Onu kiminiz keyifli röportajlarından tanıyorsunuz kiminiz İlber Ortaylı ile yaptığı uzun mesailer sonucu çıkan nehir röportaj kitaplarından… Kiminiz blogunu okuyor ve şimdilerde elinizin altında onun kitabının olma olasılığı yüksek. Üreten ve üstelik kalemi de hayli iyi açılmış gazetecilerden Yenal Bilgici 5 sorumuzu yanıtladı.
Umberto Eco’nun cebindeki alışveriş listesinde ne yazıyordur?
Dünyada listeleri Umberto Eco’dan daha çok seven biri var mıydı acaba? Bu konu hakkında kitap da yazdı. “Listeleri seviyoruz; çünkü ölmek istemiyoruz” diyen odur. Bu sözleri Der Spiegel’e verdiği bir röportajda sarf etmişti. İlgili bölümü okurlar için alıntılayayım burada, çünkü çok ilginç. “Bir sınırımız var; cesaret kırıcı, aşağılayıcı, küçültücü bir limit: Ölüm. Bu yüzden sınırı ve bu sayede de sonu olmadığını düşündüğümüz her şeyi seviyoruz. Bu bir bakıma ölüm düşüncesinden kaçmamızı sağlıyor. Listeleri seviyoruz çünkü ölmek istemiyoruz.”Eco da göçtü gitti; listeleri kaldı. “Sizin listenizde ne var” sorularını yanıtlamaktan kaçardı; bunun sürekli değişeceğini söylerek. Ama şimdi biz belki Eco için bir liste yapabiliriz. Geçen gün fark ettim, “blogumda en çok yazdığım kişi sanırım Eco” diye düşündüm. Sanırım bu yüzden bana Eco’yu soruyorsunuz.Şundan yazıyorum; bana göre sadece bir yazar değil Eco; bir fikir aynı zamanda. O istemese de, bu fikri geniş zamanda tanımlayan bir liste yapabiliriz. Uzun dönemli bir alışveriş listesi gibi bakalım:
- Bir harita (Bir yeraltı şehrinin olabilir).
- Bir pipo (Öyle süslü püslü değil, pratik).
- Bir gece lambası (ya da mum).
- Bir şapka (Fötr ya da kasket, her durumda “Eco şapkası” denebilir)
- Kitap (Herhangi bir dilde, herhangi bir konuda ama matbu, tercihen renkli resimli).
- Mezura (Kitaplar, kitaplığa başka türlü nasıl sığacak).
- Gazete (İlla ki İtalyanca, gündelik ahmaklıkların tadına varmak için).
Röportajlarının hastasıyız. İyi soru sormanın özünde ne yatıyor sence?
Övgü için teşekkürler 🙂 ama ben izninizle kenardan dolanayım.Benim bugüne dek okuduğum ve izlediğim en iyi röportajlar, gazetecinin kendini dışarıda bırakmayı becerdiği işler. Ben bunu ne ölçüde becerebiliyorum, bilemiyorum. Ama denediğimi söylemeliyim. Röportaj yaparken de çözerken de, önemli bir lafı sersemce böldüğümü anladığım çok an halen var; demek ki pek aşama kaydetmemişim.Şunu biliyorum artık: Her gazetecide kendini beğendirme arzusu vardır. Gazeteci hem okura hem de röportaj yaptığı kişiye kendini beğendirmek, bir bakıma kendini ispatlamak ister. “Ben bir kayıt makinesi değilim, ben de çok şey biliyorum” demek ister. Bana kalırsa, çok az okurun umursadığı bir şey bu. Röportaj yapılan kişi ise umursamadığı gibi bu tavrı sevmez de; çünkü bu, onun sahnesinden çalmaktır. Demek ki sorulara kendini katmanın katkısı neredeyse sıfırdır; işe yaramaz. O yüzden, röportaj yapan herkesin biraz sakin kalması, kendisini dışarıda tutması gerekir. Bu, kişinin şahsiyetini sıfırlaması anlamına gelmiyor. İyi sorular ve iyi yazmak şahsiyeti zaten ortaya koyar. Bir de bunlar emeğe işaret eder ki; en önemlisi de odur. Okur da bu emeği, “ben”li cümlelere göre daha rahat hisseder ve takdir eder zaten.
Memlekette Tuhaf Zamanlar’ı okuyan hemen herkes cümlelerinin altını çizmekten helak olduğunu söylüyor (bizzat yaşadık). Yazarken içinde var mıydı bu? İnsanlar neyin altını çizsin isterdin?
Çok teşekkür ederim, mahcubiyetle ilerleyen bir röportaj oldu bu. Memlekette Tuhaf Zamanlar, Türkiye’de ve dünyada hakikat-sonrası gündemi üzerine. Yıllardır bu konuları ABD, en çok da Trump üzerinden dinledik ama ben Türkiye’nin, Türk toplumu ve siyasetinin realiteyle bağının çok zayıfladığını ve bu konuların en iyi bizde işlenebileceğini düşünüyorum. Mesleki olarak bu dönemde en çok hakikat-sonrası meselesini önemsediğimden de oturup kitabı yazdım. Bir anlamda, 2000’li yılların büyük bölümünde benim altını çizdiğim konu bu. Altı çizilen satırlar, meselenin başkaları tarafından da önemsendiğini gösterir, beni tabii ki çok mutlu eder.Özel olarak, kitapta “kesin yaşanmıştır” fenomeniyle ilgili bir bölüm var en çok onun altının çizilmesini isterim: En sonda olduğu için! Bir de Türkiye’de komplo zihniyetiyle ilgili bir bölüm yazdım; yazarken de dışarıda çok malzeme bıraktım; ben de onların altını çiziyorum, belki oradan bir kitap gelir. Ama önce roman.
