Tırnaklarla kazınarak elde edilen bir yaşam öyküsü.
Bir çok şehir dolaşıp, küçük bir kasaba ile İzmir arası geçen çocukluktan sonra İstanbul’a uzanan bir yaşam öyküsü…
BAL’dan Siyasala, fabrika emekçiliğinden iletişim sektöründe kendi işine sahip olmaya uzanan bir yaşam öyküsü…
Kocaman, mavi bir tahta sandıktaki kitaplarla başlayıp yazarlığa uzanan bir yaşam öyküsü….
Dilinin döndüğünce, gücünün yettiğince bulabildiği her mecrada kim olursa olsun ezilenlerin yanında olma çabasıyla geçen bir yaşam öyküsü…
Ayşen Şahin kimi zaman bir köşe yazısında kimi zaman bir televizyon programında kimi zaman bir hikayede kimi zaman sosyal medyada kimi zaman bir eylemde tüm açıklığıyla kendi hikayesini yazıyor, kendi hikayesini başkalarının hikayesiyle birleştiriyor, paylaşıyor, yarım somun ekmeği, düşüncelerini, dostluğunu, sevgisini, gülüşünü, neşesini, elinde ne varsa paylaştıkça çoğalıyor, çoğaldıkça büyüyor ve çevresindekileri de büyütüyor…
Barış, sevgi, dostluk dolu, huzur, sakinlik, mutluluk dolu bir yaşam düşü onun ki, bu düşe ulaşmaya çalışırken yeri geldiğinde kavga ediyor, yeri geldiğinde en iyi bildiği şekilde yazarak, bıkmadan, usanmadan, yorulmadan anlatıyor ve asla umudunu, neşesini, gülüşünü kaybetmiyor, ne olursa olsun, ne yaşanırsa yaşansın…
Umut onun bizlerle paylaştığı yegane ekmeği…
O zaman sözü ona bırakalım…
Ulvi Yaman: Selam Ayşen, önce son kitabınla başlayalım istiyorum, Olay Şöyle Oldu mevsimlere ayrılmış hikayelerden oluşuyor. İlk kitabın “Lakin iyi yaşadık” da üniversiteye geliş dönemini ve üniversite anılarını anlatıyordun. Bu hikayelerde de yine sen var mısın? Yoksa bu sefer daha kurgu ve öznesi doğrudan sen olmayan anlatılar mı?
Ayşen Şahin: Bir klişe vardır ya: Her yazar ilk kitabında biraz da kendisini yazar. Benim için de ilk kitap öyleydi. Ama bir özgürleşme çabasıydı. Hayatıma dokunan, feyz aldığım, gönül borcu hissettiğim ne kadar insan ve olay varsa ilk kitapta döküldü. O hikayeleri yazmasaydım hep aklımın bir yerinde kalacaktı, içim rahat olmayacaktı. Yaşanmışlıklar dururken kurguya geçemiyor insan. Önce bir gönül borcu ödemek icap ediyor. İkinci kitapta geçmiş 10 yılda yazdığım pek çok mecrada yayınlanan denemeleri ve öyküleri toparladık.
Karakarga bu öneri ile geldiğinde ilk yorumum “Yazdıklarım bir kitap eder mi?” olmuştu. Bir taradık ki üç yüze yakın yayımlanmış yazım varmış. Orada fark ettim yazı işini aslında ne kadar ciddiye aldığımı. Bir yazar olarak girdiğim her mecrada, bir sayı bile kaçırmadan yazmışım. Bunun dışında da neredeyse hiçbir yazı talebini reddetmemişim, teslim tarihlerine hep yetişmişim, hep özenmişim, heyecanlanmışım.
Öykü beni heyecanlandırıyor, hele de kurgu. Öyle büyük bir özgürlük ki bu, yaşadığımız dünya sınırlarımızı ne kadar daraltırsa daraltsın hayal gücümüz sınırsız. Yaşamaya imkan bulamasak da hayal ettiklerimizi yazmaya zaman var. Olmayı isteyeceğim, dost olmayı isteyeceğim, aşık olmayı isteyeceğim herkesi ve yaşansın istediğim her olayı yazabilirim. Böyle düşündükçe yazasım geliyor zaten, yaşayamadıkça daha çok yazasım geliyor. Ama her bir öykü, birinin ya da bir olayın feyz olmasıyla geliyor aklıma. Laf lafı açar gibi yaşananlar yaşanmasını hayal ettiklerimin önünü açıyor.
