişeler ortadan kalkacak. Bırak, gülsünler? Senin hoşuna gittiyse o güzeldir. İş bitmiştir.
Sinan: Aslında yaratıcılığı, özgür düşünceyi sınırlayan şeylerden biri de bu galiba: “Elalem ne der? Kınanır mıyım?”… Bu korkuyla fikirlerimizi özgürce ifade etmekten çekiniyoruz. Soru sorarken bile yanlış anlaşılmaktan, birilerinin sorduğumuz soruya güleceğinden endişe ediyoruz.
İrfan Sayar: Tabii, kanunlar dışında en keskin şey insanların birbirini eleştirme otomasyonu! Böyle bir düzen var. Mesela Taksim meydanına koysan bir şövaleyi ve oturup resim yapsan? Kanunen yasak mı? Hayır! Koydum şövalemi, resim yapıyorum. Yapabilir miyim? Hayır! Çünkü çevreden acayip baskı alırsın. Az sonra belediyenin adamları gelir, “ne oluyor burada?” diye. Bir anda bir hareket başlar, “ülkeyi yıkacak bunlar” demeye kadar gider iş. Bunları yapmadılar diyelim, bu sefer bir yakınınız geçer oradan, görür sizi “eyvah bizimki delirdi” der. Ya da mesela oltayla balık avlamak istiyorsunuz. Bir yerlerde yöneticisiniz mesela. Yağmur yağıyor, atlıyorsunuz bisikletinize gelip şemsiyenizi açıp oltanızı sarkıtıyorsunuz. Yakalayacağınız balık önemli değil, oradaki psikolojiyi paylaşıyorsunuz. Buna kimse kötü gözle bakmıyor mesela… Ama iş Taksim meydanına şövaleyi kurup resim yapmaya gelince değişiyor. Balık tutabiliyorsam, resim niye yapamayayım arkadaş? Ama işte bunlar yapılır hale gelirse insanlar da alışır diye düşünüyorum.
Sinan: Ama Gezi’de o aykırı ruh ortaya çıkmasına rağmen çabucak söndü. Arkası gelmedi. Altyapısı olmadığı için mi sönülmendi acaba?
İrfan Sayar: İşte o enteresandı. İşin psikolojini de çözmek gerekiyor. Hızlı yaşanan bir durumumuz var bizim. Modasının geçmesi durumu… Biraz erken boşalma durumu gibi bir şey bu. Tatmin oluyorsun ve bitiyor. Onun sürekliliğini sağlayacak psikolojiyi sorgulamak, bunun üzerinde çokça konuşabilmek gerekiyor bence. Bunu yaptık tamam, o sırada yaparken heyecanlandık da… Şimdi bunu kalıcı hale getirelim, ortak bir kütüphanemiz olsun mesela? Bir Gezi Kütüphanesi olsun, hepimiz sahiplenelim, bütün bilgilerimizi orada toplayalım. Bunun gezici araçları olsun, her yere götürelim. Bunu engelleyeceklere karşı çıkalım. Her kim engelliyorsa… Kültürel yapıyı böyle geliştirebiliriz. O kütüphane gezerken yapılacak konuşmalarda bizim bu bireysel ve kısa süreli tatmin durumlarımız da sorgulanabilir. İşin temelinde şu yatıyor bence: “Aklıma bir fikir geldi” diyerek arkadaşımıza anlatıyoruz. Eğer o fikri sen değil de anlattığın arkadaşın yazıya dökmüşse, o fikir artık senin değil. Maddeyle ilişkilendirilmemiş fikrin bir manası yok. Çünkü göçebe hayatı yaşamıyoruz artık, yerleşik düzendeyiz. Fikrin sahibi, onu yazılı hale getirendir. İşin ahlakı budur. Biz bir fikri arkadaşımıza anlattığımız zaman tatmin de oluyoruz ve orada bitiriyoruz işi. Devamını getirmiyor, uygulamayı denemiyoruz.
Sinan: Zaten meşhur bir Türk sözü var “Aaabi bunu ben düşünmüştüm bak yeminle!” diye… Tamam düşündüysen bile düşünmek yetmiyor?
