Acının Kol Gezdiği Yerde, Sanat Hayatı Savunur!

0
413

Leman Yılmaz yıllar içerisinde İstanbul’un ve Türkiye’nin gururu haline gelmiş olanİstanbul Tiyatro Festivali‘nin Direktörü. Ömrü dünyanın neresinde iyi oyun sahneleniyor onu bulup Türkiye’ye, İstanbul’a getirmek için koşuşturmakla geçiyor. Söylemesi ayıp benim de kadim dostum, can arkadaşım. 3 Mayıs’ta başlayacak olan 20. İstanbul Tiyatro Festivali’nin hazırlık telaşı içerisinde “bir soluklan, iki satır konuşacağız” dedim. Kırmadı. 
İKSV’nin Şişhane’deki müthiş binasında buluştuk. Elinde henüz matbaadan yeni gelmiş festival broşürü, yüzünde uzun bir maratonun son 100 metresine gelmiş bir koşucunun yorgun ama mutlu ifadesi ile karşıladı bizi. 1 Mart’ta gerçekleştirdikleri basın toplantısından hemen önce uzun bir sohbet yaptık. 
Hatırlatalım, kırmızı linklerimizde röportajdan fazlası var her zamanki gibi 🙂
Keyifli okumalar diyelim size…
Röportaj: Sinan Dirlik
Fotoğraflar: Özgür Sarıoğlu


20. İstanbul Tiyatro Festivali 23’ü Yerli 32 Oyun var!


Sinan: Şu anda sıcak sıcak festival broşürleri geldi. Herkesten önce görmenin heyecanını yaşıyorum. Bencil davranacağım ve bana hemen bu yıl neler seyredeceğiz önce onu anlat lütfen.
Leman Yılmaz: Evet broşür sıcak sıcak, taze taze geldi. Bu festival programı biraz sürprizli olacak. Tabiî ki yine Shakespeare var. 2014 Shakespeare’in 450. doğum yıldönümüydü, 2016 ise 400. ölüm yıl dönümü. Dolayısıyla programda yine Shakespeare temalı oyunlarımız yer alacak. 25 mekânda yerli- yabancı toplam 32 oyun sergilenecek ve bunların dışında çok sayıda yan etkinliğimiz de var. Bu sene bayağı geniş bir eğitim programı hedefledik. Sempozyumlar, paneller, söyleşiler, atölye çalışmaları, okuma tiyatroları ve ustalık sınıfları var. Dolayısıyla neredeyse küçük bir okul programı oluşturduk. Biliyorsun, bu etkinlikleri ücretsiz olarak gerçekleştiriyoruz. Daha önce biraz daha Batı Avrupa odaklı yabancı yapımlara yer veriyorduk ama bu yıl İran’dan, Kanada’dan da oyunlarımız var. Bir Avrupa Birliği projemiz var. Bu projenin yönetmeni daha önce 2010 festivaline gelmiş olan Guy Cassiers, ‘’Damıtılmış Kırmızı’’ adlı oyunla gelmişti. Yine aynı yönetmenin bu sefer Toneelgroep Amsterdam ile birlikte çalıştığı bir oyun sergilenecek. Bu bir Avrupa birliği projesi olarak geldi. Avrupa’da giderek artan eğilimleri biliyorsun. Irkçılığın, sağ politikaların giderek güçlenmesi gibi konular şu anda Avrupa’da tartışılan konular. Bu nedenle Guy Cassiers yaptığı açıklamada projeyi tanıtırken, Yahudi soykırımına bir başka açıdan bakan bir romanı kendisine proje olarak seçti. Jonathan Littell’in yazdığı ‘The Kindly Ones’’ ki biz onu ‘’Merhametliler’’ diye çevirdik,  bir Nazi subayının gözünden soykırımı anlatıyor. Aslında bu seyirciyi de sorgulamaya iten bir yapım. Çünkü Nazilerin içerisinde sadece canavarlar, sapkınlar yoktu. Sessiz kalanlar, söz söylemeyenler de vardı. Oyun bir yandan içeriğiyle, bir yandan kullanılan teknikle birlikte çok önemli. Dijital tekniklerden yararlanıyorlar. Sahne tasarımını gördüm, çok ilginç sahneler çıkacak karşımıza. 
Sinan: Belgesel tadında bir yapım mı bu?
Leman Yılmaz: Gerçek fotoğrafları ya da görüntüleri alıp onları dijitalden farklılaştırıyorlar. Tam olarak belgesel değil yani… Yapımdaki müzikler de çok önemli. Bach var ama daha çok o dönem Nazilerin sevdiği, çok dinledikleri ya da dinlemek durumunda kaldıkları müzikler var…  
Sinan: Wagner falan?
Leman Yılmaz: Hayır, şaşıracaksın ama caz! Amerikan cazı üstelik! Duke Ellington ve çağdaşları… 
Sinan: Nasıl ya? Naziler caz mı dinliyorlarmış? Üstelik Duke Ellington? Bir siyah?
Leman Yılmaz: Evet. Çok etkilendiklerini, dinlediklerini biliyoruz. Çünkü Amerikan cazı dönemin bütün müziği üzerinde etkili… Oyunun sahne tasarımı da çok etkileyici. Auschwitz’deki o ayakkabılardan yola çıkarak yüzlerce çift ayakkabı topluyorlar ve o ayakkabılarla ilgili bir sahneleri var. Evet, biraz yüreğimizi sıkacak ama diğer taraftan da izleyicinin kendisini sorgulamasını tetikleyecek bir oyun bu. Çünkü izlerken dönüşmeye başlıyorsunuz. 
Sinan: Yerli grupların durumu ne bu sene?
Leman Yılmaz: Bu sene 90’ın üzerinde proje başvurusu aldık. Yerli projeleri seçerken biraz dış gözle bakmaya çalışıyoruz. Çünkü uluslar arası festivalin diğer bir amacı da olabildiğinde fazla sayıda Türk yapımını yurt dışına taşıyabilmek. Biz bunun ilk örneklerini 2014’de yaşamaya başladık. Daha önce de tabiî ki oyunlar gitti ama 2014’de bazı denemelere başladık. Örneğin ”showcase” ya da uluslar arası festival ve tiyatro yöneticilerine programatörlere açık 4 günlük, bir platform düzenledik. Festivallerin programatörlerinden oluşan, 30-40 kişilik bir e-mail grubuna mail yolladık. 15 kişi kadar bir katılım oldu ve bu katılımın ardından çok verimli sonuçlar gelmeye başladı. Gelenler, izleyip beğendikleri oyunları bir takım festivallere götürdüler, önerdiler. “İstenmeyen” böyle mesela. Théâtreeatre de la Ville’in , “Chantiers d’Europe” festivalinde yer aldı. Bizim için çok önemli bir aşamaydı bu… Bu sene bu daha da ileriye gitti. Çünkü orada başlayan bu ağ ve ilişkiler sayesinde, üstelik henüz fikir aşamasındayken 3 oyunumuz beğenildi ve daha şimdiden yurt dışı festivallerine programlandı. Daha prova aşamasına yeni gelmiş, seyirci karşısına çıkmamış oyunlardan söz ediyorum. Mesela “Godot’yu Beklerken”…
Sinan: Bu festivalin açılış oyunu aynı zamanda?
