Dile kolay 30 yıldan fazla olmuş, tanıştığımız günü hala hatırlıyorum; farklı üniversitelerin o zaman ki adıyla “Basın Yayın Yüksek Okulu” öğrencileriydik ve ortak bir arkadaşımızın evinde mutfakta yiyecek bir şeyler hazırlıyordu. Hayat insanları farklı kulvarlara sürüklüyor, yıllar içerisinde eskisi kadar görüşmeye fırsat bulamasak da, hep aynı duyguyu karşılıklı hissettik diye düşünüyorum, hani her zaman oradadır bilirsin, istersen, ihtiyacın olduğunda yanında olacağını bilirsin…
Geçen zaman içerisinde Arzu hala o ilk tanıdığım günkü neşesini, heyecanını, çocuksuluğunu, merakını kaybetmedi. Türk özel Radyoculuk tarihinin yapı taşlarından önemli bir tanesi Arzu. Hatırladığım kadarıyla Best FM’in ilk açılış anonsunu “best fm’den herkese selamlar” cümlesiyle Arzu’nun sesinden duymuştuk…
21 yıllık radyoculuk hayatı Berkin Elvan’ın öldüğü sabah radyodaki haklı isyanı sonucu yaptığı ve “…ama ipin ucu koptu bende ha, onu söyleyeyim, valla, ipin ucu koptu. bu sabah Berkin Elvan’ın ölümüyle ipin ucu koptu. bundan sonra sahiden hiçbir şeyin mânâsı ve önemi yok. yani burnumuzun dibinde 268 gün, bir çocuk 45 kilodan 16 kiloya düşene kadar, gaz fişeğiyle vurulan bir çocuğu kaybettik ya şu ülkede; siz bana değil 3 havaalanı, 23 havaalanı da yapsanız istemiyorum. istemiyorum, ben istemiyorum arkadaşım ya!” diye başlayan konuşması ardından işine son verilerek bitti. Ama Arzu bitmedi, o günden beri hayatın her alanında yazarlıktan yayıncılığa üretmeye ve paylaşmaya devam ediyor.
Reportare için bir Arzu Çağlan röportajının bu kadar gecikmiş olması benim hatam, aradığım zaman ise “tabi yaparız, hadi Ulvi” demesi ise onun inceliği…
Biz çok keyif aldık röportajı yaparken, umarım siz de keyif alırsınız…
- MÖ üniversite yıllarından tanışıyoruz, geçmişle ilgili sorular soracağım ama önce Best FM ile başlamak istiyorum. Aslında radyoculuk hayatına Kent FM ile başladın ama herkes seni Best FM ve “İnleyen Nağmeler” ile hatırlayacak sanırım, dile kolay 21 yıl. Kent FM’i saymazsak radyoculuğa Best FM ile başladın sayılır hatta BestFM’de senle başlamıştı, ilk anonsu sen yapmıştın diye hatırlıyorum. Söze radyoculuğa başlama sürecinle girelim mi?
Radyoculuğa girme sürecim aslında çocukluğuma dayanır. Çünkü evdeki büyük Alman radyoyu sallayıp, içinde konuşan insanları dökmeye, olmadı ben içine girmeye çalışırdım. Aynı şeyi tv için de denemişliğim vardır. Tabii bu zekanın kendini Nasa’da bulması mümkün olmadığı için, hayırlı bir kısmetle medya kariyeri arasında gidip gelirken valla kim beni attı bilmiyorum kendimi mikrofon karşısında buldum. O ara koca da yapmıştım kendime. Oysa ki sahne sanatları tecrübem lisede Keloğlan’ın sevgilisi rolüyle sınırlıydı. Kız lisesinde okuduğum için Keloğlan’da kızdı ya ayrıJ Şaka bir yana İstanbul Basın Yayın’dan sonra girdiğim Teleon-Star Tv bünyesinde medyayla tanıştım. Halkla İlişkiler yapıyordum ama Kent Fm kuruldu, kadın programcı aranıyor dendiğinde, şimdilerin polisiye yazarı Esmahan Aykol ile, Kadın Kadına adlı ee o zaman bayan falan yok, ülke başka türlü. Oldukça zengin içerikli, kitaptan, modaya bir program sunduk. Mikrofona oturunca, bana sesin mikrofonik dendi ama beni esas alıp götüren, içimdeki enerjiyi büyütebilmek ve hiç tanımadığım insanlarla paylaşabilmekti. Sonra kısa sürede fanatiklerim olunca, Best Fm’e transfer oldum ve yıllar aktı gitti. Öyle çok ilk yaşadım, öyle çok sevildim ki, artık yaşamımda ne olsa ne bitse uzulmem gam yemem.