İrfan Sayar: Yetmiyor tabii! Aslında düşündüğün şeyde işin kıvılcımını hissediyorsun, bir de oturup bunu yaz bakalım ne oluyor? Ama sevgililerimize bile mektup yazarken bir yerlerden alıntı yapıyoruz biz. İnternetten, birinin şiirinden bir parçayı alarak yazıyoruz mesela. Kendi yazmaya kalktı mı, “seni seviyorum”, gülücük ve iki tane şeftaliye dönüyor iş. Kusura bakma, o zaman sen busun, sıfırsın yani! Rüya görüyorsun, uyandığında “vay be, inanılmaz rüyaydı, müthişti!” diyorsun. Anlat? Anlatmak bile zor geliyor, anlatamıyorsun. Hemen her konuda böyleyiz. Seni heyecanlandıran şey üzerine gerçekten düşünüp onu kafanda çözebildiğinde edebiyatla, resimle, sanatın herhangi bir dalıyla dışarıya aktarma ihtiyacı hissedersin. Bunun için çaba gerekiyor ki kalıcı paylaşımlara yol açabilsin.
Sinan: Sohbetimizden şu ana kadar çıkardığım en temel sonuç, bizim ortak bir hafızaya, üzerinde konuşabileceğimiz ortak bir zemine, envantere ihtiyacımız var. Kendimizi korkusuzca ifade etmeye, yaratıcı aklımızı devreye sokmaya ve bunu yazılı hale getirip uygulamaya ihtiyacımız var. Bunları bir araya getirebildiğimizde zaten gerisi kolaylaşıyor.
İrfan Sayar: Evet, o noktadan sonra motor kendiliğinden çalışacaktır zaten. Evet, bir motor oluşturmamız gerekiyor. Motor oluştururken bazı dişliler daha yerine konmadan “bu motor işe yaramaz” deyip pes etmemek gerekiyor, o dişlisini tamamlamak lazım. Moda denilen şey çok çabuk gelip geçiyor. Kendi düşüncemizden bile önemli hale gelebiliyor. Bir daha düşünmek bile istemiyoruz, bu çok eskidi diyerek her şeyi hızlıca yok edebiliyoruz. Bundan kurtulmamız lazım.
Sinan: Aynı zamanda bir eğitimci olduğunuz için soruyorum. Bu konuda ebeveynlere ne öneriyorsunuz? Çocuklarının yaratıcı aklını harekete geçirmek konusunda özendirici olmaları için?
İrfan Sayar: Artık eskisi gibi değil, ebeveynler çocuklarına fazlasıyla önem veriyorlar. Bu yüzden de yanlış yapabiliyorlar. Çocuğun sağlıklı büyümesi her şeyden önemli hale geldi. Efendim şunu yemesin içinde kimyasal var, şunu yapmasın çocuğum etkilenebilir… Bırak arkadaş, çocuğun parmağı kesilsin, kanasın, düşsün dizini parçalasın! Bunlar olması gereken şeyler çünkü. Bunları yapamayınca, hiçbir şey yapamaz hale geliyor çocuk.
Sinan: Aşırı korumacılık duygusuyla davranıyor ebeveynler?
İrfan Sayar: Fazlasıyla! Paniklememeleri lazım. Acaba şunun şurasını eksik mi bıraktım duygusuna kapılmamaları lazım. “Benim çocuğum beli acayip zeki, üstün zekalı, mucit ruhlu ama acaba ben bir şeyi eksik bıraktım da o yüzden mi kendini gösteremiyor?” ya da “benim çocuğum neden diğerleri kadar zeki değil” panikleri yaşıyorlar. Oradan oraya kurslara, terapilere taşıyıp duruyorlar çocukları. Bunlara hiç gerek yok. Bu kadar fazla yüklenmek doğru değil. Çocukları serbest bıraksınlar. Çocuk kendi mekanizması içerisinde bir yere dalabilsin yeter ki. Dalınca, orada tırnaklarıyla oynayınca binlerce şey düşünebilecek zaten. Yeter ki yuvarlanabilsin, oynayabilsin, kurcalayabilsin. Çocuk, çocukluğunu sınırsızca yaşayabildiğinde zaten dünyayı anlayacak. Buna izin vermek gerekiyor. Zaten devletin okullarında, devletin eğitim sistemi gelip çocuğun yaratıcılığını öldürmek adına her şeyi yapıyor. Ebeveynin ekstra çabasına gerek yok! Çocuk falanca okula kapağı atsın diye yırtınıyorlar. Atabildi mi tamam, o zaman bir de şuraya kapağı atsın! Bütün mesele “kapağı bir yerlere atabilmek!”