Leman Yılmaz: Evet. Şahika Tekand’ın yönettiği açılış oyunu. 20-21 mayıs da, Toneelhuis Antwerp’de oynayacak. Onun dışında ‘’Köpeklerin İsyan Günü’’ Lizbon’a gidiyor Ekim ayında. Biriken’in oyunu ‘’ Kıyamete kadar kapattım kalbimi’’ Ghent’te çıkıyor. Festivalin hedeflerini adım adım gerçekleştirmeye başlamaktan büyük mutluluk duyuyoruz. 
Festival, Türk Tiyatrosuna Vizyon Kazandırdı
Sinan: Demek oluyor ki, İstanbul Tiyatro Festivali artık uluslar arası arenada referans alınır hale geldi? Festivalde sergilenen oyunlar dünyanın ilgisini çekmeye başlıyor? 
Leman Yılmaz: Evet ve bu ilgi daha da arttıkça sorumluluğumuz da artıyor. Yerli yapımları seçerken artık ağırlıklı olarak uluslar arası perspektiften bakmaya, yabancı gözüyle bakmaya özen gösteriyoruz. Bu sene de gelecekler. Hatta bu sene 2 uluslar arası toplantımız var. Dolayısıyla 40-50 kişilik bir yabancı grubu gelecek İstanbul’a ve tabii ilgilerini çekecek olan oyunları uluslar arası festivallere taşımak isteyecekler. Bunu bildiğimiz için de yerli  yapımları seçerken, onların ilgisini çekeceğini, beğeneceklerini ve yurt dışına taşımak isteyecekleri oyunları bulmaya çalıştık bu yıl da… 
Sinan: Burada belirleyici olan nedir? Türkiye’den hangi oyunlar ve gruplar daha fazla ilgi çekiyor yurtdışında? 
Leman Yılmaz: 2000 yılında Avignon Festivali sırasında röportajlar yapmıştım. Konuştuğum kişiler “Türkiye’den bir grubun Molièere oynamasının, eğer çok özgün bir şeyler katılmamışsa, çok da anlamlı olmadığını” söylemişlerdi. Bir Türk grup, Fransa’da Molièere sergileyecekse, bu gerçekten Fransız seyircisini yerinden oynatacak öğeler içermeli. Oyunculuk tekniği, sahneleme tekniği gibi alanlarda çok özel, çok özgün bir şeyler olmalı. Eğer klasik bir Molièere ile gelecekse, bunun yerine Türkiye’den bir şeyler izlemeyi tercih ederiz diyorlardı.
Sinan: Daha yerel motifleri mi tercih ediyorlar? Oysa bizde ille de evrensel olma eğilimi vardır. Ama demek bu doğru bir yaklaşım değil?
Leman Yılmaz: Değil. Ama şimdi “Godot’yu Beklerken son derece evrensel bir metin değil mi?” diyeceksin. Evet evrensel bir metin ama burada önemli olan oyunun nasıl sahneye konduğu. Nasıl bir oyunculuk sistemiyle, nasıl bir dramaturjik yapıyla sahneye konduğu önemli. Yurtdışında buradaki oyunculara, sanatçılara ait özellikleri, öznelliği görmek istiyorlar. 
Sinan: Tiyatro gibi sıkıcı ve demode bir sanat dalının hâlâ popülerliğini koruması, hatta popülerliğinin daha da artması çok tuhaf değil mi? Tiyatro ölmüyor mu hâlâ? (biraz damarına basayım bakayım ne olacak?) 

Leman Yılmaz: Hayır tiyatro ölmüyor! Tiyatronun neden ölmediği sorusunu ben de kendi kendime çok sordum. Aynı kuşaktayız seninle, hatırlarsın, televizyon yayınları başladığında “tiyatro ölecek” deniyordu. Sinema sektörü geliştikçe yine aynı şey söylendi. Bu tartışma yıllardır hiç bitmedi. Eyvah tiyatro ölüyor mu? Çok mu eskidi artık? Sanat dalı olarak artık ömrünü doldurdu mu? Fakat biliyor musun tam tersi oldu. Bu uluslar arası alanda da böyle, Türkiye’de de böyle. Çünkü tiyatro sadece tiyatro olarak kalmadı. Artık dar anlamda tiyatro değil, sahne sanatlarından söz edebiliriz. Tiyatro dediğimizin içinde artık modern sirk de var, dans da var, performans da var… 
Sinan: Dijital efektler kullanılmaya başlandı mesela? Galiba en çok da o kurtardı tiyatroyu.
Leman Yılmaz: Evet dijital efektlerin kullanılması bir çok şeyi değiştirdi ama tiyatroya yeni bir soluk getiren şey dijitale indirgenemez. Tiyatro o kadar burada ve şimdi olan bir şey ki… İzleyiciye dokunabilme, canlı olma hissi o kadar önemli ki… Ben buradayım, şimdiyim… Şimdi Sinan’ı seyrediyorum…  
Sinan: Ve tekrarı da yok bunun. O an izlediğin performans asla bire bir tekrarlanamaz.
Leman Yılmaz: Evet. Bir de tabii artık çok bilinen tanınan dizi oyuncularını canlı izlemek çok cazip geliyor insanlara. Aslında çoğu zaten tiyatro kökenli sanatçılar. Ama insanlar izleyiciler ekranda, dizide izlediği sanatçıyı karşısında canlı performans sergilerken izlemeyi çok seviyorlar. Londra’ya da, Broadway’e de öyle gidiyor. Seyircinin ilgisi ve keyfi arttıkça oyuncular da sahneye daha fazla dönmeye başladı. Demin konuştuğumuz gibi, o anın tekrarı yok. Sahnede olup biteni kesip, şurasını at, burasını ekle diyemiyorsunuz. Oyuncu canlı performansını yapıyor ve her ne yapıyorsa orada, o anda yapıyor. Bu içtenlik ve sıcaklık, tiyatro ile seyirci arasındaki ilişkiyi diri tutuyor ve güçlendiriyor. Bak şu anda İstanbul’da sanıyorum 150 civarında prodüksiyon var. Her gece en az 3-4 oyun dönüyor sahnelerde. Mesela bu gece sanıyorum 10 oyun var. 
