Farklı şehirlerde belki aynı saatlerde hep aynı şarkı: “günlerimiz… “Savrulan yapraklar gibi akıp giden günlerin içinde “haritalarda, yeryüzünde ve kimsenin aklında olmayan şehir” yaratma isteğinin sessizliği, kırılan bir aynanın parçalarında. Keskin. Aynanın sırrı ne anlatır bilinmez. Çarpıp geri dönülen eşikler sert. Cam kırılgan. Oysa ki tam zamanı kimbilir: “bir kitaba başlar gibi” devam etmenin.
Seni Seviyorum. Çok, daha önce rastlamadığınız bir okuma deneyiminin eşiğinde bekliyor sizi. “Pasın kirin içinde, ince dallı ve damarlı bitkiler yaşama tutunmaya ve soluk almaya çalışıyordu. İnsanlar gibi…” Sessiz sitemsiz. Çünkü öykü telafi eder. Her okuduğunuzda. Seni Seviyorum. Çok, aynanın sırrından görebildiklerini sor dedi, Bora Abdo yanıtladı. Artık biliyorsunuz, kırmızı linklerde röportajdan fazlası var… Keyifli okumalar.
Röportaj: Funda Dörtkaş
Funda Dörtkaş: Kitabın adının ve arka kapak yazısının kendi içinde derin bir anlamı var. Pergel İkilemesi’nin ilk kitabı olmasından ilerlersek, kitabın içindeki öyküler pergelin sivri ucunu kalbimize batırıp, aklımız ve ruhumuz üzerinde çizikler oluşturuyor. Ve hep kendi etrafımızda dönüyoruz. Her öyküde bir defa daha durup düşünmemizi sağlayan bu gerçeklik, sadece yazının zihinlerimizde yarattığı yapıbozumu mu?
Bora Abdo: Derrida’nın geliştirdiği bu yöntemi postmodernistler sıklıkla uyguluyorlar ama Seni Seviyorum. Çok, için ben bunu söyleyemem. Çünkü anlamı yok etmiyorum. Salt sözcükler, şeyler ya da nesneler üzerinden gerçeği değil de onun tam ortasındaki hikâyeyi kaçırmamaya çalışıyorum. Tek bir mutlak gerçek olmadığını biliyorum ama farklı anlatı deneyselliğinin de postmodern yaklaşımlarla okuyucunun zihninde bir yöntemsizlik olarak belirmesini istemem. Öykülerim arasında yapıbozumundan çok tematik bütünlüğün sarmallığına dikkat ediyorum açıkçası. Kendi metinlerimi çözümleyip sonra onlardan başka metinler çıkaramayacak kadar çaresizim aslında. Yeni bir amentünün pratiklerini benimsemekten ya da peşinde koşmaktan ziyade unutulmuş ve hızla yarı yolda bırakılmış anlatı geleneğini sürdürmeye çalışıyorum. Bu anlamda metnin aklı okuyucunun zihninde her öyküde olduğu üzere sayısız çağrışım yapabiliyor.
Funda Dörtkaş: Terry Eagleton Edebiyat Olayı kitabında, “edebi olanın” din sonrası dünya için ahlakın bir göstergesi haline geldiğini söyler. O dönem için ahlaki pratiğin bir örneği olarak konumlandırılan edebiyatı yine onun kitapta sorduğu bir soru üzerinden nasıl tanımlarsınız? “Bir rüya hayal gücüyle, kelime oyunlarıyla, ilgi çekici bir şekilde dramatik olaylarla dolu, ahlaki derinlik ve muhteşem karakterler açısından zengin ve ilgi uyandıran bir konuyla güçlendirilmiş olabileceğine göre, romanları düşlerden nasıl ayırt edebiliriz?” Aynı şekilde öyküleri?
Bora Abdo: İyi öyküleri de iyi rüyaları da çoğu zaman unutmayız. Yine de rüyalarımız tam da Terry Eagleton ifadesi kadar güçlü, karmaşık ve renkli olsa da edebi metinlerin zihnimizde ve kalbimizde yarattığı imgelerin yanında sanırım pek adı anılmayacaktır. Rüyaları küçümsediğimden değil ama romanların ya da öykülerin daha çok ve daha uzun süre tadına varabilme ayrıcalığımız var. Oysa rüyaları hiç tanımadan yanınızdan geçen biri gibi bir daha görme şansımız olmaz.
Funda Dörtkaş: Yazının ve yazmanın yarattığı yalnızlığın her öykünüzde aslında şu an içinde varolduğumuz kalabalığı betimlemesi, ıssız bir iskelede bekleşen halimizi çerçeveleyip başucumuza asıyor. Yüzyıllar sonra da bize ait insanlık halleri hiç değişmeyecek mi?