- Radyoların kapanma sürecinde oldukça sıkı bir aktivist olmana rağmen, -gece gündüz taksilere siyah kurdele taktığını hatırlıyorum, aslında zaman zaman siyasi, sosyal eleştirilerin olsa da Berkin Elvan’ın ölümüne dek bu kadar sert bir söylemin olmamıştı. Kendi deyiminle ne oldu da “kayış koptu”? Neydi kırılma noktası?
Kayış esasen son 6-7 yıldan beri kopuktu. Giderek betonlaşan, işsizliğin, adaletsizliğin arttığı bir ülkede benim de gözüm açıldı, yaşım büyüdü. Doksanların saf ruhunu hepimiz gibi bende yitirmeye başlamıştım. 2000’lerin daha katı, zalim, şehit haberleriyle, terörle dolu bir gündemde beş gün ulusal bir radyoda sabahın en çok dinlenen şovunu yapıyordum. Pardon ama bir günde ne oldu diyenlere hala şaşıyorum. Siz nerede yaşıyorsunuz yahu? Gezi sürecinde radyo Taksim’de olduğu için olayların içindeydik. O dönem iyice bir tiksindim sistemden. Çok ikiyüzlü günler yaşıyorduk. Berkin ise son damla oldu. Kötü kötüdür savaşır, iyi de iyidir ama ben pişkinliğe gelemiyorum! O çocuk can savaşı verirken, pişkinlişmişti ülke. Terörist dediler, dalga geçtiler ve benim gibi birinin susması mümkün değildi. Bir Münevver Karabulut, bir Berkin. İkisini de tanımadan çok sevdim, onlar için çok konuştum, bu da benim boynumun borcu olsun dedim. İyi ki de yaptım.
Çünkü o gün kovulmamla kitleler nereye gittiğimizi sayemde iyice anladı. Radyonun kikikirik kızı bile kovuldu oldu bir günde! Sağolsunlar çok halktan destek aldım, hala da alıyorum, özleniyorum ama herşeyden öte, göklerden gelen karar ve kader diye bir şey var. Bu kovulmanın artısı ve eksisini ben yaşıyorum, yaşayacağım da.
- Bugün radyoculuğu ve radyoyu nasıl görüyorsun? Bu soruyu iki anlamda soruyorum bir tanesi özgür olmayan, olamayan programcılık anlamında diğeri ise internet radyolarının yaygınlığı ve radyonun geleceği anlamında.
İnternet radyolarının geleceği tabii ki parlak. Ancak onu yönetecek ve karasal radyodan öteye taşıyacak tricklere sahip insanlar lazım ki onlar da benim gibi eski bir kaç tilkiJ Bizim gibiler girmeden o iş büyümez. Ya da çok iyi concept radyolar yapmak lazım. Onun da bazı şartları var, kendini reklamsızız diye konumlandıran bir mecradan ne olur Allah aşkına!
Ha diğer adı geçen büyük ulusal radyolara gelirsek buzda patinaj yapıyorlar. Doksanlardan kalma birkaç programcıya olan alışkanlık, çoğu radyocunun işine aşık olması ve bizim dinleyicinin duygusal bağlılığı ayakta tutuyor sistemi. Onun dışında vizyon yok, yenilik yok, yeni dinleyici katamıyorlar. Yani berbat bir haldeler. Çünkü yöneticiler patron yağcısı tipler ve halkı dinlemeyi kucaklamayı bilmiyorlar. Dünyada radyoculuk nerede müzik nasıl kullanılmalı haberleri bile yok. Best fm’de Rafet el Roman ve Mabel Matiz’i konuk alabilmek için yaptığım şeyler filmler olur. Sözcükleri anlaşılmıyor diye yasakti. Radyo şefkat işidir darling. Gidip çay ocağında çay içmeyi, Mahmutpaşa’da pazarlık yapmayı bilmezsen istersen Amerika’dan uzman getirt, olmaz.