Sinan: İyimser misiniz peki?
İrfan Sayar: Evet iyimser hatta çok şiddetli bir iyimser yapım var. Ama ülkenin cılızlaşmasını, çoraklaşmasını gördükçe kötümserleşiyorum. Şurada bir fidan var, burada bir şeyler var. Kendi içlerinde bir şeyler yapıyorlar ama olmuyor. En güçlü olanı bile az sonra kuruyup gidiyor. Yaratıcılığın gelişebilmesi için güçlü organizmalar kurmak gerekiyor.
Sinan: Zaman zaman konferanslar da veriyorsunuz şirketlere ve iş adamlarına. Şirketler farkına vardı mı yaratıcı fikrin öneminin?
İrfan Sayar: Valla kendiliğinden gelişen teori- pratik ilişkisi içerisinde varıyorlar ister istemez. Şirketlerin kendilerine ait bir yapısı var. O sistemi batıdan aynen alıp ugulamak zorundalar. Yoksa batıyor şirketler zaten. Bazı şirketlerin, bazı üniversitelerin, önceden askeriyenin yapısı da çok elverişli birer organizma olarak düşünülüyordu. Şimdi bakıyorsun, milyonluk ordu, her gün askere sabah kahvaltısı, öğle ve akşam yemeği vereceksin. Sadece bu tarafını düşünürsen tırlar dolusu patates soyulacak ve bu her gün yapılacak. Çok acayip bir şey!
Sinan: Ama orduda askeri disiplin çizgisinin dışında düşünmeye, davranmaya izin verilmez kolay kolay. Mesela ben askerde sabahları çayın şekersiz getirilmesi için komutanla kaç kez konuştuğumuzu hatırlamıyorum. Çay kazanlarla, içine şeker bocalanmış biçimde geliyor, içemiyorsun. Şekersiz getir kardeşim şunu. Hayır kural böyle!
İrfan Sayar: E tabii askeriyede biraz öyle ama bazen kurallara, mekaniz düzeneklere ihtiyacımız oluyor biliyor musun? Randevumuz saat 10:00 da mesela. 10:00 da geleceksin kardeşim. Sözde durmak, söze sadık olmak gerekir. Ama gelir, “geç kaldık ama hocam napalım yahu” der, sarılır. Olmuyor tabii öyle.
Sinan: Yani askeri kuralcılık da gerekli mi diyorsunuz?
İrfan Sayar: Şimdi disiplin açısından önemli. Zaman, mekan birlikte olunacak ve bilgi paylaşılacak ve yeni bir şey çıkacak mesela. Yani siz benimle röportaj yapıyorsunuz, o röportaj yayınlandığında yeni bir bileşik yaratılmış olacak. Bunun olabilmesi için gerçekten saat 10’da buraya gelmem, sizin de burada olmanız gerekiyor. Birimiz bunu aksatırsak ortaya bir şey çıkmıyor ve yarın, ertesi gün derken unutulup gidiyor. Karmaşık yapılarda buna daha çok önem vermek gerekiyor. Dilde de, sözcüklerde de önemli bu. Mesela ben para sözcüğünü kullandığımda sizin beyninizde paranın genel kategorik anlamı canlanmalı. Genel metaforik bir sürü şeyden arındırılmış biçimde para olarak algılamanız gerekiyor ki, cümlenin ne manaya geldiği anlaşılabilsin. Aynı sözcüğe aynı anlamı yükleyebilmemiz, aynı şeyi anlayabilmemiz gerekiyor. Aksi takdirde çok kavga çıkıyor bu yüzden. Müthiş bir vakit kaybı! Sonuçta ortak bir noktada buluşulacak ama o kategorik temizlik yapılmadığı için sorun yaşanıyor. Bizim dilimizde inanılmaz metafor var. Temeli İran olmakla birlikte bizim de neredeyse İran’daki kadar metaforik bir dünyamız var. Tamam, şiirde edebiyatta falan hoş ama gündelik hayatta? Mesela inovasyon sözcüğünün Türkçe karşılığı yok ve ne olduğu da muallâkta. Kimse de ne olduğunu tam olarak anlatamıyor. Konferanslarımda geçiyor bu: “İnovasyon ve yaratıcılık!”. Niye inovasyon diyoruz da yaratıcılık demiyoruz? Yerleşik düzen yaratıcılığında bir şeyi madde ile ilişkilendiriyorduk ve yeni manalar çıkartabilmek açısından, manadan maddeye geçiriyorduk. Bunda da madde var. Daha önceden bir manası olan madde var üstelik. Ama yaratılmış, bir yerde atıl kalmış, üzerine fazla gidilmemiş maddeyi alıp onu sorgulayarak, irdeleyerek, yeniden yorumlayarak, yeni manalar üretebilme çabası aslında inovasyon dediğimiz şey.
