İyi günde, kötü günde… Hastalıkta ve sağlıkta… Ölüm bizi ayırana kadar…

0
595

“Aşkıııım Çinli bi bebek alalım mııı? Çook tatlış oluyolaaar”

“Canım ama daha geçen yıl safkan bir Kenyalı görüp istemiştin? Hani mobilyalarımıza da uygundu? Aylardır Kenyalı bir kız bebiş arayıp duruyorum ama ben?”

Yoook Ayşen’lerde gördüm, Çinli bi oğlan almışlar aaaayyyy çoook tatlııı!”

Nasıl? Ürkütücü ve sinir bozucu bir diyalog değil mi? Ama biliyor musunuz binlerce evde, binlerce insan, buna benzer diyaloglar kuruyorlar biz hayvanlar için.

Irkçılığı yüz kızartıcı bir suç olarak görüyor çoğu insan. Ama iş, kalplerinin ve evlerinin kapısını aralayacakları bir cana gelince hiç konuşulmayan bir ırkçılık türü devreye giriyor: Onlar “evlerine ve hayatlarına” bir kedi ya da bir köpek değil, “cins” bir kedi ya da köpek istiyorlar “instagram hesaplarına”

“Moda olan”, “sahip olmak istedikleri”, sahip olmayı bir statü göstergesi saydıkları canları adeta birer konfeksiyon ürünü gibi seçiyor, seçtikleri bu “ürüne” büyük paralar harcıyorlar. Ama hayat “reklam fotoğraflarındaki” gibi işlemiyor elbette. O “her biri tasarım harikası” olan kedilerin köpeklerin birer fotoğraf ya da biblo olmadığını öğreniyorlar önce. Sıradan birer kedi ya da köpek gibi tüy döktüklerini, kırıp saçtıklarını, işeyip kaka yaptıklarını öğreniyorlar. Daha kötüsü, sıradan kedi ve köpeklere oranla daha sık hastalanıp daha erken öldüklerini gördüklerinde iş değişiyor.

İşin içine fedakarlıklar girmeye başladığında “gazı kaçıyor” köpürtülmüş ürün fotoğraflarının. Oyuncak değil ki bu “bozuldu” deyip, “kırıldı” deyip atıveresin dolaba. Ama öyle yürümüyor işler… O bakımlı tüylerin, o parlak gözlerin bir maliyeti var. Sadece kaliteli mamalardan, düzenli veteriner kontrollerinden söz etmiyorum. Bir canın gözlerinin parlamasının cüzdanınızdan çok kalbinizle ilgisi var. Yoksa Yeşilçam filmlerindeki şefkatsiz babalar gibi “Neyini eksik ettim senin? Yemedim yedirdim, giymedim giydirdim, neyin eksik hı?” der durursunuz ışığı sönmüş gözlere bakıp. Zaman ayırmayı, şefkatle okşamayı, oyun oynamayı, tatlı tatlı konuşmayı eksik bırakmışınızdır muhtemelen, o canın dile getiremeyeceği…

Fotoğraf: Süheyl Burak/Unsplash

Hep bebek, hep şirin kalmayacaklar…

Bebekleri seversiniz ya bilirsiniz aslında bebeklerin hızla büyüdüğünü. O şirin mi şirin kedi köpek yavrularının da… Düşünmemişsinizdir muhtemelen, “ben kedi köpek mi seviyorum, yavru kedi köpek mi?” diye… Kediler köpekler büyürler, hatta çok hızla büyürler. Önce “like” sayılarınız düşer, sonra artan sorunlarla birlikte hevesiniz genellikle…

Çişini kakasını yapabilmesi, enerjisini atabilmesi ve mümkünse bir miktar sosyalleşebilmesi için günde en az 2 kez köpek dolaştırmanın size göre bir şey olmadığını itiraf etmek için geç kalmış olabilirsiniz. E bunun yağmuru, çamuru, karı, kışı, sıcağı da var tabii…  

Kısırlaştırmak Tartışmasız Gerekli Ama Pahalı da!