Bora Abdo: Elbette değişmeyecek, bir süre hikâye yazılacak, acı, karmaşık ve yabancı. Ama hepsi gerçek hikâyeler olacak. Gerçek hayatın içinde görünür ya da görünmez şiddet kavramı hep sürecek çünkü. Farkında olmadığımız şiddetlere maruz kaldığımız gibi yine farkında olmadan başkalarına da şiddet uygulayacağız. Tatlı tatlı bu küçük şiddet işkenceleriyle bu dünyayı birbirimize zehretmeye devam edeceğiz. Severken ya da şefkatli bir bilmezlikle de; misal bir kelebeği tutup okşamaya çalışırken aslında kanatlarındaki tozları yok ettiğimizi ve kelebeğin bundan ötürü uçamayacağını ve öleceğini anlamadan, severken öldürmeye devam edeceğiz.
Funda Dörtkaş: Nokta ve virgül kitabın adının yanında yer alan iki noktalama işareti değil sadece. Biri sonlandıran, biri devamlılığı ve ardına eklenecekleri sağlayan. Öyküleriniz arasındaki metinlerarasılık gibi. Bir öykünün son sayfasında bittiği hissi, aslında sonraki sayfadan ve öyküden virgülle ayrılmış. Bu nedenle her metnin ve kitabın, bitişinden sonra dahi bir başka kitapta ya da bizzat hayatın içinde hep devam ettiğini söyleyebilir miyiz?
Bora Abdo: Söyleyebiliriz tabii ki. Bu en başından beri böyle. Anlattığımız hikâyelerde, anlatamadığımız insanlara da başka bir hayat ve başka başka hikâyeler biçiyoruz. Sevdiğimiz yazarların kitaplarını kitabevlerinin dışında başka yerlerde de görebiliyoruz. Farklı okuyucuların zihninde, metnin yazarından daha akıllı olduğu görüşüyle bütün karakterler ve cümleler farklı seslerle sürdürür macerasını.
Funda Dörtkaş:Kitap, ben nasılsa hiçbir zaman ölmeyeceğim diye başlarken harflerle ölü diriltme ile bitiyor. Bu iki başlangıç arasındaki öykülerde yer alan bitişler ise hüzünlü. Okurken bizi savuran bu anlar, bize haritalarda, yeryüzünde ve kimsenin aklında olmayan bir şehir anlatmak istediğiniz için mi?
Bora Abdo: Buna kalemimin de hayal gücümün de yeteceğini sanmıyorum; daha ziyade böyle bir şehri anlatamayacağımın çaresizliğiyle ilgili sanırım. İstanbul’un eski zamanlarında geçen hikayeler yazmak istediğimizde Batılı ressamların ya da seyyahların ya da bizim tarihçilerimizin notlarından yola çıkarak feraceli kadınlar, sarıklı hocalar, dini ritüeller, Haliç, ve bir sürü ayrıntı metninize girebilir. Örneğin Ceneviz yapımı Galata Kulesi’ni iyi kötü anlatabilirsiniz de Leonardo’nun Haliç üzerine köprü projesinin gerçekleşmemesine üzülür ve bu köprüyü anlatamazsınız. Adil, o öyküde Melâl’e sadece bunu ya da buna benzer şehir öğelerini tasarlayabilme hayalini verir sadece. İstanbul’u yeniden kurmak hayalidir elbette ki güzel olan.
Funda Dörtkaş: İnsanlardan ümidi kestiğimiz, kötülükle iyilik arasında arafta kalmış hallerimizle, cellatların birer birer astığı ruhlarımızı batırıp batırıp çıkardığımız suçlar ve günahlar arasındaki sessizliği nasıl anlatacağız? Duyan öldürmezdi oysa ki…
Bora Abdo: Bunu inanın bilmiyorum. Sanırım uzun yıllardır da arıyorum. Herkes kadar ben de suça eğilimli biriyim. Yazma eylemiyle suç işlemek aslında yan yana yürüyen kavramlar. Her ne kadar dışarıya anlatmak istesek de kendi içimize dönüyoruz. İlham perileri en çok suç işlemek istediğimiz zaman geliyor. Duruyoruz o zaman. Duruluyoruz. Çoğu ailenin, çocukları için orta çaplı bir cehennem olduğunu, o çocukların tentürdiyot içerek intihar ettiklerini ya da bebeklerini düşürdüklerini bilmek, hangisinin suç hangisinin günah olduğunu anlamak çok zor. Bu anlayamama hali anlatmayı ateşliyor belki en çok ama anlatmadığımız zamanlarda, çokça alkol tüketerek, aç kalarak, en ufak bir eşyayı atmayıp saklayarak ve en çok kendimizi cezalandırmaya çalışarak bu sessizliğe bir balık kadar kaygan bir zeminde tutunmaya çalışıyoruz. Bunu çoğu “akıl hastalığı” olarak görüyor. Azı “yıkıcı bir acımasızlık” olarak. Duyanlar ise sağırlığa sığınıyor ya da mecbur bırakılıyorlar. Kişiliğimizi silerek ve kendimizle baş başa kaldığımızdaki mutsuzluktan sıyrılıp başka ve daha sahte bir şeye dönüşerek belki. Onu da başarabilirsek tabii.