Öte yandan her şeye inat yaşasın hayat şiarını çok benimsiyorum. İnsandan ümidi kesmeyi inatla reddediyorum. O ümidi kesince yaşamla bağım da kesilecek gibi hissediyorum. Bir de genel olarak edilgen olmayan bir umut derdim var. Umudu diri tutmak derken bunun harekete geçmekle direkt bağlantısı var.
Hayal kurmadan güzel bir dünya kuramayız. Bu varılacak yeri bilmeden yola düşmek gibi olur. Çocuksu bir hayalperestlikten değil amaca dönüşmüş hayal için umutla emek vermekten bahsediyorum. Hepimiz bu ülkede dönem dönem fiziksel ve psikolojik olarak dibe vurduğumuzu hissediyoruz.Burada çıkışlar arıyorum kendime, bulduğumda da paylaşmadan edemiyorum. “Bakın ben buraya tutundum bu sefer, belki size de iyi gelir” demeye çalıştığım deneme yazıları da var kitapta. Hayata aynı pencereden baktığımızı düşündüğüm insanlarla bu yazılar sayesinde buluşmayı ve kalabalıklaşmayı umuyorum her seferinde. Gerçek oldukça mutlu oluyorum. “İMTİNA” başlıklı bir öyküde ilk gözaltımı anlatmıştım. 25 sene sonra o karakolda birlikte gözaltına alındığım kadın arkadaş ulaştı bana mesela ve ifadesini imtina ediyorum diyerek imzalayan bir sürü insan daha.
Ulvi Yaman: Tüm yazılarında bir geçmişe özlem görünüyor, ya da algıda seçicilik, ben öyle görüyorum. Geçmişle hesaplaşamamış olmaktan mı kaynaklanıyor yoksa nostalji seviyor musun? Günlük yaşam anlamında soruyorum geçmiş mi, bugün mü?
Ayşen Şahin: Sondan başlayayım: ne geçmiş ne bugün, asıl olan gelecek. Geçmişi sürekli dile getirmemizin arkasında kaybedilen haklar ve özgürlükler yatıyor. Kaybettikçe kıymetini anlıyor ve yokluğunu derinden hissediyoruz. Her şeyden önce huzuru çaldırdık. O yüzden geçmişteki huzur anımsatan her an kıymetli oldu. Geçmişle hesaplaşmayı bireysel olarak değerlendirirsem ilk kitabın adı gibi “Lakin iyi yaşadık” Bir yandan ölsen ölünürdü biz yine iyi bile yaşadık. Öte yandan güzel bir ömürdü, bereket versin.
“Keşke” kelimesini otuzlu yaşlarımın sonunda çıkardım hayatımdan. Hiçbir şeye faydası yok. Üzüntünün de öyle. Onun yerine “iyi ki” leri koymak ve üzüntü yerine öfke çok daha işlevli, verimli. Geçmişle hesaplaşmıyorum, keşkem yok. Ülkenin gündemini pas geçersek, geçmişimi değiştirmek istemiyorum çünkü geldiğim yaştan, etrafımdaki insanlardan, ürettiğim işten ve iki çocuğumdan razıyım. Bugüne geldiğim koşullar değişirse onlar da değişir, bunu hiç istemem. Ama geçmişteki neşe, huzur, hayat, özgürlük şimdilerde yok. O zamanlar da yeterli değildi ama gerilemesi oldukça vahim oldu. O yüzden geçmişin hissettirdiklerini hatırlayıp çıtayı daha yukarı çekebilmek için: gelecek.
Ulvi Yaman: İş, ev işleri, çocuklar, sosyal yaşam, sosyal medya, köşe yazarlığı, televizyon programları, aktivistlik… Tüm bunların arasında nasıl bir yazma rutinin, alışkanlığın var? Notlar alıp mı birleştirirsin, yoksa bilgisayar başına geçip yazmaya başlar sonra mı düzenlersin? Akşam el ayak çekildikten sonra mı yazarsın, yoksa gün içerisinde vakit yaratabildiğin her yerde yazabiliyor musun? Yoksa kağıt kalemle mi notlar alırsın?
