8 Temmuz 2018 tarihinde Kapıkule-İstanbul seferini yapan TCDD treni saat 17.00 sıralarında Tekirdağ-Çorlu arasındaki Sarılar Mahallesi’nde raydan çıkarak devrildi. 362 yolcudan 25 insanımız hayatını kaybetti. 317 insanımız yaralandı. 194 insanımız ayakta tedavi gördü. 123 insanımız hastanede müşahede altına alındı. Katliam sonrası yaralı ve ölenlere müdahale için köylüler ve yaralı kurtulan yolcular yardıma koştu. Yetkililer saatler sonra alana geldiler. Öncelikleri yolu ulaşıma açmak oldu!
Katliamda hayatını kaybeden yolcular; Ersen Gül, Serhat Şahin, Melek Tuna, Ayşe Başaran, Ergün Kerpiç, Hakan Sel, Oğuz Arda Sel, Özge Nur Dikmen, Gülce Dikmen, Sena Köse, İrfan Kurt, Mavinur Tiflizden, Bahar Koçman, Yağmur Laçin, Özcan Cesur, Derya Kurtuluş, Beren Kurtuluş, Emel Duman, Bihter Bilgin, Ömer Alperen Can, Seyfi Ergül, Zübeyde Seven, Gani Kartal ve Rubize Kartal.
Katliam sonrası #Adalet süreci nasıl işledi?
9 Temmuz 2018: Tren katliamı sonrası 2’si makinist 5 görevli ifadeye çağrıldı.
8 Ekim 2018: Bilirkişi heyet raporu savcılığa sunuldu.
16 Kasım 2018: Aileler, avukatları aracılığıyla bilirkişi raporuna itiraz etti.
23 Kasım 2018: Çorlu’daki tren katliamının tren içi ve dışı kameralarına ait görüntüleri ortaya çıktı.
28 Şubat 2019: Çorlu Cumhuriyet Başsavcılığı; siyasetçiler, bürokratlar, TCDD’nin üst yönetimi yer alan kişiler hakkında da “kovuşturmaya yer olmadığına” karar verdi. Makinistlere takipsizlik kararı verilirken, 4 kişi hakkında iddianame hazırlanmasını kararlaştırdı.
12 Mart 2019: TCDD Teftiş Kurulu tarafından hazırlanan raporda, katliamın yedi nedeni açıklandı. Özcesi katliamı doğa olaylarına bağladılar. Mücbir sebep dediler.
19 Nisan 2019: Aileler, Çorlu Adliyesi önünde “adalet nöbeti” başlattı.
25 Nisan 2019: Çorlu 2.Sulh Ceza Hâkimliği, siyasetçiler, bürokratlar, TCDD’nin üst yönetimi hakkında “kovuşturmaya yer yok” kararını, delillere uygun olarak verildiğini belirterek yapılan itirazı reddetti.
30 Mayıs 2019: Hayatını kaybeden 25 insanımızın yakınları ve yaralananlar, dosyada gerçeğe aykırı rapor hazırlayan bilirkişiler hakkında İstanbul Anadolu Adliyesi savcılığına suç duyurusunda bulundu.
12 Haziran 2019: Çorlu tren katliamı ailelerinin Anayasa Mahkemesi önünde yapmak istedikleri basın açıklamasına polis müdahale etti.
3 Temmuz 2019: Çorlu 1’inci Ağır Ceza Mahkemesi’nde başlayan mahkeme için küçük bir salon seçilmesi sonucu bazı aileler dışarıda kaldı ve içeri girmelerine izin verilmedi. Protestolardan sonra mahkeme heyeti davadan çekildi. Çekilme kararı Çorlu 2’nci Ağır Ceza Mahkemesi tarafından kaldırıldı.
23 Kasım 2023: 17. duruşma yapıldı ve savcılık mütalaasını açıkladı. Kayıp yakınlarının avukatları sanıkların “olası kastla” yargılanmasını istese de talep reddedildi. Üç sanık hakkında “bilinçli taksirle ölüme ve yaralanmaya neden oldukları” gerekçesiyle tutuklanma talep edildi. Dava 24 Ocak 2024’e ertelendi. (Katliam hakkındaki bilgiler, Wikipedia dan derlenmiştir)
24 Ocak 2024 Çarşamba günü davanın 18. Duruşması yapılacak. Ben 2 gün önceden Tekirdağ’dayım. Ailelere destek vermek için Ankara’dan uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra, önce Tekirdağ’a, staj yaptığı Antalya Rixos Otel’de katledilen ama 13 yıldır cinayetin üstü kapatılarak intihar süsü verilen Burak Oğraş için adalet arayan baba Murat Oğraş’ın evine misafir oluyorum. Sıcak bir aile ortamında eşi Halime ile kucaklaşıyoruz. Nuriye Gülmen’in kardeşi Beyza Gülmen ve direnişimize destek veren Merve ile de Murat’ın beni almaya geldiği otogarda karşılaşıyoruz. Onlar da Çorlu duruşmasına dayanışma için gelmişler. Biz Murat’la ertesi gün Çorlu’ya kızı Aslı’nın evine gidiyor, mahkemeye kadar orada kalıyoruz. Aslı’nın misafirperverliği harika… Evde konuşulan ana konu Burak ve Çorlu katliam duruşması.
Mahkemeden önce tren katliamında hayatını kaybeden Oğuz Arda’nın annesi Mısra Öz’le bir röportaj yapmak istiyorum. Davanın sembol isimlerinden Mısra Öz… Bu dava biraz da onun çığlıklarıyla dikkatini çekti kamuoyunun. Bu nedenle niyetim hem duruşmanın seyrini, hem ailelerin içlerinde yaşattıkları duyguları Mısra vasıtasıyla kamuoyuna anlatmaktı. Teklifimi memnuniyetle kabul eden Mısra ile duruşma günü ara verdiğimiz, duruşmadan sonra devam ettiğimiz sohbetimizi, onun sözlerini, acısını, umudunu, hayattan beklentisini, güçlü yanını, zayıf yanını her yönüyle samimi anlatımlarını buraya bırakıyorum.
Acun Karadağ, Ocak 2024
Sohbet başlasın…
Acun Karadağ: Sevgili Mısra, adalet mücadelesinde karşılıklı ortaklaştığımız o aynı tarafın insanı olma, birbirimizi anlama hali ile artık sen diye hitap etmeyi kardeşliğin bir gereği olarak görüyorum. Ne dersin bilmiyorum. Öncelikle bu sohbeti kabul ettiğin için teşekkürler. Seninle ilgili duygularını da içeren, farklı sorular soracağım ama ilk önce bir şeyin okuyucuya net olarak anlatılmasını istiyorum. Şöyle ki Ulaştırma Bakanlığı’nın kaza, bizlerin katliam dediği Çorlu davasının karar duruşmasına bir gün kaldı. Önce şunu sormak isterim izin verirsen; Yine çok insanın öldüğü kazalar da var. Çorlu’da meydana gelen neden kaza değildi sence ya da neden katliam demek daha doğru geliyor ki ben de katliam diyenlerdenim?