Sürpriz! En fazla 6 ay sonra erkek kediler evin her yerine sperm atmaya, dişi kediler iç parçalayan çığlıklar atmaya başlarlar. Zor bir karar vermek durumundasınız artık: Kısırlaştırma! Ya sayısı her yıl katlanarak genişleyen bir aileyi göze alacaksınız ya kısırlaştırmayı. On yıllardır tüm hayvan dostlarının en kritik ahlaki tartışmalarından birinin ortasında buluvereceksiniz kendinizi. Oysa siz hiç istemezdiniz böyle konuların içinde olmayı… Kararınız doğrultusunda yaşayacaklarınıza dair senaryolar muhtelif. Her yıl 1-2 kez uykuları haram eden acı ağlamaları, kaçma girişimlerini, dayanılmaz kokuyu, yana yakıla çiftleştirecek uygun eş peşinde koşmayı göze almak, tüm bunların sonunda zahmetli bir gebelik dönemini ve en nihayet “ben bunları kime nasıl vereyim” duygu patlamaları yaşamak da bir seçim… Kısırlaştırma sonrası bir anda “olgunlaşıveren” (e biraz hımbıllaşmak da diyebiliriz buna) ve dikkatli beslenmezse hızla kilo almaya başlayan bir canı izlemek de bir seçim…

Hastalık Var, Ölüm Var!

Hastalık her canlı organizmanın doğasında var. Yaşlanmak ve ölüm de öyle. Genellikle kendimizi ihmal ederiz, siz de en son ne zaman kontrollerinizi yaptınız bilmiyorum ama evdeki canın düzenli kontrollerini savsaklamanın bedeli düşündüğünüzden ağır olabilir. Sonuçta siz kendi bedeninizdeki sıradışılıkları fark edebilir, gerçekten gerekli olduğunu hissettiğinizde doktora gidersiniz de evdeki can, bu sinyalleri ne fark edebilir ne de size anlatabilir. Dolayısıyla gözünüz kulağınız sorumluluğunu üstlendiğiniz canın üzerinde olmalı. Çişinin kakasının renginden tüylerinin dökülüp solgunlaşmasına, keyifsizleşmesinden iştahsızlığına kadar her şey dikkat merkezinizde olmadığı takdirde ilerlemiş hastalıklarla karşı karşıya kalabilirsiniz. Hastalık ve yaşlılık henüz sevimli bir yavruyken “ay ne şiriiiin” diyerek eve aldığınız canın tamamen sizinle paylaşacağı 10-15 yıllık ömrünün doğal parçası. Tıpkı evlenirken verilen söz gibi: “iyi günde kötü günde, hastalıkta ve sağlıkta… Ölüm bizi ayırana kadar…”

Yaşlılık insanlar için olduğu kadar evdeki canlar için de zorlu bir süreç. Artık eski neşesi, coşkusu, enerjisi kalmamış, yaşlılık kaynaklı hastalıklarla boğuşan bir canın o zorlu son zamanlarına eşlik etmek de ilişkinizin bir parçası. Ne yazık ki bazı insanlar kendilerine iyi günlerinde yarenlik eden dostlarını, onlara en fazla ihtiyaç duydukları yaşlılık günlerinde kurtulunması gereken bir yük olarak görüyorlar.

“Kurtulmanın” türlü yollarını da buluyor tabii insan evladı. Bunun için her boydan, her soydan ama her biri perişan durumda cins cins kediler köpekler dolaşıyor tatil beldelerinin sokaklarında. Havlunu, paletini unutabilirsin tatil beldesinde, ya köpeğini?…

Yaşama Hakkı Kimsenin İnsafına Bırakılacak Bir Hak Değil!

İş dönüp dolaşıp sokağa düşen canlara kol kanat germeye çalışan iyi insanların omuzuna bir yük olarak dönüyor. Oysa her canlının yaşama hakkı, “iyi insanların” insafına ve vicdanına bırakılamayacak kadar temel bir hak. Devletin, yerel yönetimlerin tıpkı insanlar gibi diğer canlıların da en temel hakkı olan yaşama hakkını gözetmesi, bunun için gerekli çalışmaları yürütmesi bir sorumluluk. Devletin, yerel yönetimlerin en önemli paydaşı, destekçisi ise elbette bu alanda çalışan sivil organizasyonlar. Bunların sayısı, kapasitesi artırılmalı, devlet ve yerel yönetimler de bu organizasyonlarla iş birliğine gitmeli.