Ayşen Şahin: Hayalimdeki yazma rutini ile hayatın gerçekliği arasında uçurum var maalesef. Memur çocuğuyum ve hayatım boyu hep tam zamanlı çalıştım o yüzden sanatçı doğanlar gibi değil, bir emekçi gibi yazıyorum. Yani nerede ve nasıl yazacağımı hayat şartları ve teslim süresi belirliyor. Kimi zaman dakika başı kapısı açılan işyerindeki odamda, kimi zaman salonda yere oturup sehpada, kimi zaman çalışma masasında kimi zaman evdeki nümayişten kaçıp bir sürü insanın uğuldadığı bir kafede hatta birkaç sefer yolculuk halindeyken telefondaki notlara, bir şekilde yazıyorum yeter ki yetişsin.
Okuduğum kitap bir fikir verirse o sayfaya ayraç koyup kenara ayırıyorum, filmden bir feyz alırsam hemen ekranın fotoğrafını çekiyorum. Eğer günü gelen bir yazı varsa genelde hafta içinden bohçaya attığım birçok veri oluyor elimde. Gündem gol atmazsa yazıya oturduğumda kafamda uçuşan birçok satır oluyor. Çok çaresiz kalırsam da duşa girerim. Su nedense iyi geliyor, belki de su sesinden başka seslere maruz kalmadığımdandır. Giriş-gelişme-sonuç kısmı hep duşta şekillenir. Bir keresinde 24 saatte 1 öykü 2 de köşe yazısı teslim etmem gerekmişti. O gün herhalde 5 kere yıkanmıştım, barajlar kurudu benim yüzümden. Ama tercih şansım olsaydı, tam zamanlı bir yazar olabilseydim, 23.00’te oturur 06.00’da kalkardım bilgisayar başından. En verimli o saatlerde yazıyorum. Şehir sessizleşmişken kendi düşüncelerimi daha iyi duyabiliyorum. Zaman baskısı ortadan kalkıyor. Bana bir tek gece sanki üç gündüze eşitmiş gibi uzun geliyor.
Ulvi Yaman: Çalışma masanı ya da ev, ofis masalarını biraz anlatır mısın? Objelere, eşyalara bir bağın var mı? Masanda veya çalışma alanında olmazsa olmazların?
Ayşen Şahin: Biraz dağınık çalışıyorum. Masamda en az 4-5 bardak oluyor. Çay, bitki çayı, Türk kahvesi, filtre kahve, soda ne varsa içiyorum. Bir iki defter, çokça kitap oluyor. Dev bir kalemlik, küllük, çakmak. Bir de ayna duruyor karşımda. Telefon çalarsa önce aynaya bakıp öyle açıyorum. Telefon çalması benim kabusum. Bin bir çabayla odaklandığım şeyden koparıyor. Aynaya bakınca daha normal insan gibi açıyorum telefonu. Yoksa konuşurken ne sesimi ayarlayabiliyorum ne de konuştuğumdan bir şey anlıyorum.
Çok sade mekanlarda yazamıyorum galiba. Gözümün dalacağı nesnelere ihtiyaç duyuyorum. Bunu da şimdi soruyu yanıtlarken fark ettim. Seçtiğim çalışma alanları hep ya eşyayla ya da insanla kalabalık alanlar üzerine düşününce. Burada da hayaller ve gerçekler çelişkisi devreye giriyor tabii. Çok uzun yıllardır Fransız sekreter masası denen ince bacaklı, üzeri deri sümenli, kapaklı, ufak çekmeceli masalara hayranım. Denizi ya da şehri yukarından gören bir pencere önünde, böyle bir masada saatlerce aralıksız yazmayı hayal ederim hep. Şimdilerde mutfaktan çalışma odasına taşıdığım ince ve çok uzun mdf bir masada karşı apartmana bakarak yazıyorum en çok.
Eşyalara bağım çoktu eskiden. Eşya benden gidince anısı da gidecek sanırdım. Birkaç sene önce tüm eşyalarımı geride bırakıp çıktım bir evden. O gün bugündür hiçbir eşya ile bağım kalmadı. Eskiden özendiğim herhangi bir eşyası için “Beğendiysen al senin olsun” diyebilen insanlara dönüştüm sonunda. Yani masamda eşya çok ama işlev yüzünden yoksa bağım yok, biri gider biri gelir, biri kırılır yenisi alınır.
Ulvi Yaman: Aktif bir sosyal medya kullanıcısısın, yazılarında da kendinden çok bahsediyorsun. Duyguların, düşüncelerin, günlük yaşamın ne kadar ‘çıplaksın’. Gerçekten günlük hayattaki gerçek Ayşen’in bir yansıması mı yoksa farklı bir ‘persona’n var mı? Yazıların ve sosyal medya postların, paylaşımların anlamında soruyorum.