Mısra Öz: Acun Hocam Merhaba, Beni bir kardeşiniz gibi görüp, sımsıcak yakınlığınız ile ”sen” diye hitap etmenizden büyük mutluluk duyarım : ) Elimden geldiğince sorularınızı yanıtlamaya çalışacağım. Süre öyle uzun bir süre ve o kadar çok şey yaşandı ki, bazen kafamın içinde olanı biteni toparlamakta zorlanıyorum.
Göz göre göre gelen bir olayın sonucu toplu bir ölüme sebebiyet veriyorsa, buna artık kaza demek pek mümkün olmuyor. Olaya ilişkin yazılan tüm raporlar, yapılan tüm araştırmalar hatta sanıkların mahkemede verdiği beyanlarda ortaya konulan tek gerçek TCDD’nin ihmalleriydi.
Meteoroloji ile protokolü olmayan bir kurum. Hava olaylarını nasıl takip ettikleri sorulduğunda ”herkes gibi televizyon haberlerinden, akıllı telefonlarımızın hava durum göstergesinden, gökyüzüne bakarak” gibi cevaplar verdiler. Bu katliam yaşandıktan sonra da hala yapılmış bir protokol yok, sadece cep telefonlarına bilgi geçen bir program yüklenmiş. Bunun haricinde, ödenek yetersizliği nedeniyle yol bekçileri işten çıkartılmış. Yol kontrolü, düzenli periyotlarda yapılsa da, rayları günlük olarak kontrol eden bir sistemi ortadan kalmışlar. Raylar başıboş kalmış. Bu hat zaten çok uzun yıllardır kullanılmayan bir hattı. 2018 seçimlerinden önce ”hizmet getiriyoruz” diye gösterişli açılışlarla hizmete sunmuşlardı. Ancak verilen ifadeler, bu hat üzerinde hiçbir alt yapı çalışması yapılmadığını, yalnızca üst yapı çalışması yapılarak ”hızlandırılmış tren” in faaliyete başlatıldığını ortaya koydu.
Ne yazık ki aynı zamanda kurumda liyakat de yok. Genel Müdür danışmanı olmuş olan bir kişi ( TCDD 1. Bölge Müdür Yardımcısı Mümin Karasu) teknik üniversite mezunu değil. Oysa danışmanlık hizmeti verebilmesi için teknik üniversite mezunu olması gerekliliğini hep birlikte öğrendik. İfadesinde ”ben çok uzun yıllar kurumda çalıştığım ve kurumu bildiğim için bu göreve getirildim, eğitimim yok” diye belirtti. Yine aynı şekilde kurumda bazı müdürlüklere sadece pozisyon açıkta kalmasın diye yetkinliği olmayan kişilerin getirildiğini de sanık ifadelerinde dinledik. Bunlar aklıma gelen en net sebepler. Hiç bir şekilde teknolojiden faydalanılmayan, en basit tedbir olan yol bekçilerinin dahi görevine son verilen, hava olaylarında rayların nasıl olacağını bilemeyen bir kurumun ”Bir şey olmaz. Olursa o zaman bakarız.” düşüncesi ile göz göre göre gelmiştir bu katliam. Tren raylarda giderken, üzerine yıldırım düşmedi. Bu tren raylardan çıktı. Hem de bu ihmaller yüzünden.
Acun: Neden katliam dediğimizi gayet net anlattın Mısra. Ama yargılama katliam yargılaması olmuyor gibi. Bize en başından davanın açılma sürecini anlatabilir misin? Aslında öğrenmek istediğim şu; bu duruşmalar başladığında sizler ne umdunuz, mahkemeler nasıl bir süreç izledi? Yani aslında lafı hiç dolandırmadan söyleyeyim karar duruşmasına gelindi, beklediğiniz/beklediğimiz adalet gelecek gibi görünmüyor. Neden?
Mısra: Açıkçası en başından beri bizi uzun bir sürecin beklediğini biliyorduk. Ama bunun yargılama sürecinde emsal bir dava olması umudu hep içimizdeydi. Hatta çok uzun bir süre “adalet yok ki” diyen herkese karşı inançla bu davada adaletin gerçekleşeceğini savunduk. Çünkü her şey tüm açıklığı ile ortadaydı. Tabii bu inanç savcının hazırladığı iddianamede dört alt düzey memurun yargılama sürecinin uzaması ile azalmaya başladı. Hatırlarsanız katliamın yaşandığı günün gecesinde olay yerine bilirkişiler getirilmişti helikopterle. Yaralıları kurtarmak için gelemeyen helikopterler, bilirkişileri gece yarısı olay yerine getirmişti! Bu gelen bilirkişilerden bir tanesi katliamın yaşandığı hattın danışmanlığını yapmış, diğeri ise Ulaştırma Bakanlığı projelerinde çalışmış bir kişi. Mustafa Karaşahin ve Bekir Sıddık Binboğa Yarman. Bilirkişi kanununa göre orada olmaması gereken kişiler, olay yerine getirtilip, bilirkişi raporu hazırladılar. Ve savcılık bu raporu kanuna aykırı kişilerin yazmasını umursamayarak kabul etti. İddianame de dört alt düzey memurun yargılanması üzerine yazıldı ve dava açıldı. Bizler üç yıl boyunca bu dört sanıkla kilitlenmiş olan davaların duruşmalarına gittik geldik.
O arada tabii boş durmadık. Bilirkişilere itiraz ettik. Bilirkişileri daire başkanlığına şikâyet ettik, haklarında suç duyurusunda bulunduk. Savcılığa defalarca gittik, savcılık önünde sessiz eylem yaptık. Ve sonunda bilirkişi raporu hükmünü yitirdi. Aynı zamanda bu süre zarfında savcılığın elinde bir tefrik dosyası mevcuttu. Savcı Galip Özkurşun tefrik dosyasını üç yıl içinde sonuçlandırmadığı için mahkeme heyeti de duruşmayı ileri götüremiyordu. Sonunda savcı Galip Özkurşun hakkında da suç duyurusunda bulunmamız neticesinde heyet bu talebi kabul etti ve savcıyı bu dosyadan çektiler.