“2015’in ilk 6 ayına göre reklam yatırımları toplamı 3.662 milyon TL’yi buldu. Yatırımların %53.2’sini televizyon, %14.75’ini basın, %22.07’sini dijital, % 6.42’sini açıkhava, % 2.27’sini radyo ve % 1.3’ünü ise sinema reklamları oluşturdu. 2016 yılı sonu için %10’luk bir büyüme öngörülüyor.” Bak mesela bu sayısal veriler. Sokaklara asılan ıvır zıvıra bile daha çok para harcanmış! Anladın mı durum ne kadar vahim! Radyoların çoğu hala en fazla 1500 tl maaş veriyor, çalışanların yüzde 95i İngilizce bile bilmiyor, eğitimleri az, ee ya ne olacağııııdıJ
- Uygun şartlar oluştuğunda tekrar radyoculuğu düşünür müydün? Radyodan uzak kaldığında ne değişti sende? Nasıl bir program hayal edersin bugün başlasan?
Şu an için işim olmaz. Yayın özgürlüğü yok. Hele ki şu devasa şöhretimle, her gün TT olurum herhalde…. Sonra yine kovulurum. Ama belki bir gün. O güzel beyaz atlar geldiğinde diyorlar belki o zaman. Hayat bilemem.
Radyodan uzak kaldığımda inanmayacaksın ama daha tatlı bir insan oldum. Boyun eğmeyi öğrendim, sevilmeyi kabul ettim. Yayıncılık egosu çoğu radyocu gibi beni de hırçın bir kedi yapmıştı şimdi daha çok ev kedisi oldum galiba. Bu yıl babamı kaybettim, o da beni çok etkiledi. Ölümle tanışmak beni çok suskunlaştırdı. Okumayı yazmayı seviyorum ama eski neşem pek yok. Gerçi bazen yine eski Arzu hortluyor, o zaman kırıp geçiriyorum ama yine de bir burukluk var içimde. Geçmedi henüz.
Bugün bir program yapsam Türkçe çok az çalardım. Çünkü yeni şarkılar kabus. Eskilerden çalardım, caz çalardım, soul çalardım. Kimse de dinlemezdi hahahhaa… Konuşurdum, şefkatim içgüdüsel. Dinleyiciyi sarıyorum sarmalıyorum. Bu değişmez, yaşamımda da öyleyim. Ancak eskisinden bile daha netim, o yüzden eskisinden daha çok düşmanım olurdu. Ortaya oynayacak, çoğu konuşan radyocunun yaptığı gibi “okeyde 4.kişi” formatı değil, gelip hadi len ne okeyi, satranç oynayın diyen ukala olurdum!
- Yayın yönetmenliği yapıyorsun bir yandan Mona Kitap’ta, Türkiye’de kitap okuma alışkanlıkları, yayıncılık vb. üzerine bir şeyler söylemek ister misin?
Yayıncılığı çok ama çok sevdim. Alfa zaten benim 20 yıldır tanıdığım, kitaplarımı basan büyük bir kurum. Burada ekran başında çoğu gün yemeğe bile çıkmıyorum. Hava güzel olunca bir Gülhane parkı, bir Mahmutpaşa piyasası yapıyorum ayrı… Zaten yazarlık çizerlik benim hayatımın bir parçasıydı. Öyle çok şey öğrendim ki, kitap kapağı yapmak, yeni yazarlar keşfetmek, incecik bir romanın arkasındaki günler süren heyecan ve emeğe tanıklık etmek… Eski yazarların asalet ve bilgisiyle tanışmak. Mesela Nazlı Eray ve Selim İleri bizim Everest’in yazarları… Her geldiklerinde gidip, biraz sohbet etmeye çalışıyorum. Öyle başka bir duruşları var ki, dışarıda kopup giden “hönkürmeli” güncel kültürümüzde bir esinti gibiler. Harika bir şey. Tek arzum, Mona’da kitaplarını bastığımız genç yazarların kalıcı olması, edebiyatımızın yeni kalemler kazanması, sonra yaşlanınca gelip gençler benimle röportaj yapsın. Kitaplarımı masaya dizeyim. Maslow merdivenini çıkıyoz valla işte, düşe kalka…
- Hafta Sonu dergisi için röportajlar yapıyorsun. Türkiye’de son dönemlerde aslında çok da hakkı verilmeyen bir alan röportaj. Ki zaten bu siteyi onun için yaptık J Röportaj ve röportaj yapma üzerine görüşlerini merak ediyorum eski bir Basın – Yayın mezunu olduğunu bilerek.