Sinan: Mesele ortak kodlarla konuşabilmek herhalde? Ortak kodlarla konuşamadığımız ve düşünemediğimiz için çatışma yaşıyoruz?
İrfan Sayar: E tabii… Elde edilen bilgileri yerleştireceğimiz kategoriler olmalı. Neyin neyi ifade ettiğini güzelce belirleyip, bazılarının metaforik alanlar olduğunu işaretleyerek “bununla ilgili şu metaforlar var” demeliyiz. İstediğiniz zaman, sanatsal bir yaratıda o metaforları dilediğiniz gibi kullanabilirsiniz ama örneğin bir randevu ayarlarken, bir konuda tartışırken metaforlardan, ironik dantellerden kaçınarak hızla ve en doğru biçimiyle derdimizi anlatabilmemiz gerekiyor.
Sinan: “Japon icadı” diye bir şey var. Japonların bu yaratım gücünü ve tasarım dünyasını domine etme kapasitesini neye bağlıyorsunuz?
İrfan Sayar: Fotoğrafa! Beklenmedik buluşlar için kullanıyoruz Japon icadını. Bak, onlar fotoğraflarla iletiyorlar bunları bizlere. Japon yapıştırıcısını biliyoruz evet, bir de otomobiller var. Başka bir şey görmüyoruz etrafımızda. Ama fotoğraf olarak çok fazla görüyoruz. Çünkü onlar çekip gönderiyorlar. Zihni Sinir’in de böyle bir şeyi var. Yıllar önce, internet üzerinden yazıştığımız fotoğrafçı bir genç vardı. Bir ara hayli yazıştık, sonra ilişkimiz koptu. Ben Zihni Sinir’in bazı projelerini paylaşıyordum o da mesela bir manken bulup, bir tür canlandırma yapıp fotoğraflarını çekip yayınlıyordu. Fotoğraflandığında gerçek gibi duruyor, gerçek hayatta kullanılabiliyormuş gibi duruyor. Bu, zamanla yaygınlaştı. Ben o dönemlerde fonksiyonelliğin sorgulanmasına dair konuşmalarımda daha önce hiç ihtiyaç olmayan bir şeyin zamanla ihtiyaç haline gelebilmesini ve ister istemez fonksiyonel özellik kazanmış olmasını anlatıyordum. Zihni Sinir iki türlü kullanılabiliyor. Bir tanesinde çok statik bir yapı var, yani sistem artık çalışmıyor ve yenisini bulmamız lazım. O zaman Zihni Sinir yaratıcı olma özelliğiyle gündeme geliyor. Ama diyelim ki tam bir statik yapı oluşturulacak ve o sırada çok uçuk bir proje ile geliyorsun. İşte o zaman da onu aşağılayabilmek için “Zihni Sinir gibi projelerle gelmeyin” denebiliyor. Zihni Sinir karakteriyle karşılaşmamış olanlar bile kavram olarak, Zihni Sinir’liğin ne olduğunu biliyor. Vaktiyle, eskilerin döneminde Ankara Belediyesi’nin bir heykel yarışması vardı. Bayağı baba mimarlar ve heykeltıraşlardan oluşan düzgün bir jüriydi. Oraya Güneş Bisikleti diye bir proje verdim. Kentin meydanlarına ters biçimde yerleştirilen bir bisiklet… Yukarıya bakan, dönen tekerlekleri, hareketli pedalları var. Güneş enerjisi ile çalışacak bu şey. Güneş belirgin hale geldiğinde yavaş yavaş, tıkır tıkır tekerlekler dönmeye başlayacak. İnsanlar kent içerisinde güneşle olan ilişkilerinde, farklı bir romantizm içerisinde olabileceklerdi. Ben projeyi yapıp gönderdim. Benim projeden önce sunulan projelere bakıyor jüri ve “yahu bunlar ne böyle, Zihni Sinir gibi şeylerle gelmişler, olacak şey değil” diyor ve hiç birini kabul etmiyor. Benim projeyi sunacak arkadaş da endişeye kapılıyor, “ben biraz sonra gerçekten bir Zihni Sinir projesi sunacağım” diyerek. Ama bütün bunlar konuşulduktan sonra anlaşıldı ki benim proje kabul edilmiş. Jüri çok sevdi projeyi. Sonradan hükümet değişiklikleri falan derken öyle kaldı proje.