Artık dosyaya yeni atanmış bilirkişilerin hazırladığı rapor ile yeni savcının hazırlayacağı iddianame ile yeniden başlanacaktı. Umutlar yeniden yeşerdi. Heyecanla yeni iddianameyi bekledik. İddianame hazır olduğunda bir kez daha hayal kırıklığı yaşadık. Çünkü savcı Fatma Top, olay gecesi hastanede olan, çocuklarımızın son halini gören, hatta Zeliha ablayı kızı Bihter’in yanına kadar götürüp, bir annenin çocuğunun ölüsüne sarılmasına şahit olan bir savcıydı. Vicdanlı ve objektif yaklaşacağına inandığımız iddianamede ne yazık ki yine üst yönetime eli uzanamamış ve TCDD 1. Bölge Müdürlüğünün en üst makamında sorumluluğu bırakmıştı. Oysa bu müdürlüğün üzerinde daire başkanlığı, genel müdürlük seviyesi vardı. Bu iddianame ile dokuz kişi daha sanık olarak dava dosyasına eklendi. “Aşırı yağmur nedeniyle bu olay yaşanmıştır, kusur ve hata yoktur” dedikleri katliamın sorumluları 13 kişiye kadar yükselmişti. Dosyaya yeni eklenen kişilerin verdikleri ifadeler insanı çıldırtan cinstendi. Kimi hiçbir şeyi hatırlamadığını, üzerinden çok zaman geçtiğini, zaten sonra emekli olduğunu ve bu olay ile hiç ilgilenmediğini söylerken, diğeri eksik personel ile çalışıldığını, verilen dilekçelere karşılık hiçbir şey yapılmadığını, yetkisinin olmadığını söyledi. Alt yapı eksikliği, personel yetersizliği, bilimden, teknolojiden uzak bir çalışma şekli, göreve yetkinliği ve eğitimi olmadığı halde göreve getirildiğini söyleyen birçok ifade dinledik. Hatta bazı sanıklar bu yargılama sırasında TCDD yönetiminin, Fenerbahçe’deki tesislerinde bir toplantı düzenlendiğini ve bu toplantıda kendilerine aynı ifadeyi vermeleri durumunda çok iyi avukatlarla onları savunacak avukatlar ayarlayacaklarını söylediklerini itiraf ettiler.
Tüm bu olanlar adalet duygumuzu fazlasıyla zedeledi ama inatla adalet talep etmekten vazgeçmedik. Üst yönetimdeki kişilerin bir kez olsun en azından tanık olarak davaya getirilmeleri talebimiz de kabul edilmedi. Biz Genel Müdür İsa Apaydın’ı, Genel Müdür Yardımcısı Ali İhsan Uygun’u ve altındaki yöneticileri hiç karşımızda göremedik. Aksine İsa Apaydın’ın görevinden ayrıldıktan sonra kurduğu şirket ile ulaştırma bakanlığından aldığı ihaleler ile ihale rekoru kırdığını haberlerde okuduk. Aslında ulaştırma bakanlığından başlayan bu sorumluluk silsilesi aşağıya doğru inerken ne yazık ki yargı tüm güç ve yetkisine rağmen bu kişileri adalet karşısına çıkartamadı. Şimdi davanın sonuna geldik.
Elbette ki sorumluluğu olanlar var karşımızda sanıkların içinde. Onların olası kasıttan ceza alıp, o mahkeme salonundan cezaevine gitmelerini istiyoruz. Ama asli sorumluların hiçbir şey olmamış gibi hiç hesap vermemiş olmaları bu yargılama düzeyinde bizi tatmin etmiyor. Son olarak eklemek isterim ki bu altı yıllık süre içinde tek bir kişi tutuklu yargılanmadı ve görevden alınmadı. Bizim sevdiklerimiz toprak altındayken, bizler hayata tutunmada zorluk çekerken bu düzene adil diyebilir miyiz?
Adalet terazisi şaştı çoktan ne yazık ki…
Acun: Canım Mısra, ailelerin yaşadıklarını dışarıdan bir gözle takip ediyoruz. Duruşmalardaki “adaletsizliğe” dışarıdan bir gözle öfkeleniyoruz. Evet, yakınlarımızı kaybetmedik, belki başımıza bu tür bir şey gelmedi ancak son süreçte farklı konularda adalet mücadelesi veren binlerce insan var. Bu durum duygudaşlık yaratıyor tabii ama ateşin düştüğü yerdeki harını anlayamayız. Senin içindekini sormak istiyorum. Her sabah kalkıp ilk aklına gelenin Oğuz Arda olması, fotoğraflarından birini seçip sosyal medyada paylaşmak, her gün yeniden ateşi yakmak gibi… Ne yapıyorsun, nasıl baş ediyorsun? Aslında özünde sormak istediğim şu; nasıl bir hayatın vardı, son yıllarda neler değişti? Bunu ajitasyon olsun diye sormuyorum. Hani bi söz var ya “yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var” sen neler öğrendin? Dışarıdan bakınca güçlü bir kadın olarak görülüyorsun. Genellikle “güçlüsün” etiketİ, insanı, duygularını bastırmaya da sürükler. Ne yaşıyorsun, neyi bağırmak, neyi söylemek istiyorsun? Ya da neye susmak istiyorsun? Bu adaletsizlik sana ne yaptı?
Mısra: Acun Hocam sorularınız öyle can alıcı ve alışılagelmişin dışında ki. Sanki dinmeyen yarama şefkatli bir el dokunmuş gibi. Bu olaydan önce kendi halinde bir hayatım vardı. Türkiye şartlarında olabildiğince iyi yaşayabilmek ve oğlumun geleceğini en iyi şekilde şekillendirmek için çabalayıp duruyordum. Arda’nın babası ile ayrılalı bir yıl olmuştu ama biz sürekli Arda dolayısıyla bir aradaydık. Mükemmeliyetçi bir yanım da olduğu için her şeyin olması gerektiğinden daha iyi olmasını istiyordum. Bu nedenle de kendimi Arda’nın dünyasına adamıştım adeta. Yıllarca kurumsal şirketlerde çalışmıştım. Sigorta portföy yöneticisiydim. İstanbul’da yaşam zor… İşim ile evim arasında en az iki saatlik yol gidip geliyordum ve tüm bu koşturmaca içindeki en büyük motivasyonumsa oğlumdu. Planlarımız o dördüncü sınıfı bitirince işime daha yakın bir yere taşınmaktı. Olmadı… Katliam yaşandıktan sonra dünya tersine döndü.
Daha öncede hiç bir zaman duyarsız kalmadığım, haberlerde izlediğim, gazetelerde okuduğum olayların tam göbeğindeydim. Berkin Elvan’ın mezarının başında, Gülsüm annenin yanına bile gitmeye çekinirken, uzaktan yalnızca acılarını paylaştığım bir anne ile aynı acının içine düştüm. Özgecan Arslan için İstiklal Caddesi’nde annemle omuz omuza yürürken, şimdi kendi adalet çığlığımı atar oldum. İşte insan hep uzağında olur zanneder ya onun doğru olmadığını, tüm haksızlıkların bir çember gibi daralıp bir gün gelip insanı nasıl içine aldığını gördüm.