Popçu topçu oyuncu röportajları bildiğin işkence. Eski isimler iyi tabii.. Ama 80 sonrası doğanlar hala röportaj ile anket defteri doldurmak arasındaki farkı bilmiyor. Çok sıkıcılar, renksizler, korkaklar. İçim kıyılıyordu o günlerde… Soruya cevap vermek kendini açmak demektir. Yok diyor olmaz. Eee o zaman niye sevsinler seni? Niye ölümsüz olasın? Bir Ajda, bir Ortaçgil olmak ne demek, her röprtajından bir manşet çıkması demek. Bu yenilere ben kendim cümle eklemek zorunda kalıyordum. Hafta Sonu kapandı, çok tatlı bir gruptuk, o acı oldu. Magazinin en medeni versiyonuydu.
- Bir röportajında yemeklere ve yemek yapmaya ilginin sonradan olduğunu söylediğini hatırlıyorum, gerçi üniversite zamanlarında kalabalık arkadaş gruplarıyla toplandığımızda iyi yemek yaptığını hayal meyal hatırlıyorum. Var mı yemek konusunda herhangi bir projen, kitap, program, yayın vb.?
Abooov, dinleme cihazı mı koydun sen benim eve? Yayın işi olmasa gıda sektörüne giriyordum. Bayağı ticari bir projem vardı. Sonra kaldı. Ama 3.kariyer olarak onu düşünebilirim. Yayın ise en büyük arzum. Yemek programı için en az 3-5 proje hazırladık, bir kaçı büyük kanallardaki rüşvet ağından geçemedi. Rüşvet verecek paramız yoktu. Diğer ikisi de maliyet çok büyüktü kaldı. Ama göreceksin eğer yaparsam onun da en iyisi ben olacağım.
- Henüz okuyamamış olsam da “Keyfegezer” kitabın hakkında olumlu çok şey duydum. Gezmek, hatta bir adım öteye gideyim “gitmek” üzerine konuşalım mı biraz? Öncelikle Arzu’nun “seyyah” olma duygusunu, itkisini merak ediyorum.
Keyfegezer çok aşkla yazdığım bir kitap. Gezi edebiyatına dair sahiden özel bir iş. Kişisel duygusal ve edebi bir dille Avrupa kentlerini anlatıyorum. Bu da benim tarzım diyen bir dil. İnan hala tebrik mesajları geliyor, çünkü 2-3 günlük gidilecek bir yere dair nokta atışlarım var, çok işimize yaradı diyorlar. Devamı için Asya gelecekti, bayağı da gezdim ama işim çok
yoğun. Habire erteliyorum.
Seyyahlık duygusu hımmmm…. Plansız olmak demek öncelikle. Bukelemun gibi olmak hem de… Peynirimi zeytinimi yanımda götürürüm diyenler turistin bile alt modeli oluyor kusura bakmasınlar. Yalnız gezerim o yzğden. Türkiyeliler hemen bir kıyas içine giriiyor, böyle bir pazarlık halleri, bir asfalt kontrol falan. İğrenç. Kaç kaç… Tren rötar mı yaptı, yatıp bekleyeceksin. Seyyahlık o işte. Ha dersen nereden geliyor, astrolojik kaderim öyle yazılmış. Bir de aktivasyon aktivasyon demişler. Gezmek iyi gelir bünyeye. İki yıl önce Tanzanya’ya gittim, safaride çadıra aslan sırtlan sesi geliyordu, mutluluktan zıpladım ya. Az daha dışarı çıkacaktım. O mutluluğu kim verir bana başka? Aşk deme, o yaşı geçtim çoktan.