Bu Prodüksiyonlar İçin Bilet Fiyatları Pahalı Değil
Sinan: Ben kendimi bildim bileli özel tiyatrolar ağlar. Devlet desteği falan isterler sürekli. Fakat bakıyoruz İstanbul Tiyatro Festivali’nin 20. Si yapılıyor bu yıl. Artık büyük ölçüde kurumlaşan, kendi ayakları üzerinde duran bir festival görüntüsü veriyor. Sponsor bulmakta zorlanıyor musunuz?
Leman Yılmaz: İKSV festivalleri yapısıyla bakmak lazım konuya. Burası kar amacı gütmeyen, kamu yararına çalışan bir kültür kurumu sonuçta. 
Sinan: Niye canım? Arkanızda Eczacıbaşı yok mu? Zenginsiniz aslında?  
Leman Yılmaz: Şehir efsanesi bu! Eczacıbaşı Holding’in bir vakfı gibi bakılıyor bize ama bu doğru değil. Eczacıbaşı bizim öncü sponsorumuz… Yoksa biz de başka vakıflar gibi kendi yağımızla kavrulmaya çalışıyoruz. 
Sinan: Eczacıbaşı’nın herhalde en önemli sosyal sorumluluk projesi İKSV. Öncü sponsorluk yaptı, tüm topluma mal etti.

Leman Yılmaz: Rahmetli Nejat Eczacıbaşı, Türkiye’nin önde gelen iş adamlarıyla birlikte bu fikri geliştirdi ve vakfın kurulmasına öncülük etti. Biliyorsun önce İstanbul Festivali olarak başladı, sonrasında ayrışmaya başladı. İstanbul Tiyatro Festivali 1989’da başladı. Her festivalin ayrı bir yapısı, ayrı ana sponsorları var. Ana sponsorlar dışında biz her bir oyuna, konsere, etkinliğe ayrıca sponsor bulmaya çalışıyoruz. Tiyatro Festivalinde ana sponsorlarımız Aygaz, Opet, Tüpraş, Koç Holding Enerji Grubu. Bunun dışında mesela bu yıl British Council var, bir oyuna destek oldu. Tuborg var, Tekfen var. Tiyatro Festivali özelinde buradaki yabancı kültür merkezleriyle çok iyi ilişkilerimiz var, onlar çok destekliyorlar. Maddi destek değil de daha çok kolaylaştırıcılık anlamında. Çünkü bu tür destek bizim açımızdan çok önemli. Tiyatro dünyanın her yerinde biraz zor ilerliyor ama Türkiye şartlarında daha da zor. Hele ki festivaller! Örneğin Avignon Festivali’nin 12.3 milyon Euro bütçesi var. Bunun yaklaşık %60’ını devlet karşılıyor. Geri kalanı da bilet satışlarıyla sağlıyorlar. 
Sinan: Sizde durum nasıl?
Leman Yılmaz: İKSV kaynaklarının yüzde %65’ini özel sponsorluklar, %25’ini bilet gelirleri, %10’unu ise diğer gelirler oluşturuyor. %5 kadar da devlet desteği söz konusu. 
Sinan: Devlet desteği ne kadar azmış? Yıllar içerisinde bir artış yok mu devlet desteğinde? 
Leman Yılmaz: Maalesef, aksine daha fazlaydı, düştü… 
Sinan: Bilet satışları üzerinden vergi, rüsum falan alınıyor mu?
Leman Yılmaz: Hayır, ticari kuruluş olmadığımız için alınmıyor. 
Sinan: Bilet fiyatları neden bu kadar pahalı peki? Niye bizi kazıklıyorsunuz pardon?
Leman Yılmaz: Rica ederim, kazıklama diye bir şey söz konusu dahi olamaz! Bir projenin sahneye taşınması son derece maliyetli! Bak, 2000’deki ekonomik krizden sonra Tiyatro Festivali 2 yılda bir yapılmaya başlandı. Çünkü prodüksiyona dayalı bir festival yapıyoruz. Yurt dışından bir oyun getirmeye kalktığınızda minimum 1-2 tır dolusu malzeme geliyor. Prodüksiyon maliyetleri son derece yüksek… Tırlarla da bitmiyor iş. Uçak masrafı, mekân masrafı, ışığı, sesi… “Üç Kuruşluk Opera” özel bir proje olarak geliyor mesela, sadece topluluk 80 kişi. Hesap et yani? 
Sinan: Çok iyi anlıyorum ama çoğu insan için kolay erişilebilir olmayan bilet fiyatlarından söz ediyoruz. Gerçekten pahalı?
Leman Yılmaz: Onun skalasını oluşturmaya çalışıyoruz. Özel projeleri zaten sponsor bulamazsak yapamıyoruz. ENKA Vakfının desteği olmasaydı Üç Kuruşluk Opera’yı getiremezdik mesela. Bilet fiyatlarını buna göre dengeliyoruz. Yoksa gerçekten Vakfa kalan bir kâr falan yok. Ucu ucuna her şey! Bak ben hâlâ nakliyede pazarlık yapmaya uğraşıyorum, maliyetleri birazcık daha düşürebilelim diye. Çünkü 80 kişilik grup, 3 tır malzeme geliyor. Eh oyunun bir de kaşesi var bizden istenen. Sonuçta onların istediği rakamı da karşılamak durumundayız. 
Gösteriden Fazlasını İsteyenler İçin… 
Sinan: Tamam birazdan döneceğim yine bu konuya. Tiyatro Festivali’nin 20. si yapılıyor ama sen de bu arada çiçeği burnunda bir direktörsün. Direktör yardımcısı olarak uzun bir deneyimin var ama Direktör sıfatıyla ikinci festivalin bu değil mi? 
Leman Yılmaz: Evet ikinci festivalim… Ama Direktör Yardımcısı olarak 2005’te başladım ve bu şu anda 6. Festivalim oluyor. 
Sinan: Tiyatro direktörlüğü koltuğuna oturduğun andan itibaren İstanbul tiyatro Tiyatro Festivaline ilişkin nasıl bir tahayyülün vardı? Bu 2 yılda hayaline yaklaşabildin mi?

Leman Yılmaz: Direktör yardımcısı olarak göreve başladığımda ne şanslıydım ki Dikmen Gürün gibi bir Hoca işin başındaydı ve Dikmen Hoca son derece paylaşımcı bir yöneticiydi. Göreve başladıktan kısa bir süre sonra Dikmen Hoca ile yurt dışına gidip oyunları izlemeye başladım. Bir taraftan da bölümdaşız. Bizim bölüm başkanımızdı. 
Sinan: Hoca- öğrenci ilişkisi iş ilişkisine dönüştü yani?