Güçlü bir kadın mıyım bilmiyorum. Bana bunu sık sık söylüyorlar. Katliamdan dört buçuk yıl sonra terapi almaya başladım. Çünkü artık sağlık problemlerim bedenime zarar vermeye başladı. En son geçen yıl 31 Ocakta geçirdiğim bir bağırsak ameliyatı ile bağırsağımın 30 santimetresini aldırdıktan sonra bir destek almam gerektiğine ikna oldum. Hala terapilerim düzenli devam ediyor. İlaçsız yaşamanın tüm bu dava süreçlerinde bana daha çok fayda sağlayacağını düşünmek hataymış. Bastırdığım duygularım bana hastalık olarak geri döndü. Hata yaptığımı biraz geç anladım.
Daima sevgisiyle ve ilgisiyle beni hayatlarının odak noktası haline getirmiş ailem tüm bu süreçlerin en büyük destekçisi oldu. Onlar olmasaydı daha farklı olurdu, hatta bu kadar dik duramazdım bile.
Olaydan sonra işimden kendi isteğimle ayrıldım. Hâlâ çalışmıyorum. Bu bilinçli bir tercih oldu. Çünkü Arda için yapmak istediğim şeyler vardı. Bir dernek kurmak, onun hayatını ve vermiş olduğumuz adalet mücadelesini anlatmak istediğim bir kitap yazmak, dava ile ilgili her olayın içinde olmak gibi… Tüm bunların hepsini yaptım da. Eğer işime devam etseydim bunların hepsini yapmak pek de kolay olmayacaktı. İş de eskisi gibi bir performans ile yürümeyecekti.
Tabii tüm bu süre içinde şunu da gördüm. Kimse ”Nasılsın? Ne yapıyorsun?” diye sormadı. Hatta bazı zamanlarda saçma sapan bir şekilde olayları abartıp, benimle görüşmeyi kesen, fotoğraf çektirmekten çekinen, sanki kötü bir şey yapıyormuşum gibi davalarıma gelmekten çekinen birçok kimse ile karşılaştım. Hepsi ile ilişkimi kestim. Meğer ne çoklarmış baya da yalnız kaldım: ) Kardeşimin bile olumlu geçmiş bir kaç iş görüşmesinin, benim kardeşim olduktan sonra çok “komik” sebeplerle olumsuz sonuçlandığına da şahit oldum: ) Hayatımdaki insan profili tamamen değişti. Genel olarak mesafeli bir insanım. Artık daha da mesafeli bir insan oldum ve epeyce yalnızlaştım.
Bağırmak istediğim, söylemek istediğim çok şey var. Ama bunların en başında ”Uyanın. Artık yeter deyin. Bu duyarsızlık neden? Neden korkuyorsunuz?” diye haykırmak var. Çünkü artık bu duyarsız insanların varlığına tahammül dahi edemiyorum. En yakınlarındaki bana bakıp hiç anlam çıkartmayan, yanımda durmaktan dahi korkan, çekinen, işim olmaz diyen insanlardan, kitlelerden bıktım. Siyasilerin her şeyi istedikleri gibi kendilerine çevirmelerinin samimiyetsizliğinden tiksindim. Ülkenin her yerinden adaletsizlik fışkırırken, kimsenin bu güvensiz ortamdan rahatsız olmamasından yoruldum.
Ben kimim ki bu düzeni değiştireyim diye düşünmeyi çok istedim ama onu da beceremedim. Zaten bu saatten sonrada becerebileceğimi sanmıyorum. Ben kimse değilim belki ama acıyı en üst seviyede yaşamış ve haksızlığa bir ses, bir omuz olabilecek, dayanışmanın önemini kendine ilke edinmiş biriyim. Yaşadığım bunca şeyin sonunda insanın çok güçlü bir varlık olduğunu anladım öncelikle. “Dayanamam” dediği her şeye bir şekilde dayandığını gördüm. Ama bunu asla tek başına yapamayacağını, birlik ve dayanışmanın bu gücü açığa çıkarmada ne kadar etkili olduğuna şahit oldum. Bunu Covid geçirip entübe edildikten sonra kendime geldiğimde babamdan dinlemiştim. İnanılmaz bir duyguydu, haklı davamın sahiplenilişi, ben uyurken benim yerime günlerin sayılıp, hesap sorma eylemimin devam ettirilmesi, gelen güzel dilekler, dualar, hastaneyi arayıp soranları dinlemek çok onur vericiydi. Bu adaletsizlik yorucu… Yeni bir hayata başlayabilmek için adalet duygusunun verdiği güvene ihtiyacım var. Çok mu uzun anlatıyorum?
Acun: Öyle düzgün anlatıyorsun ki film şeridi gibi akıyor anlattıkların. Hastane günlerin vardı bir de değil mi? Hepimiz yüreğimiz ağzımızda “uyansın artık bu kadın, babasını üzmesin” dedik. Tabii ki Oğuz Arda için yerine paylaşım yaptık. Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz içindik. Bunların senin üzerindeki etkisini kendimden biliyorum. Ben tutuklandığımda Twitter’da TT olmuşum, tahliye olunca gördüm. İyi ki, iyi ki dedim. Belki birçoğumuzun “entübe” hayatımızdan uyanmamız da bunlar sayesinde mümkün oluyordur. İyi ki hayattasın, bizimlesin… Buradan yola çıkarak bir soru daha soracağım pişmanlıkların, iyi kilerin, lanet olsunların, şükrettiklerin, öfkelerin, mutlulukların hepsinin toplamı hayat. Ama böyle olmak zorunda mı dediğin yerde nasıl bir hayat tahayyül ediyorsun? Hayalindeki hayatı anlatabilir misin?Aslına bakarsan bu politik bir soru. Alıştırıldığımızın dışına çıkalım ve hayata oradan bakalım istiyorum. Gideni geri getiremeyiz kuşkusuz ama kayıplarımızı da artık bizi yaralamayacak biçimde yanımızda tutarak yaşayacağız bundan sonra. Özcesi, nasıl bir hayatımız olsun ki sevdiklerimiz erken ölmesin? Layık olduğumuz hayatı nasıl tarif edersin? Ne dersin bu konuda?