- İkincisi ise daha siyasal olacak, Türkiye’nin bu siyasal konjonktüründe temelli gitmeyi düşündün mü? Düşünüyor musun?
Hiç düşünmedim. Sürgüne yollarlarsa bilemem, Milano olsun, manitalar müthiş. Hahahhaa… Yok yok, Kadıköy’de çarşı Pazar esnafını bunaltan bir emekli olacağım, bu zevki hiç bir yerde bulamam. Sadece Barcelona çok cazip, çünkü aynı geyikli sebze-öeyve pazarına sahip. Param olsa bir orda bir burda yaşarım. Yurtdışında yaşadığım dönemler oldu, yapıyorum evet, bu gavur kısmışı seviyor beni. Gitsem şıp diye heryere uyum sağlıyorum ama yalnızlık koyuyor sonra. New York^ta yaşarken sex and the city 1.sezon başlamış, dizi çekiliyor Willage’de… Kızlar cafelerde sohbet ediyor, ben çok aşığım ama kankim yok. Öyle cafelerde tek başıma oturuyorum, pek de bi gencim. Ay manitalar etrafımda pervane. Ama fena bunalımdaydım.
Bundan sonrası için Arzu’yu ne bekliyor? Projelerin, hayallerin…Hayallerin derken kafana koyduğunu yaptığını, yapacağını biliyorum J)
Çok vardı ama babamın ölümünden sonra hepsini unuttum! Geçen gün düşündüm lan çok param olsa ne yaparım diye. Bir iki pahalı çanta var beğendiğim, onu almaktan fazlası gelmedi aklıma. Belki yeni bir kaç ülke, işim gücüm.
- İflah olmaz bir Kadıköy ve Moda aşığı olarak bu soruyu sona bıraktım. Arzu’nun Kadıköy ve Modasını dinlemek istiyorum senden, nasıldı, ne değişti?
Ayy en güzel soruuuuuu… Öncelikle Mühürdar’da bir köşkte doğmuş ve orada sahilde yüzebilmiş biri olarak şimdi semtimizi dolduran bu ergenlere hava atmayı çok seviyorum. Bak bu bar eskiden yorgancıydı, bak burası bakla tarlasıydı diye… Babam çok daha iyi bilirdi tabii. Ondan duymuştum çoğunu. KAdiköy benim aldatmadığım tek aşkım. ( sorry exler ) Sokakların saat 7 olunca ıssızlaştığı, Bahariye’deki Itır büfe ve Saray muhallebisici dışında gidecek yer olmadığı, Reks sinemasında Hababam seyrettiğimiz günlerden, şimdi 3. Dalga kahvecilere, kalabalığa, grafitti kaplı sokaklara ve rock barlara geldik. Hepsi bana uyar. Ben türlü dinden, dilden insanla bir arada büyüdüm, Rumların Ermenilerin yemeklerini yedim, o havayı tattım neyse ki şükür. Eskiye dair büyük bir özlemim yok, sadece deniz kenarında Bomonti’nin altında bir çay bahçesi vardı onu kapadılar kötü oldu. Şimdi oraya kutsal bakire kurban yeri gibi bi acayip şey dikmişler, şarapçısı biracısı orada. Koço daha ucuz ve daha keyifliydi.
Hemen size bir mini rota çizeyim, sal kendini iskeleden. Açsan Yanyalı Fehmi de karnıyarık cacık ye. Toksan Baylan’da kahve ve limonlu makaron. Oradan ara sokaklarda küpe şal biblo satan yerlere bak, habire yeni şeyler buluyorlar. Moda sahile git, oradan yürü, yürü, St. Joseph’in yanındaki merdivelerden yine çık, bi 3.dalga kahvecide takıl veya çaykur da çay iç. Kitaplara, sahaflara gir. Acıkırsan in Halil’de lahmacun ye, petek’te artist ye. Yeldeğirmeni’ne git, galerileri gez. Drock’ta konser izle, sokaktaki kalabalığı seyret. Bitmez yani.