Ayşen Şahin: Sosyal medyayı yalnız hissettiğim bir dönemde kullanmaya başlamıştım. Geceleri oturuyordum, çalışıyordum. Mola vermek istediğimde arkamdaki kanepede yatan ev arkadaşına laf atar gibi sosyal medyaya yazıyordum. Hala da öyle yaparım. Pandemi yüzünden iki ergen çocuğumla 7×24 bir senedir evdeyiz. İnsan bazen yaşıtlarıyla da konuşmak istiyor. Telefon insanı bağlıyor, sosyal medya öyle değil. Ne zaman uygunsan o zaman yanıt yazabiliyorsun. Bir de kendin gibilerle tanışabiliyorsun açık olunca. Takipçi sayısı artınca hesabı dayanışma adına, bir sesi duyurmak için kullandığım da çok oldu, hala da oluyor. Bana ulaşan ve görebildiğim tüm makul talepleri iletmeye, duyurmaya çalışıyorum. Teyit edemediğim şeyleri de paylaşmaktan imtina ediyorum. Bazen de bağır bağır bağırıyorum, kurşun eritmeye çağırıyorum. Bir kişiye bile ulaşsak faydadır diye düşünüyorum.
Burada bir strateji gütmüyorum. Samimiyet, şeffaflık ya da senin tabirinle “çıplaklık” efor gerektirmiyor. Persona yaratmak bir zaman ve emek işi. Bir strateji doğrultusunda sosyal medya hesabı yönetmek için o mecradan bir amacının olması gerek. Ama diğeri çok kolay. Hissettiğini arkadaşına anlatır gibi yazıp geçiyorsun. Diğeri için gerçekten vaktim yok, hevesim de yok zaten sosyal medya özelinde bir amacım da yok.
Birlikte çalıştığım insanlar, ekmeğimi kazandığım sektördeki olası müşteriler, tüm ailem, akrabalar, çocuklarım, arkadaşlarım, herkes girip bakınca yazdıklarımı görüyor sonuçta. En başta bu bir risk diyordu herkes bana. Ama insan hayatındaki herkese farklı bir yönünü göstererek yaşayamaz, sürdürülebilir değil bana kalırsa. Eyleme gittiğimi ya da evde şarap içtiğimi ailem de görecek çalıştığım insan da. Gerisi onların kabulü. Kimseye kendimi kabul ettirmek için -mış gibi yapamayacağım bu yaştan sonra. Ya da saklı bir hayat sürmenin de alemi yok, bizi özel kılan ne ki “aman nasıl yaşadığımız bilinmesin” kaygısı güdelim? Kentin her yeri mobese dolmuş, aman ev halim görünmesin kaygısı mantıklı gelmiyor bana. Hem bir persona yaratmaya çalışmak hayatımızdaki diğer tüm insanlara bir açıklama gerektirmez mi? Bizi gerçek hayatta onlar biliyor. Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu demezler mi? Zaman zaman “kesin yaşanmıştır” şakasına alet oluyorum da kimselere anlatamıyorum, gerçek adınızla yer alınca öyle kurgu murgu yapmaya imkan yok sosyal medyada. Evde çocuklar gelip “yalan atmışsın” derler, anan baban arar “neden uydurdun?” der, arkadaşın gönül koyar. Kurgu yapılmaz yani.
Normalde de kalabalık yaşamayı severim, arkadaş çok severim, kolay tanış olurum insanlarla. Eve de gelinsin gidilsin, buluşulsun, konuşulsun. Bunu arıyorum galiba her ortamda. Öte yandan öykü yazarıyım. Güzel kurgu bulsam asla sosyal medyaya yazmam, öyküye saklarım, ekmek parası hem
Bu iktidar dönemi, post truth çağı, bazı nesillerin sosyal medya ile tanışma, alışma evresi derken biraz tahammülsüz ve önyargılı olduk sanırım. Bir şeylerin birileri için iyi gitme ihtimali eskiden herkesi mutlu ederken şimdilerde öfkelendiriyor bir sürü insanı. Bir şeyin yalan olma ihtimali gerçek olma ihtimalinin birkaç yüz katı gibi bir algı da var. Çok da haksız değil. Bu baskı ortamında birçok insan için gerçek adıyla kendi düşüncelerini yazmasını beklemek de akıl karı değil. İşte herkesin kendince haklı olduğu bir ortamda, pek de üzerine düşünmeden, yeri geldikçe ama en çok da bunaldıkça, insana ihtiyaç duydukça gelişine yazıyorum. Üzerine uzun uzun düşünmediğim için de zaman zaman hatalar yapıyorumdur. Kızan da oluyor. Onlar da haklıdır kendi pencerelerinden bakınca. Vardır bir sebepleri ya da benim yazdığım bir ruh hali vardır, okuyanın o an farklı bir ruh hali. Bunlar çatışıyordur belki.