Leman Yılmaz: Evet, her ne kadar doğrudan derslerine girmediysem de Dikmen Hoca ile böyle bir ilişki vardı. Burada da çok paylaşarak çalıştık. Sırası geldi Hoca “aman Lleman, sen git izle” dediği zamanlar oldu. Valizi yüklenip 2 gün içerisinde 2 ayrı ülkede oyun izlediğim zamanlar oldu. Bir gün Fransa’da oyun izliyordum, öbür gün Luxemburg’a geçip başka bir oyun izliyordum. Dolayısıyla Dikmen Hoca yetiştirdi beni. İşin prodüksiyon kısmını üstlenmemin önünü açtı. Şimdi yöneticiliği üzerime aldıktan sonra da o alışkanlık devam ediyor.
Sinan: Mutfaktan çıkamıyorsun yani?
Leman Yılmaz: Çünkü mutfağın, arka planın sağlam olması gerekiyor. Hem bütçe hem de festivalin sorunsuz işleyişi açısından önemli görüyorum bunu. Ama bu sene festival ekibi olarak daha erken birlikte çalışmaya başladık. Normalde 2 kişiydik, 2 arkadaşımız daha katıldı. Dolayısıyla benim de biraz daha mutfaktan çıkmaya, artistik anlamda ayrıntılara yönelmeye imkânım oluyor. Ama yine de ayağım prodüksiyona gidiyor ister istemez. Mekâna gidip kontrol etmeden, her şeyin yolunda olup olmadığını görmeden rahat edemiyorum. 
Sinan: İKSV nasıl destek veriyor tiyatro festivaline?
Leman Yılmaz: Böyle bir festivalin 20. Sini yapabilmek, böyle bir sürdürülebilirliğin sağlanması çok önemli. Bu tabii ki İKSV nin gücüyle mümkün. Arkasında İKSV gibi bir kurum olmasa, Tiyatro Festivalini sürdürülebilir kılmak mümkün olamazdı. 
Sinan: Çok cesur bir girişim bu aslında… Türkiye gibi bir ülkede, bu kadar çeşitlilik içeren festivallerin yapılabilmesi, bunların uluslar arası nitelik kazanması ve her geçen yıl yükselen bir kaliteyle sürdürülebilir hale gelmesi… Nejat Bey’in başlattığı şey çok önemli aslında… Burjuvazinin kültür ve sanata yatırım yapması Türkiye’de çok alışkın olduğumuz bir durum değildi o zamana kadar. Zaten öncesinde de pek fazla örneği yok bunun. 
Leman Yılmaz: Tabii… Sonrasında arttı o örnekler. Sanat müzelerinin kurulması ve sayılarının artması falan hep sonradan oldu. Festivaller açısından ise İKSV hem ilk hem de tek örnek. 
Sinan: Evet örnekler eskiyle kıyaslanamayacak kadar çok arttı ama yine de hâlâ burjuvazinin kültür ve sanata karşı mesafeli bir duruşu olduğunu düşünüyorum…
Leman Yılmaz: Buna çok kafa yoruyoruz. Bu mesafeyi nasıl kırabiliriz, neler yapabiliriz diye düşünüyoruz. Festival programlarını yaparken yeni adımlar atmaya çalışıyoruz. Daha geniş kitlelere ulaşabilmek çok önemli! Kendi hedeflerimiz açısından da önem taşıyor bu… Tabii bunlar yavaş yavaş Tiyatro Festivali programlarımızı da etkilemeye başlıyor. Ücretsiz gerçekleştirdiğimiz eğitim programları, etkinlikler eskiden bu kadar yoğun değildi. Yine yapıyorduk tabii ama sayıları dördü beşi geçmiyordu. Onlara da ilgi düşüktü. Ki çok önemli tiyatroların yöneticileri geliyordu söyleşilere. 2013’te Salon direktörümüz sevgili Bengi Ünsal’la birlikte Oyun Salonu adı altında tiyatro programları yapalım dedik. O sene Tiyatro Festivali de yoktu hazır. Bir dizi panel, söyleşi koyduk, oyunlar programladık. Çok güzeldi, dolmaya, ilgi artmaya başladı. 2014 Festivalinde etkinliklerin sayısını biraz daha artırdık., Bu festivalde mesela dünyaca ünlü Fransız bir koreograf, Oliviera Dubois geliyor. Profesyonel koreograflarla “ustalık sınıfı” yapacak. Aynı şekilde Çetin Sarıkartal da bir ustalık sınıfı yapacak. Panellerimiz, sempozyumlarımız, söyleşilerimiz var. 
Sinan: Festival sadece showdan ibaret değil yani? Aynı zamanda Türkiye’nin tiyatro kültürüne ve altyapısına da önemli bir katkı sunmaya başlıyor bu tür etkinliklerle? 
Leman Yılmaz: Evet. Seyirci, oyundan sonra kalıp yönetmenle, oyuncularla tanışmak, sohbet etmek, bir şekilde temas kurmak istiyordu. Tiyatro öğrencileri için, gençler için, genel anlamda gösteriden fazlasını isteyen seyirci için önemli bir imkân bu. 2014’te başladık. Bu yıl hemen hemen bütün oyunlarda bu uygulamayı gerçekleştirmeye çalışacağız. Oyunların ardından soru-cevap bölümleri yapılacak. Bana kalırsa festival tam da böyle bir şey zaten. Sadece gösterilere odaklanan değil, bu tür buluşmalara daha fazla yer veren programlar oluşturmak önemli. Yurt dışında çoğu festival bunu yapıyor. Mesela Avignon Festivali’ne gittiğimde, tamam, akşam bir oyun izliyorum ama gözüm mutlaka gündüz nerede, kiminle söyleşi var diye aranıyor. Tiyatro Festivali bu ihtiyacı da karşılamayı hedefliyor. 
Sinan: Sponsorlarınız arasında büyük markalar da var artık. Bu benim hep ilgimi çekmiştir. Büyük markalar, sponsorluk ilişkisi içerisine girerken daha suya sabuna dokunmayan, daha popüler kültüre dönük çalışmaları tercih ederler diye düşünüyorum. Tiyatro Festivali bu anlamda bıçak sırtı bir iş yapıyor. Çünkü çok fazla politik yapım yer alıyor programlarınızda. İnsan haklarına, ırkçılığa temas eden politik oyunlar oldukça fazla. Önceki yıllarda da böyleydi bu. Peki böyle bir programla sponsor ararken sıkıntı yaşamıyor musunuz? 