Mısra: Aslında çok zor bir şey istemiyorum yaşama dair. Dünyanın birçok yerinde insanlar benim/bizlerin hayali olan yaşama çoktan kavuşmuşlar bile. Özenerek baktığım “ah orada yaşasam” deyip yinede bağlarımın olduğu bu topraklara kıyamadığım zamanlar çok olmuştur. Birçok arkadaşım hatta ailemden bazı kişiler son beş yıl içinde gittiler bile o ülkelere. Ben hala kendi ülkemde erişilsin o hayatlara diye ümit ediyorum. Gerçi benim hayallerim o ülkelerin bile ötesinde o ayrı konu. Mesela ülkeyi yönetmese birileri… Ne gerek var? Gerek olmasa bu kişilere? Daha sorunsuz olur sanki her şey. Olabilir miydi ki böyle bir dünya acaba? Neyse sonuçta varlar. Başa dönecek olursam adil bir hayat istiyorum ben. Sadece hukuksal anlamda değil. İnsanca yaşamanın mümkün olduğu ve herkesin eşit şartlarda iyi olan haklara sahip olduğu bir hayatın içinde… Paranın öncelik değil, aracı olduğu bir hayatta yaşamak… Mesela en küçüğümüzden, en büyüğüne herkes sağlıktan, eğitime, adaletten, iş imkânlarına adil bir şekilde ulaşabilse… Eğitim seviyemiz yükselse, sosyal olabilsek özgürce, hayata dair endişelerimiz olmasa. Güvenli bir ortamda yaşayabilsek… Bıraksak da yasalar gereğini yapsa. Gerçekten yapsa da suç oranları düşse… Biz de gerçekten yaşayabilsek şu hayatı. Çünkü her şeye rağmen bu hayat gerçekten çok güzel… Ben bunca şeyi yaşamış bir insan olarak bu şartlar altında bile yaşamak güzel şey diyebiliyorsam… : ) Ama öyle, güzel şey yaşamak… Bir kere geliyoruz dünyaya. Yani kısaca özünde her yönden özgür olduğumuz, ekonomik gelirin adil olduğu, emeğin karşılık bulduğu, adaletin sağlandığı, güçlü-güçsüzün olmadığı, eğitimin, sağlığın herkesin eşit olarak fayda görebildiği imkânlarda yaşamak/yaşayalım isterdim. Ne yazık ki bizim ülkemizde ölüm, tüm bu saydığım imkânlardan daha “ulaşılabilir” hepimiz için. Hal böyle olunca da yeniden başlamaya korkuyor insan bu hayata…
Acun: Nasıl bir hayat cevabın hepimizin beklentilerine bir cevap oldu bence. Evet, adil bir dünya… Bu adil dünya mücadelesi için yola başka bir koldan girdiğini biliyoruz. Türkiye İşçi Partisi milletvekili adayı oldun. Bu yola girmeye nasıl karar verdin? Hangi duygu ile yola çıktın? Süreç nasıl işledi? Ben kadınların (aslında erkekleşmemiş kadınların), LGBTİ+ bireylerin Meclis’te olmasını isterim. Ama tahmin ediyorum acemisi olduğun bu alanda kurtlar sofrasına düştün : ) Mücadelede tekrar aday olacak mısın, yoksa benim için sona erdi bu deneyim mi diyeceksin? Aslında samimi söyleyeyim şunu merak ediyorum; ne umdun ne buldun? Şimdilik bu son soru olsun. Seni yordum. Yarın duruşma var. Yine psikolojik bir yıpranma günü sizleri bekliyor. Yanınızda olacağız.
Mısra: Tıpkı Ali İsmail’in düşlerindeki özgür dünya değil mi hayal ettiğimiz dünya… Aslında siyasete o kadar uzak olduğum, içten içe işleyişinden hep korktuğum ve bu kaygan zeminde bu kadar net bir insan olarak yer alamayacağımı hep biliyordum. Ama hesap sorma yolunda ne kadar seçenek varsa her birinden gideceğimi de biliyordum. Asli sorumluların o mecliste olduklarını, canı yanan bir kadın olarak karşılarına dimdik dikilmeyi çok istedim. Çünkü beni sosyal medyadan engelleyen bakanlar, mecliste milletvekiliydi. Ve yargı onlara el uzatamıyordu bile… Tüm toplumsal cinayetlerin hesabının, meclisteki sesi olabilmekti amacım. Dediğim gibi hiç aklımda yoktu başta. Ancak seçim döneminde adayların açıklandığı sırada bir gün telefonlarıma mesajlar ve çağrılar gelmeye başladı. Herkes beni, benim haberimin olmadığı bir konuda tebrik ediyordu. CHP’den milletvekili adayı oluyormuşum : ) Her arayana haberim olmadığını söylesem de inandıramadım. Ben de haberlerde adımın geçtiğini gördüm, dinledim. Ama o teklif bana hiç gelmedi. Meydanlarda “helalleşeceğiz” diye söylemlerde bulunan, adımı sıklıkla telaffuz eden parti şimdi de adaylık teklifi getirdiği konusunda haberlerde konuşuyordu. Oysa benim kimseyle ama kimseyle helalleşecek bir durumum zaten yoktu. Ben hesaplaşacaktım. Yoksa soğumazdı yüreğim… O sırada TİP’ten Erkan Baş ve Sera Kadıgil ziyaretime geldi. CHP teklifini sordular. Öyle bir teklif almadığımı söyleyince “Birlikte hesaplaşalım mı?” dediler. Bu yola da o inançla çıktım ve tekliflerini kabul ettim. Süreç çok yoğun ve yorucuydu. Sonuçta ben siyasetin içinden gelmiyordum. Kimseye öyle siyasetçi gibi şunu yapacağız, bunu yapacağız diyecek halimde yoktu. Demedim de zaten… Dinledim… İstanbul ikinci bölge ikinci sıra adayıydım. İkinci bölge benim çok iyi bildiğim 40 yılımın geçtiği bölgeydi. Bu bölgede doğdum, İstanbul Cerrahpaşa’da, Fatih’te büyüdüm. Fatih’te okula gittim. Çalıştığım şirkette bu bölgenin tüm banka şubelerine baktım. Oğlumun babası ile Kocamustafapaşa’da tanıştım. Beşiktaş’ta evlendim. Ve şimdi de Etiler’de oturuyorum. Yabancı olmadığım bu yerleri karış karış gezdim. Hep dinledim ve anlamaya çalıştım insanları. O kadar çok insana temas ettim ki, her bir temasta insanların ne gibi zorluklarla karşılaştıklarını dinledim. Benim bir vaadim yoktu. Söylediğim ve inandığım tek şey ne yapılacaksa bu kişiler ile birlikte ortak hareket edilerek yapılacak şeylerdi. Ben değil, biz dedim. Ben çünkü “siyasetçi değilim” dedim.