Sinan: Bu arada birkaç soru da okuyucularımızdan geldi. Onları sizle paylaşmam gerekiyor. Bir okuyucumuz sormuş “en beğendiği Zihni Sinir projesi hangisi?” diye.
İrfan Sayar: Hiç birisini beğenmiyorum aslında.
Sinan: Zihni Bey kendini aşmalı diyorsunuz yani?
İrfan Sayar: Evet şu anda çok yapmayı isteyip de beklenti içerisinde olduğum ama yapamadığım şeyler var. Son dönemlerde mekanik şeylerle ilgileniyorum. Mekatronik de olabilir. Çünkü elektronik dünya üzerinden dışarı çıkış için mekanik düzenekler olmadan olmuyor. Bir manası da olmuyor. Diyelim ki işte servo motoru! Programcısınız da, burada yaptığınız bir servo motoru, elektronik düzenekler ve bilgisayardan girerek istediğiniz şekilde hareket ettirebiliyorsunuz. “Şu açıda bu kadar git bekle, daha sonra şu açıya git” gibi bir takım komutlar verebiliyorsunuz. Ama bu açılara gittiğinde ne olacak, ondan sonra ne yapılması gerekiyor, acaba neye dönüşür diye bakabilmek için bir mekatronik pano düşündüm. Çünkü mekanik, çocuklara anlatılması zor bir şey… Söküp, takıp, bir yerde sıkışıp kaldığında onu tekrar söküp takmaktan vazgeçme durumu oluyor çocuklar için. Bunu hayata geçirmek için uğraşıyorum. Mıknatıslı panolar vardır. Onun üzerinde çarktan kasnağa, kasnaktan çarka, motora bağlantılar ve hatta elektronik düzeneklerle makinalar kurulabilir düşüncesindeyim. Şu ara beni en fazla heyecanlandıran şey bu.
Sinan: TÜBİTAK desteklemiyor tabii… Şu sıralar herhalde en abes beklenti olur bu?
İrfan Sayar: TÜBİTAK’tan atıldık ekip olarak. Bir dönem popüler bilim kitapları dizisini başlatmak için Zihni Sinir elverişli bir karakter olabilir, bunu kullanalım demişlerdi. 4-5 yıl kadar Bilim Teknik’te çizdim. Albümünü yayınladılar. Tabii o sıralar radikal bir çıkıştı bu. Bir yandan bilimi sulandırma endişesi de taşıyorlardı. Çünkü gerçekten öyle dönemlerden geçildi, mesela polisiye romanı edebiyatçılar içlerine almazdı. Bilim kurguyu da öyle… Resimde soyutçular bir yanda, figürcüler öbür yanda çatışır. Herkes kendi küçük karesinin içerisinde, insanlardan kopuk haldedir.
Sinan: Yakın zamana kadar Mimar Sinan’da ders veriyordunuz. Akademinin de öyle sert çizgileri vardır. Popüler bilimi akademiyle bağdaştırmaları da ilginç gelmişti bana?