Leman Yılmaz: Tiyatro çok bıçak sırtı, haklısın. Ve ne yalan söyleyeyim, çok açık olarak sıkıntı yaratıyor. Büyük kuruluşlarda da ilişkiler son derece bıçak sırtındadır, bilirsin. Dolayısıyla onlar da kendilerini korumak durumunda hissediyorlar. Tabii her oyuna kolaylıkla sponsor bulmak mümkün olmuyor hal böyle olunca. Ama diğer taraftan da, bu yapımlara yer vermek zorundayız. Popüler kültür ürünleriyle bir festival içeriği oluşturulamaz. Bu noktada Avrupa Birliği ilişki ağı büyük önem kazanıyor. Avrupa Birliği’nin kimi fonlarından yararlanarak, düşündüğümüz, sponsorların çok ilgi göstermeyebileceği yapımlar için kaynak yaratmaya çalışıyoruz. Mesela Kindly Ones bir AB projesi. Creative Europe adı verilen  Yaratıcı Avrupa programı çerçevesi içerisine giren bir proje. Avignon Festivali’ne gittiğimde gelmişti bu proje. “Böyle bir AB başvurusu yapacağız, ilgilenir misiniz?” diye soruldu. Ben Guy Cassiers’in işlerini çok sevdiğim için ilginç olacağını düşündüm. Tabii başta ürkütmedi değil. 1000 sayfalık bir romandan uyarlama yapmak kolay bir şey değil. Ortak yapımcıyız bu projede. Bu sayede hem oyunu Festivale getirebiliyoruz hem de bir AB projesi içerisinde yer almış oluyoruz. 
Sinan: Programı Türkiye’nin konjonktürüne uyumlulaştırmak yönünde ufak tefek danslar yapmak zorunda kaldığınız oluyor mu peki?

Leman Yılmaz: Aslına bakarsan tiyatronun böyle bir şeye ihtiyacı yok. Çünkü az önce senin de dediğin gibi, tiyatro zaten kendi içerisinde politik bir sanat. İnsana dokunan, kendisini içinde yaşadığı olaylardan ya da durumlardan soyutlayamayan bir sanat… Örneğin müzik tiyatroya oranla daha tarafsız, daha risksiz alanlarda hareket edebilen bir sanat. Söz devreden çıkarılabiliyor, entstrümantal çalışmalar yapılabiliyor. Ama sözün, dilin olduğu her yerde politika da olacak. Bundan kaçış yok. Stand-up bile yapsan, komedinin de kendi içindeki eleştirelliğinden kaçamaz kimse. Dolayısıyla tiyatro sanatı, özü itibarıyla eleştirel bir sanat… Çünkü yaşamı anlatıyor. Ben bundan korkulmaması gerektiğini düşünüyorum. 
Sinan: Sen, ben, biz korkmayız da… Yani sonuçta “hadi al şu sponsorluk bedelini, şu oyunu getir de izleyelim” diyebileceğim bir param yok. Parası olan adam da sponsorluğa karar verirken muhtemelen kılı kırk yarıyordur. Elinizdeki program belli, ne diyorsunuz sponsorlara? Karar vermelerini nasıl sağlıyorsunuz? 
Leman Yılmaz: Biraz zorlanıyoruz tabii… Dans gibi sahne performansları daha cazip geliyor sponsorlara haliyle… Ya da klasikler… Mesela bir Shakespeare oyunu. Aslında bana kalırsa Sheakespeare de gayet politiktir ama o kadar kabullenildi ve benimsenildi ki sıkıntı yaşanmıyor. Hele Türkiye’de! Hamlet desek, gözü kapalı doluyor salon. Filmi de doluyor. Çünkü çok iyi tanınıyor, biliniyor ve çok seviliyor bizde. Klasiklerde bir sıkıntı yok ama yeni yönetmenler, protest ya da politik içerikli oyunlarda biraz daha çekinceli davranabiliyor sponsor kuruluşlar. Bu tür oyunlar için biz demin sözünü ettiğim türden AB gibi kaynaklarla çözüm üretmeye çalışıyoruz. 
Sinan: Bu röportajı okuyacak olan sponsor kuruluşlara, karar verici durumundaki kişilere İstanbul Tiyatro Festivali’ne daha fazla destek olmaları için yüreklendirecek ne söyleyebilirsin?  
Leman Yılmaz: Neredeyse Tiyatro Festivali ile büyüdük, yetiştik diyebilirim. 89’dan beri takip ediyorum festivali. Biz de öğrenciydik, paramız yetmiyordu oyunları izlemeye. AKM önünde kuyruğa girerdik. Hiç unutmam, uzun süre kuyrukta bekledikten sonra sıra bana geldiğinde bilet bitmiş, kös kös geri dönmüştüm AKM önünden. Hepimizin hatıralarında derin izler bıraktı geride kalan yıllar. Vişnevski Tiyatrosu’nun “Kamaşma” adlı oyununu izlemiş, çok etkilenmiştim. O kadar ki ikinci kez izlemek istedim. Bilet parasını buluncaya kadar akla karayı seçmiş ama bulup ikinci kez izlemiştim. Benim kuşağımda çok büyük etkisi oldu Tiyatro Festivalinin. Türkiye’de tiyatro sanatının gelişimine, tiyatro sanatçılarının ufkunun gelişmesine, genç oyuncuların vizyon kazanmasına büyük katkısı oldu. Bir anlamda seviye atlattı Türk tiyatrosuna. Bakın Robert Wilson izlemek, işte o arka planın, sahnenin boyanmasının, renklerin, oyunculuk tarzlarının burada bir karşılığı, bir etkisi var. Konuştuğumuz sanatçılar da dile getiriyor bunu. Festivalin Türkiye’deki sanatçılara da ufuk açıcı etkileri büyük. 
Sinan: Ama hâlâ sponsorlara “korkmayın, festivale destek olun, korkacak bir şey yok” sözünü duyamıyorum? (Gülüşmeler) 
Leman Yılmaz: Tabii ki korkacak bir şey yok. Sonuçta tiyatro nedir ki? İki kalas, bir heves işte! (Kahkahalar) Geçen festivalde Ibsen’in “Bir Halk Düşmanı” nı getirdik mesela.134 yıl önce yazmış İbsen oyunu. Ama günümüz dünyasıyla çakışan çok fazla şey var. Ne yapabiliriz bu durumda? Metinde bugünle ilişki kurulabilecek bir şeyler varsa ne yapabiliriz ki? Sergilemeyelim mi Ibsen’i? 
Sinan: Marx ve Engels de 140 yıl önce yazmışlardı yazacaklarını… Yapacak bir şey yok?
Leman Yılmaz: Ona bakarsan Aiskhylos’un yazdığı ‘’Persler’’ bence en iyi, en güzel savaş karşıtı metinlerden biridir. E şimdi Persler’i sahneye koyamayacak mıyız? “Aman savaş karşıtı bir metin, ellemeyelim!” mi diyeceğiz? Tiyatro böyle bir şey… 
Sinan: Yani eğer bir kuruluş, bir biçimde kültür-sanat alanında kendini ifade etmek, markasını sanatla ilişkilendirmek istiyorsa biraz suya sabuna dokunmalı?