Ulvi Yaman: Gerek sosyal medyada gerekse başka platformlarda bir çok kez şöyle bir eleştiri ile karşılaştım; yazdıkların, söylemlerin, düşüncelerin, paylaşımlarınla yaşam tarzının tezat oluşturduğuna dair. Biraz açayım, muhalif sol söylemler, anti-emperyalizm, işçi sınıfı başta olmak üzere ezilenlerin yanında olmak gibi bir duruş sergilerken, burjuva, orta sınıf refleksleri ile kurulmuş bir yaşam tarzı. Gerçekten böyle mi? İşçi sınıfına, ezilenlere sempati duyan bir burjuva mısın?
Ayşen Şahin: Burada bir özgeçmişe ihtiyaç olacak sanırım. Aslında kendini anlatma çabasının da işe yarayacağını düşünmüyorum. Eleştiren kesimde bir karşılığı olacağını da düşünmüyorum öte yandan sıklıkla başa gelen bir durum, ben en azından denemiş olayım.
İşçi çocuğu değil memur çocuğum. Annem ve babam üniversite mezunu, hep kamuda çalıştılar. Baba tarafım çiftçi, anne tarafı göçmen ve memur. Çocukluğum babaannemlerdeyken köyde pamuk, üzüm ve mısırda, anneannemdeyken bir ilçede, dedemden kalan kitap sandığıyla geçti. O yüzden tarımdaki emeği iyi bilirim. İçinde büyüdüm.
10 sene SGK’lı çalışandım. 2001 krizinde mezun olmuştum. İlk işim bireysel emekliliğin de olmadığı bir dönemde özel sigorta satmaktı. Telefonla konuşmaktan nefret etmem o dönem yüzünden. Tanımadığım insanları arayıp randevu talep ediyordum görüşebilmek için. Verdiğim rahatsızlığın farkında olarak aramak korkunç bir his. Sonra üretim yapan büyük fabrikalarda çalıştım, kısa bir süre de plazada beyaz yakalılık maceram oldu.
Çocuklar 4 yaşına gelene kadar böyle geçti. Sonra iki kadın bir iş kurduk. Sabah 07.30’da işbaşı yapmayacağımız, kendimizi ezdirmeyeceğimiz bir iş hayal ettik. Çocuklara da bir oda yaptık. Kreşten sonra bizimle oluyorlardı. İnanmadığımız işi almadık, utanacağımız, saklayacağımız işi almadık. Çok çalıştık işler iyi gitti. Büyüdük. İşveren olduk. Ama zengin olmadık çünkü iş seçtik. Hiç de pişman değiliz. Utanç, para ile kapanmıyor zira.
Üniversiteden beri çalışıyorum, 18 yaşından beri emeğimle kazanıyorum. Yani kirada oturan, şirket aracını ortak kullanan, kredi kartı ekstrelerinde gözü dolan sıradan bir orta sınıf yaşamı. Sosyalist olmak için işçi olmak şart değil, tıpkı LGBTİ+ haklarını heteroseksüel olarak savunabildiğimiz gibi tıpkı Kürtlerin, Ermenilerin, Alevilerin haklarını savunabildiğimiz gibi. Ama burada şu hassasiyeti önemsiyorum: Parçası değilse ancak dayanışmacısı, destekçisi, direnişçisi, hak savunucusu olabilir bir insan, sözcüsü değil. O yüzden haddimi bilmeye çalışıyorum. Eğer bugün işçi sınıfından biri “O sıkıntı anlattığın gibi değil, içinden durum böyle” derse haklıdır. Bana burjuva derse de hakkıdır. Haddimi aşan bir tespite girmişsem, yerin dibine soksun, o da hakkıdır. İş ki bunu söyleyen işçi sınıfından olsun. Ama 4 aylık ikiz bebekleri evde bırakıp ağır metal sanayinde 800 derecelik fırınların arasında işime gitmişim, fabrika revirinde çocuklarıma sütümü sağmışım, onca sene fabrika tabldotundan yemişim, zehirlenmişim, plazada sabahın 07.30’unda kart basmış fazla mesai almadan gecenin körüne kadar çalışmışım, hayatında bir gün sigortalı çalışmamış insan da çıkıp bana “Ne anlarsın işçi olmaktan?” demesin. Belki ehliyetim yok ama forklift kullanmayı da biliyorum, depoda öğrendim. Bu iktidarla para-iş ilişkisine girmiş insanlar da sosyalistlik – omurga sınavına sokmasın. Ben o ilişkilere girmemenin bedelini ödedim, ödüyorum. Gün geldi aylarca şirketten kuruş almadık, gün geldi kredi kartlarımızdan faiziyle nakit çektik, gün geldi siyasi sebeplerle şirket hesaplarına bloke kondu ama bir gün maaş geciktirmedik, onu kutsalımız eyledik. En zor zamanda bile ardında duramayacağımız işi de almadık.