Sevgili avukatım #CanAtalay’ın adaylığı için #Hatay’a gittim. Bir gece iki gün Hatay’daydım. Döndüğümde üzüntüden hastalandım. Koca bir şehir yok olmuştu ve sokaklar bile ıssızdı. Çaresizliğim yine yüzümü tokatladı. Ama vazgeçmedim. Gülsüm Elvan ve Emsal Atakan ile omuz omuza verip çadır kentleri gezdim. Dinledim ve sustum. Sözün bittiği yerdeydim… Gittiğimiz bir alanda halk buluşması yapılmak üzere toplandık. Hatay aday adaylarının yaptığı konuşmayı dinlerken, bir kadın geldi yanıma. ”Mısra Hanım, sizi burada görmek beni çok mutlu etti. Bugün geleceğinizi duyunca size bir şeyler yaptım” deyip elime bir torba sıkıştırdı. Boynuma sarılıp, sizi çok seviyorum dedi. Elimde bir torbanın içinde bir depremzedenin yapmış olduğu el açması yufkalar duruyordu. O şartlarda bile misafirperverliklerini bir şekilde sunuyorlardı. Sıcacık bir kucaklaşma ile paylaşıyorduk başımıza gelenleri işte.
Bunun gibi ne çok olay… Benim için çok büyük tecrübe oldu tabii. Esnaf ziyaretinden tutun da, pazar gezmelerine, siyasetçilerin hiç hoş karşılanmadığı Armutlu’daki tüm esnaflara dahi gitmiştim. Partideki arkadaşlar benim Armutlu’ya uzak olduğumu düşünseler de, Armutlu’da önceden tanıdığım birçok esnaf da vardı. Hep gitmeyi istediğim bir görüşme de bu dönemde yaşandı. Dilek Doğan’ın evine gittim. Annesiyle kucaklaştım, birlikte kahvaltı ettik. Dediğim gibi çok büyük bir tecrübeydi benim için. Ama şu bir gerçekti ki ayağa kalkmıştım. İlk defa yüzüm ışıl ışıldı. Umudum yeşermişti. Daha güçlü hissediyordum kendimi. Dört elle sarılmıştım. Elimden gelenin fazlasını yaptım. Olmadı. Olabilir miydi? Olabilirdi… Umduğumu bulamadım evet. O dönemde birlikte çalıştığım parti üyesi arkadaşlarımın da emeklerini ne yapsam ödeyemem o ayrı konu. Bilmediğim bir kulvarda birlikte yol aldık onlarla. Hepsi genç, çoğu benim kadar siyasetin içinde : ) Esmeray ile de bu vesile ile tanıştık. Çok sevdim. O da benim gibiydi bu kurtlar sofrasında. Ne yalan söyleyeyim en az kendim kadar onun mecliste olduğunun hayalini kurdum hep. Ahmet Şık’ı hiç düşünmedim bile. O zaten 1. sıradaydı ve çıkacaktı. Bundan emindik. Bizler için zordu bu mücadele. Zaten ne kolay olmuştu ki bizler için tüm bu süreçlerde? Seçim akşamı Esmeray ile birlikte Beşiktaş ilçe bürosunda bir o yana bir bu yana yürüyüp, gelecek bir bilgi için ilçedeki arkadaşlarımızın gözlerinin içine baktık. En son ben Sarıyer ilçe binasına geçtiğimde, orada da net bir bilgi akışı yoktu. Parti yöneticileri, Sera, Ahmet, Barış, Erkan Bey ve avukatlar zaten Kadıköy il binasındaydılar. Bana bir şey söylenmediği için oraya gitmedim. O ilçeden bu ilçeye geçerken, gece 2’yi geçtikten sonra öğrendim artık evime gitmem gerektiğini. Kocaman bir hayal kırıklığı ile eve döndüm. Ve yas sürecimde dahi yaşamadığım çok ağır bir depresyona girdim. Bu depresyon sürecini de sadece ailemin ve terapistimin desteği ile geçirdim. Geçti mi derseniz? 2024 yılına girdik ve ben yeni yeni kendime geliyorum. Tabi bu süreçte yeni hastalıklarla bana geri dönünce, açıkçası kendimi her şeyden geri çektim. Kendi kendine debelenen bir insan olmaktan çok yoruldum ve yıprandım.
Şimdi biraz nadas durumundayım. Sonrasını bilemem. Gördüklerim, yaşadıklarım, inandıklarım, inanmadıklarım netleşti. Bir daha dener miyim bilmiyorum. Ama denersem biliyorum ki artık sıfır kilometrede değilim. Yol aldım : ) Dava sonuçlandıktan sonraki önceliğim sağlığım. Sonrasına zaman ne getirirse öyle bakacağım : ) Sonuç kısaca ”umduğumu bulamadım” : )
Acun: Bugün duruşmada bir aradaydık. Ailelerin dayanışma için gelen herkese teker teker ilgisi, sevgiyle bakışı bahar-bahçe tarafımız, duruşmada söz alanların gözyaşlarıyla anlattıkları yaprak döken tarafımız. Hep kışı yaşayacak değiliz elbet. Birbirimize dokundukça çiçek açıyoruz. Benim de gözlemlerim oldu duruşmaya dair ama senden dinlesinler istiyorum. Özelikle bizi görünce yüzünde açan çiçeğin, sanıklar konuştuğunda nasıl solduğunu gördüğüm o saatleri biraz anlatabilir misin?
Mısra: Acun Hocam, sizleri görünce yüzümüz nasıl çiçek açmasın? Dayanışma kadar insanın içini yüreğini okşayan ve güç veren başka ne olabilir ki? İyi ki varsınız. Birlikte daha güçlüyüz. Evet, dün uzun ve zor bir gündü. Hele ki sonu tam bir şaşkınlık ile bitti. Biz her duruşmada, acılarımız ile en baştan yeniden yoğruluyoruz. Ve buna yıllar geçtikçe artan özlemimiz de eklenince, her duruşma sonu darmadağın bir hal içine giriyoruz. Adalet de yüreğimize su serpemeyince, öfkemiz ile yaşayan ölülere dönüşüyoruz. Sanıklar ya da mahkeme heyeti nasıl bir yüreğe, vicdana sahip inan bilmiyorum. Taş olsa çatlardı bu zamana kadar bu acıların karşısında.