Leman Yılmaz: Dokunmak gerekiyor evet!
Bir Festival Nasıl Şekilleniyor?
Sinan: Bir festivali kotarabilmek için 2 yıldan fazla zaman uğraşıyorsunuz. Çok uzun, çok zahmetli, zorlu bir süreç olduğunu seni tanıdığım için biliyorum. Arkadaşlarınla bir kahve içmeye bile zamanın olmuyor yeri geldiğinde. Nasıl karar veriliyor bir programa? Mesela 2016 için taa 2014’te düğmeye bastınız. Düğmeye bastığınız andan itibaren nasıl işliyor süreç?
Leman Yılmaz: Sen sormadın ama hemen şunu söyleyivereyim şurada. Bana hep sorulan soru, “Festivalin teması ne olacak?”… Tema yok. Hiçbir tiyatro festivalinin teması yok. Edinburgh Festivalinin de, Avignon Festivalinin de teması yok. Yani öyle işte “bu senenin teması barış”, “bu senenin teması insan hakları” gibi durumlar olmaz. Bu biraz bienallerin estirdiği bir şey. Tiyatro festivallerinde böyle bir durum yok. Düğmeye bastığımız andan itibaren yaptığımız ilk şey tabii ki “izlemek!” Yurt dışı festivalleri çok yakından takip ediyorum. Öbür taraftan yurt içerisindeki, İstanbul’daki oyunları da dikkatle takip ediyorum. 
Sinan: Bu öyle uzaktan takip değil tabii? Bire bir giderek, izleyerek?
Leman Yılmaz: Tabii, giderek, izleyerek… Çünkü videolarla falan olmuyor bu iş. Tiyatro canlı bir performans, 3 boyutlu bir iş. Videodan izleyerek bir oyunu hissetmek mümkün olmuyor. O yüzden gidip yerinde, canlı olarak izlemek gerekiyor. Gidemediğim yerler tabii ki oluyor, bu durumda benim gidemediğim oyunları izleyen önemli uluslar arası festival ve tiyatro yöneticisi meslektaşlarımın, arkadaşlarımın tavsiyelerinden de yararlanıyorum. Sürekli fikir alışverişinde bulunabildiğimiz çok iyi bir ağım var. Sonuçta seçki böyle böyle oluşuyor. Ha, diyebilirsin ki, mutlaka geri planda, kafanda bir tema var. Bir ölçüde evet… Sonuçta bunun festival sahnesinde mutlaka söylenmesi gerekir dediğim ve seçtiğim oyunlar oluyor. 
Sinan: Tamam, izliyorsun oyunu, beğeniyor ve “bunu mutlaka festivale kazandırmalıyım” diyorsun. Sonraki süreç nasıl işliyor?  

Leman Yılmaz: Sonrasında çılgınca bir süreç başlıyor. Önce yoğun bir mail trafiği tabii! Artık bütün festivaller, özellikle çok önemli yönetmenlere 2-3 yıl öncesinden anlaşma yapıyor. Dolayısıyla önce tarihin uyup uymayacağına, tabii bütçesine, oyunun sahnelenebileceği doğru mekânın uygun olup olmadığına bir arada bakmak gerekiyor. İstanbul’u çok seviyorlar. İstanbul dediğimizde, mutlaka bir biçimde turne programlarını uydurmaya çalışıyorlar. Ama bu yetmiyor tabii. Her istediğimiz oyunu, her sahnede koyamıyoruz haliyle. Elimizde fazla mekân yok. Özellikle AKM kapandıktan sonra mekân sıkıntısı çok şiddetli biçimde hissediliyor. 2006’dan 2008’e AKM’yi kullanmıştık. AKM büyük sahnesi bizim festival ana mekânımızdı. Muhsin Ertuğrul da ikinci mekânımızdı. Dönüşümlü kullanıyorduk bu iki mekânı. En son 2008 Mayıs’ında Orpheo’yu sergiledik ve hemen ardından da tadilat için kapandı AKM. 
Sinan: Bak ben suya sabuna dokunmadan, politikaya girmeden selametle bitireyim diye uğraşıyorum bu röportajı ama pat diye AKM’den giriyorsun… (Kahkahalar)  
Leman Yılmaz: Politika falan değil, gerçekten çok önemli bir konu bu. Çünkü AKM kapandıktan sonra tek sahneye kaldık. 2010’da gelen hemen hemen tüm yabancı oyunları Muhsin Ertuğrul sahnesine koyduk mecburen. 
Sinan: Neyse canım, AKM’yi de reklam panosu olarak kullanıverin işte? 
Leman Yılmaz: Neredeyse bu seneye kadar festivalin başından sonuna Muhsin Ertuğrul sahnesinde kalıyorduk ama o sahnenin de belirli teknik ölçüleri, sınırları var. Bazen topluluklara yazıyoruz, “ya bu oyunu çok istiyoruz ama orkestrayı sahne arkasına değil de yan tarafa koysanız olmaz mı acaba?” gibi tuhaf şeyler söylemek durumunda kalıyoruz. Cidden yazdım ben böyle bir mail. Bu resmen, “ya siz biraz sıkışsanız da, şu oyunu sahneye sığdırsak” demek gibi bir şey yani! Bak Thomas Ostermeier’in Hamlet oyunu geldiğinde, muhtemelen seyirci hiçbir şey fark etmedi ama biz sahneyi 1 buçuk metre konstrüksiyon yaparak öne doğru uzattık. Seyirci koltuklarından 2 sırayı iptal ettik ama bir yere kadar büyütebiliyorsun işte… O yüzden istediğimiz bazı prodüksiyonları getiremedik İstanbul’a. Elimizdeki mekân- teknik olanaklarla iş kotarmaya çalıştık. Neyse ki şimdi özel de olsa yeni ve güzel sahneler kazandı İstanbul. Zorlu PSM çok önemli bir mekân. Uniq İstanbul geliyor mesela. Bu iki mekânı da kullanacağız festivalde. Şu anda Robert Wilson’u Berliner Ensemble’ı yapabiliyorsak, tabii öncelikle sponsor desteğimize borçluyuz fakat bir diğer önemli nokta da uygun sahne bulabilmemiz. Yoksa Muhsin Ertuğrul’a sığması mümkün değildi oyunun. 
Sinan: Mekânı buldun, tarih de uydu, eh bütçeyi de bir biçimde hallettin diyelim. Nihai olarak karar verici sen misin? Bizim ne izleyeceğimize sen mi karar veriyorsun? 
Leman Yılmaz: Bir danışma kurulumuz var. Ben düşündüğüm oyunları danışma kurulumuza sunuyorum, birlikte tartışıp netleştiriyoruz. Ama evet, İKSV festivallerindeki yapılanma böyle, sonuçta neyin sergileneceğine artistik direktörler karar veriyor. 