Ben işçi sınıfının iktidarına inanıyor ve bunu tutkuyla arzuluyorum. Gülmek bir halk gülebiliyorsa gülmektir. Kendi çocuklarımıza bakkaldan istediklerini alabilmek değil hiçbir çocuğun içinde ukde kalmamasıdır gerçekten huzurlu bir hayat. Benim hayalimdeki işçi sınıfı çıtası asgari ücret 4000 olsun 5000 olsun gibi değil. Emekle para kazanmak onurlu bir davranıştır. Bir insanın iyi bir yaşam sürmesi için bir girişime, ticarete, komisyonculuğa ihtiyaç duymadığı bir dünya hayal ediyorum.
Bir kurumun genel müdürü ile işinde iyi bir ustabaşının ve bir heykeltıraşın aynı apartmanda yaşayabildiği, işçi çocuklarının da piyano dersi aldığı, ailece yurtdışına tatile gittiği, bir işçinin de viskinin single’ından, şarabın üzümünden anladığı, hobileri, koleksiyonları olabildiği bir dünya hayal ediyorum. İşçi sınıfı deyince akla yaşam gurusu olmayan ve ancak işten eve evden işe yılda üç beş kez de pikniğe giden bir kesim tarifleniyor. Antalya, Dalyan, Kemer sahillerini dolduran başka ülkelerin işçilerinin yaşam konforu bu kadar burnumuzun dibindeyken, buna dünyanın en mantıksız düşüncesi muamelesini de aklım almıyor.
Hiçbir işçiden alanlarda şiir dinlemediler mi? Hiçbir işçi kitap yazmadı mı? Bu saydıklarımın ütopya olduğunu düşünmüyorum. Hepimiz kuru ekmek-soğan yiyelim diye bir sınıf mücadelesini de kabul etmiyorum ha keza fakirlik güzellemesinin de sosyalizmle bir bağı yok. Yaşamak, hayatta kalmak değil. İyi yaşam da burjuvazinin, aristokratların tekelinde değil. Köy Enstitüleri zamanında Trabzon’un köylerinde bile Çehov oynamış köylüler, ben öğrenciyken tüm tiyatrolarda birçok gösteri kapalı gişe sendikalara oynardı. TOBAV’ın galalarında sendika çalışmalarından tanıdığım abilerle ablalarla karşılaşırdım. Bunlar yaşanıyordu ve bir daha asla olmayacak işler değil. Öte yandan bu tepkiler hep sosyal medyadan geliyor. Sahadaki insandan pek gelmez. Zira gün gelir yan yana durmak gerekir diye yüz yüze tanımasak da insanlar hakkında ortada ileri geri konuşmaz mücadelenin paydaşı insanlar. Eleştirinin pek çok yolu, çeşidi, kanalı var. Sosyal medyada arkasından konuşmak bunlardan biri değil.
Bir de şuna inanırım, bir insanı kimse sevmezse o insanda sorun vardır ama herkes seviyorsa da sorun vardır. Kimseyi herkes birden sevemez. İnsan da hayattaki duruşunu “beni herkes sevsin” diye belirlemez. (Bunu yapana ayıptır söylemesi yavşak deniyor bizim oralarda) Biz işimizi yapalım, elimizden geleni yapalım, hep ileriye, önümüze bakalım. Ayinesi iştir kişinin hem, lafa bakılmaz. Eskiden etkilenirdim, dostun sözü yaralar beni misali ama artık öyle yapmıyorum. Sosyalistlik sınavından beni sürekli sınıfta bırakan birkaç sosyal medya kullanıcısı vardı. Birisi otuzların ikinci yarısında hala ailesiyle yaşayan ve hiç çalışmamış biri çıktı, bir diğeri iktidarın belediyelerinden birinde taşeron şirket sahibi. O gün bıraktım umursamayı. Yanlışım olduğunda yüzüme söyleyen gerçek dostlarım var zaten. Gerisine kapadım kulağımı. Mücadele kimsenin tekelinde değil, birilerine yaranmak için değil haklarımızı kazanmak için uğraşıyoruz sonuçta.