İyi insanların bireysel çabaları çok değerli olmakla birlikte çoğu zaman hem yetersiz kalıyor hem de bakım ve desteğin bilimsel şartları yerine getirilemiyor. Özellikle sokak canları için bireysel olarak çalışma yürütmek isteyenler, bulundukları bölgelerdeki organizasyonlarla iş birliği yapabilirler. Kendi aralarında organize olarak güç birliğine gidebilirler. Bu şekilde çok daha sonuç alıcı çalışmalar yapılabilir. Ama ülkemizde sivil organizasyon kültürünün zayıflığı bu konuda önemli bir engel oluşturuyor.

Fotoğraf: Gabriella Clair Marino/ Unsplash

Sokağa düşen canlar, ağır yaşam koşullarının yanı sıra bir de önyargı ve nefretle de boğuşuyor. Çok sayıda hayvanın katledildiği haberleri düşüyor önümüze her gün. Sokak hayvanlarını “tehdit” olarak görüyor bazı insanlar ki “bir arada yaşamak” haklı ya da haksız “güvenlik endişesini” de anlamayı gerektiriyor. Bunun için kutuplaşma ve artan düşmanlık yerine karşılıklı ikna ve çözüm çalışmalarına dönük projeler geliştirilmeli ivedilikle. Hayvanların tehdit oluşturduğu “algısı” ile “gerçekliği” arasında bir denge kurulmalı. Algı da gerçeklik de değiştirilebilir çünkü. Çocuk yaştan itibaren hayvan sevgisini geliştirecek eğitim çalışmaları algıyı, sokak hayvanlarının yaşam hakkını gözeten, barınma ve beslenme ihtiyaçlarını çağdaş bir ülkeye yaraşır biçimde organize eden çalışmalar ise mevcut gerçekliği değiştirebilir. Devlet ve yerel yönetimler, sivil organizasyonlarla işbirliği geliştirerek iyi bir aşılama, kısırlaştırma, besleme, barındırma, izleme, sahiplendirme  programını yaşama geçirseler, “güvenlik endişesi” mi kalır ortada?

Sokak Canlarıyla İlgilenmek Tek Tek Bireylerin Üstesinden Gelebileceği Bir İş Değil.

Sokak canlarını beslemek, tedavi etmek, kısırlaştırmak için organizasyonel ya da bireysel olarak çaba gösterenlerin işi ağırlaşan ekonomik koşullarda daha da zorlaşıyor. Mama, tedavi, kısırlaştırma maliyetleri çok yüksek. Oysa sadece mama sektörü milyarlarca liralık dev bir ekonomik hacme sahip. Bu şu demek; mama firmaları ellerini taşın altına koymalılar. Sosyal sorumluluk çalışmalarıyla kazandıkları milyonlarca liranın hiç değilse küçük bir bölümünü sokak hayvanlarının tedavi, barınma, beslenme ihtiyaçlarının karşılanması için kullanmalılar. Öyle göstermelik kampanyalarla değil ama! Şeffaf, sürdürülebilir, gerçekten işlevsel çalışmaların önünü açmalılar artık. Devlet de bir “lüks” olarak görmekten vaz geçmeli mamaları ve yüksek vergilendirmeye son vermeli.

Bireysel olarak satın almak yerine sokaklardan ya da barınaklardan sahiplenme yoluna giderek hayvan ticaretine son vermek, bakabileceğimiz kadar canı sahiplenmek ve sahiplendiklerimizi yarı yolda bırakmamak da bizlerin yapabilecekleri…

Yurttaştan devlete, yerel yönetimlerden sivil toplum kuruluşlarına herkes ya büyüyen sorunun parçası olacak ya da el ele vererek çözümü birlikte üretecek…

Kapak Görseli: Glomad Market/ Unsplash