Sinan: Vay canına! Festival tanrıçasısın! “Bunu izleyeceksiniz!” diyorsun ve onu izliyoruz!
Leman Yılmaz: Hahaha! Yok canım abartma. Tabii ki o kadar değil. Kendi içimizde bir değerlendirme süreci var. Genel Müdürümüzle de konuşuyoruz, hep birlikte bakıyoruz programlar yavaş yavaş netleşmeye başladığında. 
Sinan: Peki Danışma Kurulu da, Genel Müdür de mutlu! Bu noktadan sonra nasıl işleyiş? 
Leman Yılmaz: İşin bir de yerli yapımlar boyutu var tabii. Bu sene 23 yerli yapım var mesela ve bunlardan 21’i prömiyer yapacak. Çok önemli bir şey bu! Yerli yapımları seçerken, oyunlarınızı sezonda da devam etmesi üzerine düşünün dedik. Mekânları da bunu düşünerek kurguladık. 
Sinan: 21 prömiyer! Müthiş!
Leman Yılmaz: Evet 9 yabancı oyunumuz, 23 yerli oyunumuz var ve bunun 21’i prömiyer! Önceden 35 yerli yapım üzerinden gidiyorduk ama sayıyı azalttık, çünkü biraz daha güçlü destek vermeye çalışıyoruz yerli yapımlara. Yeterli sponsor desteği alamayınca, belirli bütçeler içerisinde hareket etmek zorunda kalıyoruz. Dolayısıyla yapım sayısını azaltıp, desteği artırmak gibi bir hedefimiz var fakat 2 yılda bir yapılan bir festivalde, hedeflenen değişiklikler öyle hızlı gerçekleşemiyor ne yazık ki. Yine de bu sene bazı önemli değişiklikler yaptık. Örneğin topluluklarımızla sözleşme imzalamadan önce bütün oyuncu kontratlarını tamamlamalarını istedik. Toplulukların profesyonelleşmesi açısından önemli bir adım bu. Özellikle de uluslar arası bir festivalde çok önemli bir konu. Çünkü oyunu uluslar arası platformda duyuruyorsun. Şu anda elindeki broşürde artık hangi oyunda kim oynuyor görebiliyorsun. Topluluklar kontratlarını yapıp hem kendilerini hem oyuncularını sağlama aldılar. Teknik fişler de düzene girdi, artık en azından ihtiyaç listeleri gelebiliyor. Bütün bunları kafa kafaya vererek, konuşup, bu festivali nasıl daha mükemmel hale getirebiliriz diye tartışarak gerçekleştirebildik. 
Sinan: Seninle kişisel sohbetlerimizde sık sık söylediğin ve benim hâlâ çok şaşırdığım bir şey var: İstanbul’un dünya sanatçıları için bir çekim merkezi haline geldiğini söylüyorsun. Bir içinde yaşadığım atmosfere bakıyorum, bir senin söylediğine bakıyorum, bir türlü inanasım gelmiyor. Gerçekten böyle mi? Böyleyse neye bağlıyorsun bunu?
Leman Yılmaz: Tabiî mevcut atmosfer biraz etkiliyor. Ama artık sadece İstanbul’da, Türkiye’de değil, her yerde öyle. Avrupa’nın her yerinde benzer tedirginliği yaşıyor insanlar. Evet, İstanbul gerçekten çok sayıda sanatçının, topluluğun gelmek istediği bir yer. Daha mailleri yazıyoruz, teyit ediyoruz, şu tarihlerde İstanbul’dasınız diye ama henüz el sıkışmamışız. Bir bakıyoruz web sayfalarında duyurmaya başlıyorlar. Bazen uyarmak zorunda kalıyoruz, biz henüz programı duyurmadık, lütfen siz de duyurmayın diye… Çünkü bir yazışmanın ertesi günü telefonlar çalmaya başlıyor “vaaay, şu geliyormuş!” diye. Şaşırıyorum tabii, nereden duyuldu diye. Meğer topluluk web sayfasında duyurmuş bile… 
Sinan: İstanbul’da sahne almanın bu kadar prestijli bir şey olmasını neye bağlıyorsun?
Leman Yılmaz: Her şeyden önce bir kültür-sanat köprüsü İstanbul. Üstelik çok sevilen bir kent! Sanatçılar bu şehrin dinamizmini seviyorlar. İstiklal Caddesinin sabaha kadar süren canlılığını, dükkânların sabaha kadar açık olmasını, gündüz ve gece kalabalığı arasında neredeyse bir fark olmamasını şaşırarak ve hayranlıkla izliyorlar. İstanbul için “durmayan, uyumayan kent” diyorlar. Doğu ile batının mükemmel kesişimini çok güçlü biçimde hissediyorlar İstanbul’da… Bunu ben de çok sorguluyorum. Sonuçta giyimimiz, kuşamımız, yaşam tarzımız oldukça batılı… “Konuştuğunuzda ortaya çıkıyor fark” diyorlar. Düşünce yapımızda, konuşmalarımızda var bu kesişim.
Sinan: Çok da oryantalist bir algıdan söz etmiyoruz o halde? 

Leman Yılmaz: Hayır, kesinlikle oryantalist bir algı yok. Tam tersine, bence o oryantalizm çok gerilerde kaldı. Avrupa kentlerinin çoğunda durağanlık ve kendi kendini tekrar hakim. Burada ise hareket, dinamizm var. Biz İstanbul’un çok kaotik bir kent olduğunu düşünüyor ve bundan yakınıyoruz ama onlar bizim kaotik dediğimiz bu kenti seviyorlar. 
Sinan: O durağanlıktan sonra iyi geliyordur ama sürekli yaşasınlar bakalım burada ne oluyor!
Leman Yılmaz: Avrupa yaşlanıyor Sinan. Birlikte gittiğimiz kentleri düşün… Stockholm’u hatırla mesela ki Kuzey Avrupa ülkeleri bile nispeten daha hareketlidir. Paris mesela? Çok seviyorum evet ama Paris bile bana artık çok yaşlı geliyor. İstanbul’dan enerji alıyorlar, feyz alıyorlar öyle diyeyim. Bir de tabii tıkanıklık hissi önemli. Yaratıcılık anlamında kendilerini tekrar etmeye başladıklarının farkındalar. Bunu tiyatro sahnelerinde de görüyoruz. Her şey çok iyi, sahne, teknik her şey çok iyi… Fakat fikir olarak, içerik olarak bir tıkanma yaşıyorlar. İstanbul tazeleyen bir şehir. 