Ulvi Yaman: Bilgisayar, cep telefonu ekranlarına yansımayan zamanlarda Ayşen nasıl yaşar? Ne yer, ne içer, ne sever, ne okur, kendine ait vakitleri nasıl geçirir?
Ayşen Şahin: Bu sıralar bir hata yaptım, gücümün üzerinde sayıda işe girdim. Günde 14-18 saat bilgisayar başında oturur oldum. Biraz da şartlar böyle dayatıyor bu sıralar. Ama sürdürülebilir değil, yakında çözerim diye umuyorum. Sosyal medyada çok görünür olma sebebim de budur belki, sürekli bilgisayar başındayım, her molada sosyal medyaya göz atıyorum, neler yaşandığını görünce de aklıma geleni içime atamıyorum. Oysa hayatta en sevdiğim şey spontane yaşamak. Mesela biri beni rakıya çağırsın, kahveye çağırsın, terlikle evden fırlayayım. Ya da zırt kapı arkadaşlar uğrasın. Kalabalık yaşamayı çok seviyorum.
Otuzlarımın ortasında bir farkındalık başladı, eldeki zamanın her şeye yetmeyeceğine dair. Bunu kabul etmek ve bu fikirle barışmak da kırka kadar sürdü. Bu süreçte dost seçimim de kendimce rafineleşti. Fikrin fikri açtığı, ufkumun açıldığı, not alma ihtiyacı hissettiğim, çok güldüğüm ya da derdi paylaşabildiğim dost sohbetleri en sevdiğim şey. Ama telefonda değil, yüz yüze.
Bir de zamansız kitap okumayı severim, bölünmeden. Yani saat ikiye kadar beşe kadar okuyayım bari değil de kaptırıp bitene kadar okuyabileyim. Kışsa battaniye altında yazsa perdeler uçuşurken okumayı çok severim, kitabım da sürükleyici çıkarsa böyle Trevanian’ın anlattığı “erme” hissi gibi bir duygu sarıyor. Böyle çok dar zamanlarda da iyi hissetmek için kitaplığın önüne geçer, kitaplara bakar, rastgele 10-15 tanesini sırayla çeker, karıştırır, bir iki sayfa okur kaldırırım. Müminlerin kaçırdığı namazın kazasını kılması gibi. Kitap okuyamadığım zaman hızlı bir kitaplık turu işe dönmeden önce kafamı rahatlatmamı sağlıyor hem de zihnimi açıyor.
İştahım çoktur, yemek yapmakla pandemi yüzünden aram bozuldu ama yeme konusunda hala boyumdan beklenmeyecek performans gösterebiliyorum. Yeni bir şey tadacağım zaman gerçekten heyecanlanırım. Bir lokantada önüme gelen menüde neyi bilmiyorsam onu söylerim ya da misafirlikteki masada en bilmediğim yemekten başlarım tatmaya. Evde de sair gün değilse, sevindiğim ya da kederlendiğim bir şey olursa, yaşadığımı hissetmek adına biraz özenerek kendime kıyıntı hazırlarım. Peyniri şekilli keserim, ekmeği tavada baharat ve zeytinyağı ile ısıtırım, meyve koyarım. Bir kadeh de şarap açarım yanına. Neşeli bir öykü yazmak istersem de yaparım bunu. Yoksa hayat mezbele, imkan vermiyor neşeli, şakalı cümleler kurmaya.
Alışveriş sevmem, büyük mağazalar şaşı bak şaşır resimler gibi bir etki yaratıyor bende. Algılayamıyorum. AVM’lerde başım dönüyor, bayılacak gibi oluyorum. İnternetten alışverişte de sonsuz seçenek, açıklamalar, tüketici yorumları derken kayboluyorum, bunalıyorum. Sakar, telaşlı ve hızlı hareket eden bir insanım, giydiğim her şey illaki leke oluyor. O yüzden hayatımda kıyafete doğru dürüst para vermedim. Ayakkabı ve çantaya da. Giyim tarzım eldekileri döndürmekten git gide iyice retro olmaya başladı hatta.