Sizler de duydunuz dün… Kolay değil bir aileden dört kişi, birinden üç kişi gitti. Kimi anne, kimi evlat, kimi kardeş, kimi eş… Sanıkların beyanı ortada… Bizlerin suçlamalarına ve avukatlarımızın yaptıkları savunmalara karşı değil de birbirlerini suçlamak üzere yaptılar bütün savunmalarını. İnanılmaz cüretkâr, çok rahat, hatta çoğu zaman da umursamaz tavırları çok rahatsız ediciydi. Uyuyanını da gördük, rahat rahat gülebileni de… Zaten bu kadar rahat olmalarına en başından beri şaşıyorum. İnsan öldürmek suçundan yargılanıyorlar. Nasıl bu kadar rahat olabiliyorlar anlamak güç. Her biri kusursuz çalışan! Yollar, raylar, menfezler kusursuz! Üst yönetimi korumaya çalışırken, kendilerini batırıyorlar. Kendilerini aklamaya çalışırken, üst yönetimi yerden yere vuruyorlar. Kafalar karışık…
Mümin Karasu’nun avukatı ”Mümin Karasu kadar kusursuz bir insana, burada olan herkesin müteşekkir olması gerekir” dedi. Bir de çocuklarımıza “telef oldular” diyebilecek kadar saygısızlaşarak, saçmaladı. Aileler olarak hemen orada Mümin Karasu adına bir plaket yaptırdık! Evlatlarımızı öldürdüğü için kendisine yaptırdığımız plaketimizi iş yerine göndereceğiz. Her gün bakarak kendisi ile övünebilsin diye…
Sanık mühendislerden bir tanesinin de ifadesinde, TCDD yönetiminin kendilerini bir araya toplayıp “aynı savunmayı yapın, bizler sizi koruyacağız” dedikten sonra, tanık olacaklarını zannederken, kendilerini sanık olarak görmelerini bir türlü anlayamadığını ifade etmesi ise yargılamaya yapılan müdahaleye en net örnekti. Bu yargılama en başından beri eksik bir yargılama. Bunu biz sürekli söylüyoruz. Bu kez sanıklar ve sanık avukatları da söyledi. “Nerede bu TCDD üst yönetimi? Genel müdürü, genel müdür yardımcısı, daire başkanları” diye sordular… Bunları dinlerken, sinirlerimize hâkim olmak çok zor. Çok yıprattılar bizi. Gördüklerimiz, duyduklarımız, haklı olup, haksızlığa düştüğümüz, hayal kırıklığı yaşadığımız tüm bu olaylar tüketti bizi. Ama bitmedik. Karar duruşması deyip de karar veremeyen heyet 29 Şubat’a kadar neyi değerlendirip, neyi düşünecek bilmiyoruz. Ama bildiğimiz tek şey biz o gün orada daha güçlü olacağız. Son kez ama daha güçlü… Heyetin vicdanıyla, özgür bir irade sergileyerek, adil davranacağı umudunu içimizde saklı tutuyoruz hâlâ. Emsal bir dava olmaması için hiç bir sebep yok. Her şey net ve şeffaf olarak ortada… TCDD üst yönetimi için soruşturma başlatma yetkisi ve gücüne sahipler. Başlatmamaları zaten bu yargılamayı eksik yaptıklarının ispatı olacaktır. Diğer sanıkların da (Taş yerleştiren işçi Celaleddin Çabuk hariç) sorumlulukları dahilinde yaptıkları ihmaller nedeniyle artık ceza alıp, tutuklanmalarını talep ediyoruz. Yani çok bir şey istemiyoruz. Biz bunun adına adalet diyoruz. 29 Şubat’a kadar adalete dair umudumuzu inatla elimizde tutacağız. Benim hala umudum var…
Acun: Gördük ve anladık ki görevini layıkıyla yapmayanların yarattığı cehennem bir şekilde tüm toplumu bir arada olmaya yöneltiyor. Çorlu duruşmaları buna örnek davalardan biri. Belki istediğimiz biçimde bir adalet gelmeyecek ama içimiz biraz olsun soğuyacak cezalar verildiğinde. Aileleri ve seni anlıyorum. Dün bana, yazdığın kitabı imzalayarak hediye ettin. Ne iyi ettin. Henüz mahkeme salonunda okumaya başladım… Oğuz Arda’yı anlattığın kitabın 288.sayfasında bir bölüm dikkatimi çekti. İşaretledim. Diyorsun ki “Zaman tünelinin içinde bir ileri bir geri gidiyorum. Ama en çok geçmişteyim. Hep yaşadığı zamanki günlerin anısının içindeyim. Bugünlerimi dünler içinde geçiriyorum. Bir daha kendime döner miyim, dönebilir miyim bilmiyorum.”
Nazım Hikmet karısına yazdığı mektupta diyor ya; “Sen ölürsen yaşayamam diyorsun,/ Yaşarsın karıcığım,/ Yaşarsın kalbimin kızıl saçlı bacısı/ En fazla bir yıl sürer/ Yirminci asırlarda ölüm acısı…”
Siz ailelerin acısını bu kadar uzatan 6 yıldır sağlanmayan adalet… Belki dünden çıkıp yarına bakamamanın nedeni de devletin sizi hâlâ dünde bırakmış olması. O tünelden mutlaka çıkacağını biliyorum. Adaletin sağlandığı günü hayal edelim şimdi. Ne yapacaksın? Geleceğe dair ne düşlüyorsun? Bir dernek ya da vakıftan bahsetmiştin galiba. Dün ne güzel bir anneydin, şimdi ne güzel kadınsın… Hani kadınların hayata tırnaklarıyla asılan bir yanı var ya o beni çok heyecanlandırıyor geleceğe dair. İşte tam o tırnak kısmından soruyorum, Arda’nın anısına yaşayan çocuklar için bir şey planlıyor musun? Adalet sağlandığında yasını bitirip, dünden çıkıp hayata nerden asılacaksın?
Mısra: Acun Hocam, zor yerden sormuşsunuz ama dilimin döndüğünce içimden geçtiği şekli ile olanı anlattım. Çokça sevgiler… Aslında her şeye başlayabilmek için sanırım adaletin sağlandığı günü görmeye çok ihtiyacım var. Sonrası kendiliğinden gelecekmiş gibi geliyor bana. Arda’nın adının yaşadığı Oğuz Arda Sel Çocuk Derneği’ni Ocak 2019 yılında, Arda gittikten altı ay sonra kurduk. Oğlumun en sevdiği yerde… Beyoğlu’nda, tünelde. Türkiye’nin her yerinde binlerce çocuğum var. Onun için yapmak istediğim şeyleri bu süre zarfı içinde tek tek yaptım. Yapmaya da devam ediyorum. Önce onun adına bir hatıra ormanı yaptık. Topraktan fışkırsın hayata diye… Sonra dermeği kurduk. Kitapta onu ve onun mücadelesini anlatmak istiyordum. Çok uzun sürdü. Yazamadım. Bir sayfa yazdıysam, üç ay bir satır bile yazamadığım oldu. Ama oldu. Sonunda bitirebildim. Ben kendimi, oğlum gittiği günden beri hep onunla teselli ettim aslında. Başka da bir şey pek ilgimi çekmedi. Şimdi kendime kurduğum bu küçük dünyada, ailem ve sevdiğim adamla birlikte sakin bir şekilde yaşıyorum. Yılın sekiz dokuz ayını Çeşme’de Alaçatı’da geçiriyorum. Doğanın içinde olmak bana iyi geliyor. Kalabalığın içindeki sakinliği seviyorum. Kışın çok soğuk olduğu zamanlarda ise İstanbul’da oluyorum. Tabii Çeşme İstanbul arası gidip gelirken de mutlaka başka seyahatlerim oluyor. Dernek olarak destek olduğumuz neresi varsa oralara mümkün oldukça bizzat ziyaret ediyorum.