Avrupa Yaşlanırken Türkiye’de Genç, Canlı ve Dinamik bir İklim var
Sinan: Hah tam da bunu sormak istiyordum. Türkiye’deki tiyatro, Avrupa ile kıyaslandığında ne durumda? Daha dinamik, daha genç ve canlı bir tiyatromuz olduğunu söyleyebilir misin?

Leman Yılmaz: Kesinlikle çok canlı, çok genç… Devlet Tiyatrosu, Şehir Tiyatrosu bile öyle. Ki onlar kurumsal tiyatrolardır ve bağımsız tiyatrolara göre hareket alanları daha sınırlıdır. Onlarda bile büyük bir hareketlilik var. Misafir yönetmenlerle eskiye kıyasla çok daha farklı repertuarlar oluşturmaya başladılar. İstanbul’da tiyatro capcanlı, kıpır kıpır! Şimdi çıkalım buradan D22’de bir oyun var. Ya da kalkıp Şermola’ya gidebiliriz. Kumbaracı 50’de başka bir oyun, Levent’te Tatbikat Sahnesi’nde başka bir oyun… 
Sinan: Peki toplumda bunun bir karşılığı var mı? Seyirci var mı? 
Leman Yılmaz: Seyirci var. İyi oyun her zaman kendi seyircisini buluyor. 
Sinan: Bu her alanda böyle galiba?
Leman Yılmaz: Evet her alanda böyle. O yüzden artık kimse kafasına göre ben şu metni çok sevdim, sahneye koyayım diyemiyor kolay kolay. Seyirci iyiyi kötüyü ayırabiliyor. Sonuçta ayırdığı bir zaman ve bütçe var ve izlediği oyundan keyif almayı bekliyor. İyi oyun her zaman seyircisini buluyor diyoruz o yüzden. 
Sinan: Bütün bu yoğunluk içerisinde serpiştirdiğin küçük şekerlemeler de var. Mesela Mutfak ve İtiraflar… Bunları da festivalin dışında kalan zamanlarda yapıyorsunuz. Ne bu? Hobi mi?
Leman Yılmaz: Hobi değil tabii… Bizim Kurum olarak da, yönetim olarak da yüreğimizden geçen şey, Tiyatro Festivali’nin yıllık periyoda dönmesi. Çünkü yetişmiyor. Bir yandan burayı, bir yandan yurt dışını takip etmek ve tüm yapımları kucaklamaya çalışmak için 2 yılda bir yapılan bir festival yetmiyor. O yüzden yapabildiğimiz ölçüde bu tür yapımları sergilemeye çalışıyoruz. 
Sinan: Festivalin yeniden yıllık periyoda dönme ihtimali var mı?
Leman Yılmaz: Çok istiyoruz biz tabii… Ama her şey maddi yapılanmaya, sponsorların desteğine bağlı. Elimize çok güzel projeler geliyor. Mutfak ve İtiraflar, The Tiger Lillies Perform Hamlet de böyle projelerdi. Şimdi böyle projeler geldiğinde 2 yılı bekleyemiyorsun. Kaldı ki bazı projeler çok iyidir ama festival çizgisinin de dışındadır. Ne yapacağız? Bu projeleri getirmeyecek miyiz? İşte bunun için İKSV Özel Etkinlikler başlığı altında sezon içerisinde getirmeye başladık. Çok da olumlu tepkiler aldık. Seyirci daha fazlasını istiyor artık. Dolayısıyla biz de bu çizgide ilerleyeceğiz.
Sinan: Umutlu musun geleceğe dair?
Leman Yılmaz: Türkiye açısından mı?
Sinan: Tiyatro açısından sormuştum ama?
Leman Yılmaz: Umutluyum tabii! Umutsuz olsam zaten bu işi yapmam.
Sinan: “Türkiye açısından mı?” derken bakışların gölgelendi? Endişeli misin?
Leman Yılmaz: Bugünden yarını göremediğimiz bir ülkede yaşıyoruz, tabii ki endişe her zaman var. 2014’te Soma faciası yaşandığında festivalin tam ortasıydı ve biz 3 gün festivali kapattık. Acı sürprizlerle dolu bir ülke Türkiye… 
Sinan: Bugünden yarını göremiyorsun ama 2 sene sonrasının programını hazırlıyorsun. Büyük risk! Yağmur yağabilir, şimşek çakabilir! Birinin canı sıkılıp, “Eee ne tiyatro festivali!” diyebilir. Gözünü karartıp “başlatmayın tiyatronuzdan, yok festival mestival” diyebilir? 
Leman Yılmaz: Tabii her şey olabilir. Ama ne yapalım Sinan? Tası tarağı toplayıp evimize, kuytu köşemize çekilip “yarın ne olacak” endişesiyle bekleyecek miyiz? Çoğumuz aynı hissi yaşıyor. Ne zaman çok acı bir olayla karşılaşsam, bilgisayarın başında gruplara mail yazarken buluyorum kendimi. İşte o an sorguluyorum kendimi. “Bir dakika yahu, orada insanlar yaşamlarını yitirmiş, çok büyük acılar yaşanıyor, ben burada oturmuş falanca gruba, şu tarihte geleceksiniz diye mail yolluyorum. Elbette yabancılaşıyorum ama bir yandan da bizi ayakta tutanın bu olduğunu düşünüyorum. 
Sinan: Sanat biraz da acıyla dolu hayatı katlanılır kılmak değil mi?
Leman Yılmaz: Evet. Seyirciden “lütfen iptal etmeyin, bizim sanata tam da böyle zamanlarda ihtiyacımız var” diyen çok sayıda mesaj alıyoruz. Evet, birazcık gülümsemeye, mutlu olmaya ihtiyacımız var. Biz de bunu yapmazsak, bu duygusal çöküntüye kendimizi kapatıp kaptırırsak hiçbir şeyin anlamı kalmayacak. Yorgunuz hepimiz. Duygusal olarak da, düşünsel olarak da yoruyor içinde bulunduğumuz ortam. Durup “ya bir dakika! Ne yapıyoruz biz” dediğimiz çok oluyor.
Sinan: “Bu kadar acı varken ne eğlencesi! Durdurun müziği, sahne etkinliklerini” seslerini çok duyar olduk.
Leman Yılmaz: Kesinlikle karşıyım bu yaklaşıma. Tiyatro bir eğlence değil. Sanat bir eğlence değil. Öncelikle bunu çok açık biçimde söylemek gerekiyor. Evet, Soma şok etkisi uyandıran çok acı bir olaydı. Arkasından da acılar durmadı. Ülke sürekli bir acı kasılması yaşıyor. Acının süreklileştiği bir ortamda perdeleri kapatırsak bunun sonu neye varacak? Bilakis, kültür, sanat, tiyatro, müzik toplumu yaşama bağlayan çok önemli unsurlar. Toplumdan bunu da çekip aldığında geriye ne kalacak? Her şey çöker o zaman.