İrfan Sayar: Oğuz Aral da Güzel Sanatlar’da okumuş, sonra bırakıp mizah dergilerinde çizmişti. Bir ara Nuri Kurtcebe de kayıtlıymış ama devam etmemiş. Devam eden Akademili olarak bir tek ben vardım o dönemde. Benden sonra da yol açıldı. Oğuz Aral Akademide ne olup bittiğini merak eder, bana sorardı. Bir taraftan da “bırak şu okulu da gel, orası saçma sapan” dercesine bakıyordu konuya. Akademiyi birincilikle kazanmıştım. 6 kişi alıyorlardı. Onlar da “gel şuraya, bırak o popüler işleri” diye bakıyorlardı. Ben iki anlayış arasında köprü gibi, nerede ne eksik, neyi nasıl birleştiririm derdindeydim. O yüzden RR dergisini çıkardım. Resimli Roman dergisi, bir tür birliktelik sağlama çabasıydı. Edebiyatçılarla çizerleri buluşturabilme çabasıydı. Akademide hocaların yastık altı ürünleri vardı. Mesela gitmiş Anadolu’daki bütün korkulukların fotoğraflarını çekmiş. Binlerce fotoğraf, çok hoş şeyler. Öylece yastık altında duruyor! Bunlardan bir şeyler oluşturalım derdindeydim. O yüzden çizgi roman değil de resimli roman adını koymuştuk. Biraz fotoğraf, biraz ilüstrasyon türü şeyler. Akademideki durumum da öyle bir şeydi.
Sinan: Bir başka okuyucu sorusu… Yeni Alkıbol Olimpiyatları ne zaman başlayacak?
İrfan Sayar: (Gülüyor) O da Zihni Sinir’in sözcük oyunlarından biriydi. Analiz- Sentez yöntemiyle Türkçe sözcüklerin çağrıştırdığı, zıt veya benzeri sözcükleri yan yana getirerek yeni ve anlamlı bir sözcük oluşturmayı hedefliyordu. Bunu bir türlü sürdüremedik. Aslında internetten de bazı şeyler yapılabilir ama öyle kaldı şimdilik.
Sinan: Dijital teknolojinin yaratıcılığa katkısı olduğunu düşünüyor musunuz?
İrfan Sayar: Tabii ki! Ama teknolojiye sizin hakim olmanız, teknolojinin size hakim olmaması kaydıyla… Dijitali kullanıyorken suluboyayı, kurşun kalemi terk etmemek gerekiyor bence. Mektup yazamaz hale geldik. ABD de haldır haldır yazışıyor insanlar. Kartpostal atıyorlar en azından birbirlerine. Adrese gidiyor. Bizde adrese fatura geliyor artık sadece…
Sinan: Bir başka okuyucu sorusu daha… Zihni Sinir’in ve sizin bundan sonraki yolculuğunuz ne olacak? Türkiye’nin yeni ikliminde sizi neler bekliyor?
İrfan Sayar: Benim asıl endişem, benden sonra Zihni Sinir ne halt edecek? O yüzden onu kalıcı hale getirecek çeşitli ilişkiler arıyordum. Buldum formülü galiba… Zihni Sinir Atölyesi! Elverişli, ilginç bir atölye açmak istiyorum. İnsanlar burayı ziyaret etsin, küçük objeler üretilirken, nasıl yapıldığını izleyebilsinler. Bazı karikatürlerin maketlerini geliştirelim ve kalıcı bir sergi, müzemsi bir şey olsun. Özellikle çocukların yaratıcılığını destekleyebilecek malzeme imkanlarını sağlayabilelim, çocuklar burada malzemeleri tanıyabilsinler. Çeşitli aletlerle neler yapılabildiğini görsünler. Zihni Sinir Atölyesi’ni hayata geçirmenin çok anlamlı olacağını düşünüyorum ama bunun için tabii bir finansöre, yatırımcıya ihtiyaç var. Bu konuda çeşitli temaslarım oldu ama bir türlü gerçekleşemedi. İzmir’de bir grupla bir anlaşmam oldu ama onlar daha çok bir restaurant zinciri ve cafe ortamı planlıyorlardı. Sonuçta “Kahve Ortamı” diye bir çalışma yapılıyor şimdilerde. Zihni Sinir kahveye de müdahale edebilecek bir karakter sonuçta. Binlerce dolarlık espresso makinesi var adamların ama bizim de Türk kahvesi yaptığımız cezvemiz var. Basit ve fonksiyonel! Bu arada 9 Eylül Üniversitesi ile bir Zihni Sinir Atölyesi’ni oluşturmak için çalışıyoruz bir yandan.