Funda Dörtkaş: Kitapta zaman ve mekan arasındaki kırılma, uzaklaşıp yakınlaştığı yerler, sürekli insanın arazlı halleriyle kesişmiş. Yanmanın söndükçe başlaması ve korka korka sürmesi bir zamanın bir şehrinde farklı görünse de benzer olan hayatlarının içinde bize tuttuğunuz aynaya yansıyan ateşin görüntüsü mü? Aynanın sırrı, ateşi söndürmez. Bu nedenle mi kitaptaki öyküleri iki yüzyıl sonra hâlâ yaşıyoruz hissine kapılmamız?
Bora Abdo: Evet, insanlar kendi ruhlarının ve kalplerinin ağırlığına rağmen bir de hiç anlamlandıramadığı bir kargaşa dünyası ve başka, bilinemeyen bir soruyu yaşatırlar hayatları boyunca. O dünya hiç ölmez. Eskimez. İnsanlığın ve sanatın tarihi bu ayrıksı hali anlamak için her dönem yeni bir anlayış belirlese de bu sonsuzluğu anlayabilmek ve anlatabilmek çok zor. Biz, çok kesin hatlar ve genel geçer bir kanıyla kendimizi çözdüğümüzü düşünüyoruz ama sonraki yüzyıllara kalan aslında bu çözümsüzlüğümüz ve bilinmezliğimiz. Bizden yüzyıllar sonra da birileri yine resme ve ateşe bakarak acı çekecekler ve yine en başından beri göremedikleri ve bilemedikleri tanrıya korkudan kurbanlar verip birbirlerini ve sevdiklerini öldürecekler.
Funda Dörtkaş: Bu dünyadan kanatları kuru ölü bir kelebek gibi geçip gidiyoruz. Cellatlar, öldürdüklerinin kanatlarındaki o büyük acıyı hiçbir zaman hissedemeyecekler. Tıpkı aşktaki gibi, tıpkı kardeşlikteki gibi ve tıpkı bir kitabın arasına bırakılan bir mektubun ölü harflerindeki gibi. Neden her şey bitiyor gibi görünüyor da aslında hiçbir şey bitmiyor?
Bora Abdo: Çünkü bana kalırsa hayatlarımız boyunca ve yazarken bir tek şeyden çok korkarız. Hakikat. Daha doğrusu zihnimizde, hayal dünyamızda ya da yazarken ki o yaratım anında, gerçeğin temsili bizim cesaretimizi kırar. Biraz arkaik bir acıdır bu. Bitiyormuş gibi görünmesinin bana kalırsa sebebi bu, yarattığımız gerçeklik temsilinin korkusu. Bitmemesinin sebebi ise gerçekliğin aslında sahteliğini kabul ettiğimiz anda başlaması.
Funda Dörtkaş: Öyküleriniz arasında boşluksuz bırakıyorsunuz. Nefese ilişkin bir boşluksuzluk bu. Detayları birbiriyle ilişkili insani haller, dertler, durumlar soyutlamalar ve farkındalığımızı farkında olmadan saran sezgisel bir kavrayışla insan olmamızın tüm zavallılığını da anlatıyorsunuz. Çünkü günah olan, bir kuşun yuvasını bozmak değil, bunu şimşeklerin çatır çatır çaktığı kopkoyu ve ağır bir gecede haz da duyulan bir acıyla yapmaktı. Öykülerin her birinde acının sessiz hali nasıl çoğul bir ses olarak varoluyor?