Sürpriz soru bizden değil Deniz Bilgici’den geliyor: “İnsan kendini özler mi?”
(Gülüşmeler:)) Blogumun okunduğunu görmek mutlu ediyor. Orada yazmıştım bunu; oğlumuz Deniz, geçen yıl, soğuk, gri bir günde birdenbire “İnsan kendini özler mi” diye sormuştu. Hazırlıksız yakalandım bu soruya. Kendisi, kendini özlüyormuş; kuzenleriyle yaz tatili yapan kendisini, o halini özlüyormuş. Ben de bunun yerinde bir özlem tanımı olduğunu düşünüyorum. Hatta bir bakıma nostaljinin tanımı da bu. Bizler, eskide kalan tüm o şeyleri ya da kişileri mi özlüyoruz, yoksa geçmişte bir an o şeylerle, kişilerle kurduğumuz ilişkiyi, o ilişki içindeki kendimizi mi özlüyoruz? Bana kalırsa ikincisi. İnsan sürekli kendini özlüyor. Elbette burnumuzda tüten çok kişi de var. Tek tek onları da özlüyoruz. Ama kendimiz de bu denklemin içindeyiz.Demişken…Daha çok blog yazısı yazan kendimi de özlüyorum. Hep daha çok yazmak için kendime söz veriyorum. Artık neredeyse 12 yaşındaki Eski Usul’u ve onun yeni kardeşi Tuhaf Zamanlar’ı burada anmış olalım.
Son olarak, en son ne izledin, ne dinledin, ne okudun?
“Kirazın Tadı“nı izledim. Bir de ”Dune“u. Kirazın Tadı, Abbas Keyarüstemi’nin. Doyumsuz bir film. Bence herkesin iki üç yılda bir izleyip, hayatla ilişkisini gözden geçirmesi gereken bir film. Bir de düşünmek için bir soru: Hikâyede “dut”un tadı kritik öneme sahip. Ama filmin ismi, bir yerde biraz da öylesine geçen “kirazın” tadı. Neden acaba?Dune da iyiydi. Denis Villeneuve iyi yönetmendir zaten; filmi bir başka Star Wars olmaktan kurtarmış. Dizi olarak da Station Eleven izliyorum; çok büyük bir umutla başladım ama şimdilik cevap vermedi diyeyim. Bir de: Her gün The Office izliyorum, gıda niyetine.Çok ilginç bir kurgudışı kitap okudum: “The Stasi Poetry Circle – The Creative Writing Class That Tried to Win The Cold War.” Yazarı Guardian gazetesinin Berlin büro şefi Philip Oltermann. Soğuk Savaş günlerinde, Doğu Alman gizli servisi Stasi’nin muhalif entelektüel camiaya sızabilmek için ‘kabiliyetli’ gençleri bir tür ‘şair ajan’ olarak yetiştirme girişimi anlatılıyor. “Red Poets Society” ismine çeyrek kalmış. Yazar o ismi koysaydı, Türkçe’ye de “Ölü Ajanlar Derneği” diye çevirirdik. Şaka bir yana, kitap Doğu Almanya’nın hem nasıl üstün bir “edebiyat” ve “kültür-sanat” ülkesi olduğunu ortaya koyuyor hem de bunca kültürle rafineleşmiş insanı hizada tutmanın imkânsızlığını gösteriyor. Çelişkilerin iyi anlatıldığı bir kitap ama şairlere ilişkin bilgi beklediğim kadar bol değildi.Şu an da Hollanda’da yaşayan İran kökenli yazar Kader Abdolah’ın Türkçe’ye Camideki Ev (Het Huis van de Moskee) diye çevrilen eserini okuyorum. Benim için yeni bir yazar; uzun zamandır bu kadar sade, duru yazan birini görmemiştim. Sonradan öğrendiği Hollandaca ile yazdığından ve bunu da kompleks etmediğinden sanırım, ferah bir dili var. Bu ara hep Cem Karaca dinledim. Burada yine reklama gireceğim; Cem Karaca şarkılarını bir yazı için dinlemiştim. Gazete Duvar’da, “İnsanlar Gülüyordu De, Trende Vapurda Otobüste” başlıklı bir yazı yazdım. Başlık, Cem Karaca’nın en sevdiğim şarkısı Hep Kahır’ın sözlerinden geliyor. Yazıya da o şarkının ruhundan katmaya çalıştım; sizin kitapların müziğini önemsediğinizi biliyorum. Makalelerin de var bazen.Bu aralar hep eskilerden gidiyorum; yeni bir keşfim yok. Bir iki aydır hep Pink Floyd dinliyorum. Neden, bilmiyorum.
Bu söyleşi ilk olarak Okur Bülteni’nin sekizinci sayısında yayımlanmıştır. Okur Bülteni ile yaptığımız içerik işbirliği kapsamında Reportare okuyucularına da söyleşiyi paylaşıyoruz. Okur Bülteni’ne abone olmayı unutmayın.
Fotoğraf: Aslıhan Tümer