Sinan: O zaman Zihni Sinir bir marka olarak karşımıza çıkabilir?
İrfan Sayar: Evet. Ben daha çok atölyede yeni objelerin tasarlanması, yeni tasarımcıların yetişmesi, Zihni Sinir’in destekleyeceği bir takım alanlar açma gibi konularla ilgiliyim. Bireysel olarak da karmaşık, kinetik heykeller yapmak istiyorum. En büyük çabam çocuklara elekronik devreleri anlatabilmek. Bizim çocukluğumuzda kol saatini açtığında içindeki mekanik devreleri görebiliyorduk ama şimdi elektronik bir aleti açtığınızda devreleri göremiyorsunuz. Bunun gerçekte ne olduğunu çocuklara anlatabilmek için robotik workshop uygulamasını başlatmıştım. En karmaşık bilgisayarlar bile sonuçta 8 bileşenden oluşuyor. Transistör, diyot, açma kapama düğmesi falan. Toplamda 8 adet. Bunların değişik kullanımlarıyla çeşitli aletler yaratılabiliyor. Çocuklara bunu anlatabileceğimiz teknikleri geliştirmek, bunlarla ilgili çocuklar için kitler hazırlamak istiyorum. Bilgisayarda oyunlaştırılabilir, buna uygun programlar hazırlanabilir diye düşünüyorum. Zihni Sinir’in çok kapsamlı bir sergisi olmuştu 3-4 yıl kadar önce. 2 ay sürdü sergi. 7-8 metre boyunda dev karikatürler ürettik. Orası aynı zamanda bir alışveriş merkeziydi ve bir X-Ray cihazı yapmak istedim. İnsanlar bu cihazın içerisinden geçerken, karşılarına trink diye bir iskelet görüntüsü çıksın diye planladım. Aslında iskelet karikatürlerinin sergilenme şekli gibi bir oyundu bu. İçinden geçtiğinizde mesela dişinizde maydanoz varmış gibi görünen karikatür iskeletle karşılaşıyordunuz. Böyle random olarak gelen 40 farklı iskelet karikatürü hazırladık. Çok eğlenceli bir şeydi. Bunu hazırladık, atölyede test ettik, gayet mükemmel çalışıyordu. Neyse kurduk sistemi, 2 gün sonra aradılar, “İrfan Bey bu sistem çalışmıyor” dediler. Nasıl olur derken, “aa kadınlarda çalışıyor, erkeklerde çalışmıyor” dedi telefondaki arkadaş. Sonradan anladık ki erkekler genellikle koyu renk, kadınlar ise açık renk giyiyorlar ve sensor açık rengi algılarken, koyu rengi algılamıyor. Aslında sistem son derece basit… Bildiğimiz Mouse sistemi. Bir sensor var, bir açma kapama düğmesi var. Ben bu açma kapama düğmesini sensore bağladım. Her geçiş bir tıklama gibi algılanıyor bilgisayarda ve random sistemine göre önceden hazırlanan 40 imajdan birini çıkarıyor kişinin karşısına. Çok karmaşık görünen son derece basit bir sistem… Şunu anlatmak istiyorum, sadece Mouse ile bile bir çok şey yapılabilir. İşte çocuklara bunları anlatabileceğim workshop ve kitler düşünüyorum. Sadece çocuklara da değil, yaşı büyük de olsa, büyüklerin içindeki çocukluğa da hitap etmek istiyorum. Ama genel olarak 6-11 yaş grubu çocuklara yönelik elektronik dünyayı keşfederek yeni şeyler yaratabilecekleri elverişli bir ortam yaratmayı hedefliyorum.
Sinan: Çok teşekkürler İrfan Bey. Size Zihni Sinir’le birlikte uzun, yaratıcılıkla dolu bir ömür diliyorum.
İrfan Sayar: Ben teşekkür ederim. Bunun tamamını yayınlayacak mısınız gerçekten? Bunca lafı çözmek, düzenlemek zor olmalı.
Sinan: Sizin işiniz karmaşık devrelerle, bizim işimiz karmaşık cümlelerle uğraşmakJ