Bora Abdo: Sanırım, anlatılan tüm karakterlerin başkalaşmış ve aslında en çok da unutulmuş olmalarını hissetmesi. Bunu en çok Tanrı karşısında, zaman zaman inançlarını sorgulayarak ve cezalandırıldıklarını düşünmeleriyle ortak ve dediğiniz gibi çoğul bir acıyla kalakalmalarıyla pekiştiriyorlar. Ve Tanrı tarafından unutulmuş hissetmeleri hikâyelerinin en büyük cezası. Bazı kötülükleri içlerindeki çetelede sınırları aştıysa- ki çoğunda bu var- artık bir cezayı bile hak etmediklerini düşünüp kendi korkunçluklarıyla baş başa kalıyorlar. Günahları için artık hiçbir şekilde kimseler tarafından öfke duyulmamaya ve umursanmamaya başlıyor ve gitgide yalnızlaşıyorlar. Öldürerek ya da yok ederek terk edilmemeyi ve sevilmeyi amaçlarken telafisi olmayacak ağırlıkta bir sessizlikle karşılaşıyorlar. Belki bu her zaman korktukları gerçeği de kucaklarının tam ortasına bırakıyor. İşte tam o zaman senfoni başlıyor. Bence yazı eylemi de tam burada başlıyor.
Funda Dörtkaş: Bütün öldürenler gibi biz de zamanla birbirimize benzedik. Kelimeleri ikimiz de artık aynı vurguyla söylüyoruz. Biz aynı anda aynı zaman, dediğimiz zaman, iki bedenin ağzından çıkan aynı zamanı yaşarsınız sizler. O ölüm zamanınızdır. Kendimizdeki kire, hırsa, zalimliğe, hoyratlığa, kötülüğe başkalarını da bulaştırdık. İnsani olmayan her ne varsa bu topraklarda yaşadık, gördük, bildik. Varolduğumuz dünyanın içindeki inancımızı, “olamamışlığımızı” sorgularken mi yalnız olabilmek için bir kişiye daha ihtiyacı var her insanın?
Bora Abdo: Belki sizin dediğiniz gibi de algılanır, kaldı ki bir cümlenin birçok anlama geldiği metinleri hep değerli bulmuşumdur ancak insan yalnızken yalnız olduğunu pek hissetmez; bu daha ziyade tek başınalıktır, yalnız olduğunuzu yanınıza bir insan geldiğinde ve sizinle öyle ya da böyle doğuştan ya da sonrasında bir ilişki, bir kan bağı kurduğunda anlarsınız. Ancak başka bir insan olabildiğince sizi kırar ve aslında yalnız olduğunuzu hissettirir.
Funda Dörtkaş: John Berger Görme Biçimleri kitabında, bir şeyi gördükten sonra kendimizin de görüleceği farkındalığına sahip olduğumuzu, karşımızdakinin gözleriyle bizim gözlerimiz birleşince görünenler dünyasının bir parçası olduğumuzu söyler. Berger’in fotoğraf için detaylandırdığı bu aşama, sizin yarattığınız imge dünyasını da tanımlıyor bence. Cümlelerinizin gözü, bizim gözlerimize değdiğinde “imge” artık anlatmaya çalıştığından daha kalıcı oluyor. Bu yüzden mi hayatın tamamında çabuk anlaşılan şey uzun ömürlü değildir?
Bora Abdo: Evet, bu da sebeplerinden biri.
Funda Dörtkaş: İnsan bir yerden sonra sıkılıyor bu kadar acıdan ve fakat her şey peşimizden geliyor. Seni Seviyorum. Çok, ilk sayfasından son sayfasına kadar bizi dolaştırdığı kendi dehlizlerimizin kapısını aralarken bir yeniden doğuşun gerekliliğini bırakıyor virgüllerin ardına. Yaşama utkusu olmasa, onulmaz yalnızlıkların kibrini hangi kitabın sayfaları arasına bırakacağız?
Bora Abdo: Yeniden doğmaya pek inanmıyorum aslında ama ölü doğmaya ve yeniden ölmeye inanıyorum.
Funda Dörtkaş: Gözün ve ruhun aynasını sırladığınız öykülerin ardından, yarattığınız deneysel ve derin dünyanın anahtarını avcumuza sıkıştırdınız. Diğer kitapta hangi kapıyı açacağımızın izini bulabilecek miyiz?
Bora Abdo: Elbette serilerin başındaki kitaplarda bu izleri sezmek ya da görmek mümkün. En azından ben kendi adıma bir sürü iz bıraktım.
Funda Dörtkaş: Sırt kısmında iğne iplikle işlenmiş bir cümle vardı: hep yazmanız umuduyla. Teşekkür ederim.
Bora Abdo: Ben teşekkür ederim bu güzel soruları sorduğunuz için.