Yas hiç bitmeyen bir süreç… Bunu Sevgili Şengül Hablemitoğlu ”Yas Hiç Bitmeyen Veda” isimli kitabında çok güzel anlatıyor. Kendisi ile yapmış olduğum podscast’te de uzun uzun konuştuk bunu. Yas hiç bitmiyor. Hayat yasın etrafında gelişiyor, insanı içine çekiyor. Sonrası mı? Sonrasını inanın hiç bilmiyorum. Düşünmedim de… Hayatı geldiği gibi yaşıyorum şimdilik.
Acun: Zor yerden sormuşsun dedin ya daha da zorluyorum ve son sorumu soruyorum 🙂 Alaçatı biraz zenginlerin yaşadığı yer gibi. Yani ben öyle düşünüyorum. Zengin misin? Öyle yekten soruveriyorum : ) Ekonomik olarak kendini hangi sınıftan hissediyorsun? Aslında biraz daha açarsam şöyle sorayım; Ülkede bir kesim lüks içinde yaşarken bir kesim ucuz ekmek için kuyrukta bekliyor. Sen bu manzarayı nasıl değerlendiriyorsun? Türkiye İşçi Partisi’nden milletvekili adayı olmuş birinin bu konudaki düşüncesini aşağı yukarı tahmin ediyorum ve bağlantılı olduğu için soruyorum; Sosyalist düşünce ile tanışman son birkaç yıla mı denk geliyor yoksa daha öncesinde aşina olduğun bir düşünce miydi?
Mısra: Acun Hocam, ekonomik olarak bir sınıf sıralamasının kaldığına inanmıyorum. Orta sınıfın ortadan kalktığı günümüzde alt sınıf ile üst sınıf arasında uçurumlar var. Lüks dediğimiz şey de yok bence. Aşırı lüks var. Bu da paranın el değiştirmesi ile fiyat algısının ortadan kalkması ile görgüsüz yeni bir sınıf yarattı. Sosyal devletten gittikçe uzaklaşan, hastanelerin, eğitimin, sosyal imkânların gittikçe artan sermaye hırsları hepimizin yaşam statüsünü hesap yapar hale getirdi. Eğitimsiz, ahlakı hızla çöküşe geçmiş bir toplum haline geldik. Zaten yapılmak istenilen de bu değil miydi? Oldu da ne yazık ki… Değişebilir mi? Çok zor ama imkânsız değildir diye düşünmek istiyorum. Lakin bizim toplumumuz son 20 yılda kargadan başka kuş tanımadığı için, en rahatsız olan konfor alanından bile çıkmaya cesaret edemiyor.
Sosyalist düşünce ile çok küçük yaşlarda tanışmıştım diyebilirim. O yüzden yabancı değildim. Sadece göbeğinde değildim. Küçük yaş demişken de gerçekten küçük yaşlardan bahsediyorum 8-9 yaşımdan başlar bu aşinalık… Anne ya da babam vesilesiyle değil. Teyzem vesilesiyle başlar bu aşinalık. İnsanların gözlerinin içindeki acıyı okumayı ben teyzemden öğrendim. Belki tanırsınız Sevgili Kazım Koyuncu’nun da içinde olduğu bir grup vardı. ”Grup Dinmeyen” işte o grubun solisti olan Arzu Görücü benim teyzem… Ben 15 yaşındayken ”kavganın ortasında” dinleyen, teyzesi ile ÖDP’nin kongresine gitmiş, siyasetten zerre anlamazken çocuk aklımla kulak kabartarak dinlediğim o konuşmaların içinde oldum zaman zaman. Ama bunu kimse de bilmez. Çünkü kimse bugüne kadar bana bu soruyu sormadı sizin gibi… Ben de kimseye söylemedim. TİP’te bile bilen yoktur hatta.
Acun: O koşturmanın içinde bana zaman ayırdığın sabırla ve samimiyetle cevapladığın için çok teşekkür ederim Mısra. Röportajın sonuna geldik. Aslında önceki sorumuz son soru idi ama son soru biraz da temennileri içermeli diye düşündüğüm için son soru olarak sormam gerek; Mücadelesi yıllara yayılmış biri olarak yakınlarını ihmallerle ya da iktidarın yanlış politikalarının sonucu kaybetmişlere ne söylemek istersin, yapamadığın ama yapılması gerektiğini düşündüğün ne öneride bulunmak istersin? Kadınlara, gençlere buradan bırakacağın bir motton var mı?
Mısra: Son soruya da şöyle cevap verebilirim; Bu altı yıllık zaman içinde yakınlarını bu tür ihmallerde kaybeden birçok insanla iletişim halindeyim hâlâ. Gazetede bir satır haber olmuş, kimse an an değişen gündemlerden dolayı üzerinde durmamış, acısını yasını kendi içinde yaşayan, adalet mücadelesini kendi başına veren birçok insan… Biz birbirimizin yanındayız. Evladını bir otobüs kazasında kaybeden anne baba ile bisikletli bir genci trafik teröründe kaybeden aile, kızlarını yine trafik teröründe kaybeden başka bir anne, depremde evlatlarını kaybetmiş geride kalanlarla bir mesaj, bir telefon kadar uzağız birbirimize. Elimden gelebildiğince, psikolojimi yönetebildiğim kadar destek olmaya çalışıyorum acıdaşlarıma. Bir anmada, bir doğum gününde, bir ölüm yıl dönümünde birlikteyiz biz hep.
Söyleyebileceğim şeyler belli. Vazgeçmesinler… Ki çoğu da vazgeçmiyor. Ancak ölümün bu kadar satır arası olduğu ve giden canların bir sayıdan ibaret olarak kabul edildiği toplumumuzda ses duyurmak çok zor. Bu nedenle yalnız, bu nedenle kırgın çoğu kişi… Burada herkese çok iş düşüyor. Toplumun uyanması ve uyandıktan sonra bir de ayılması gerekiyor. Bu duyarsızlığı üstünden atıp, bu cezasızlığın önüne dikilmesi gerekiyor. Siyasetçilerin artık acıları paylaşmanın ve baş sağlığı dilemenin ötesine geçmesi gerekiyor. Hesabı hep birlikte sormak gerekiyor.
Biz kadınlar çok güçlüyüz. Bu gücün farkında olup, dayanışmanın bir yerinden tutup, bunu kelebek etkisi ile tüm topluma yayabiliriz. Korkmadan, çekinmeden, omuz omuza… Bu sayede yetişen çocuklar da daha bilinçli ve ayakları daha sağlam yere basan çocuklar olacaktır. Ve gençler… Eğitimden hiç kopmasınlar. Eğitimli ve güçlü bir toplumun, şimdinin hadsiz görgüsüzlüğünü bir gün yeneceğine inanıyorum.