Ama param varsa yemeğe veririm, meraktan. Kızımın bir cümlesidir, sevdiği lezzetler için ufacık yaşından beri kullanır, bayılırım: “yemezsen mutsuz ölürsün” Bu yüzden rakı kültürünün yeri ayrı, ortada bir sürü meze çeşit çeşit. Azar azar hevesle tatmayı çok severim.
Bir de mektuplar yazarım. Şimdilerde kimse önemsemiyor mektubu. Oysa mektup insana, kendini anlatabileceği, karşı tarafa sorularını nedeni nasılı ile rahatça iletebileceği çok özgür bir alan. Birini önemsemenin en güzel göstergelerinden biri. O yüzden fırsat buldukça mektup yazarım. Eskiden herkese yazardım, 35 yaşımda bile mektup arkadaşım vardı ama son 10 yıldır mektuplarımın alıcıları genelde tutsak oluyor tabii.
Onun dışında bu sıralar sıkça kurduğum bir hayal: yurtdışında hiç bilmediğim bir şehirde, sırtımı bir kafenin duvarına verip, bistro masa ardında gelen geçeni izlemek. Navigasyon kullanmadan sokak isimlerine bakarak gideceğim yeri bulmaya çalışmak. Yatmadan önce attığım adım sayısına bakıp şaşırmak. Kur yüzünden, pandemi yüzünden çok zor gibi duruyor ama günlük gezilecek yerler planı, müzeler, turistik noktalar umurumda olmadan tanımadığım şehirlerde, bir yere yetişme telaşı hissetmeden bomboş gezmeyi çok istiyorum. Zamansız, mekansız, plansız, telaşsız. Tamamen emaneten bir süre başka bir hayata ışınlanmış gibi.
Ulvi Yaman: Mutlu musun? Öznel bir yerden soruyorum, işin, çocuklar, arkadaşların, günlük yaşamın…
Ayşen Şahin: Ayıptır söylemesi evet. Günümüzde mutlu olmak ayıp algılanıyor. İnsan mutluyum derken bile çekiniyor. Biri bağırıverecek gibi: “Ne demek mutluyum bunca zulüm içinde?” Oysa insani bir ihtiyaç. Mutluluk adına büyük beklentilere girmemeyi, mutluluğa büyük anlamlar yüklememeyi öğrendim herhalde. Bence mutluluk “başka bir zamanda ve yerde olmak istemediğim” anlarda saklı. Bir de sesli söylemek gerekiyor farkında olmak için. Söylüyorum da.
Bir yere yetişmek gerekmeden yaptığım her şeyde hissediyorum mutluluğu. Ne kadar rahatım şu an, boynum, sırtım ağrımıyor, kahvem güzel, zamanım bol, mutluyum diyorum. Çocuklar bana ne zaman “Anne çok sağ ol” deseler “çok mutlu oldum” diyorum.
Bazen bir kafede otururken, birilerine rastladığımda, masamız kalabalıklaştığında, sohbet derinleştiğinde, bardaklarımıza sürahiyle su doldurduklarında, güneş batarken yüzümüze vurduğunda, eve yetişmem de gerekmiyorsa ortaya söylüyorum: şu an çok mutluyum biliyor musunuz? diye.
Beyoğlu’nu aşkla seviyorum. Geçen mesela Tarlabaşı’nda bir sokakta işim vardı. Sokak o kadar güzel ki yoldaki taşlar, evlerin cumbaları, renkleri, sokağa sızan müzik, yolun ortasında durup kendime söyledim: burada olabildiğim için şu an çok mutluyum. Bir gün de Galatasaray’dan yukarı çıkarken bir pencereden piyano sesi duyup durmuştum. Az ileride de hiç beklemediğim bir kapının ardında avlu olduğunu fark etmiştim. İçeride Flamenko kursu vardı. Böyle anlar mutlu ediyor beni, başımı döndürüyor hatta.
Güzel dostluklar içindeyim, dertsiz, çıkarsız ama faydalı. En sevdiğim semtte yaşıyorum, komşularımı, esnafı tanıyorum, güveniyorum, güzel bir diyaloğumuz var. Çocuklarım kocaman oldu, becerdim bu yaşa getirmeyi. Faydalı olacağına inandığım şeylerle uğraşıyorum. Otosansüre direnerek yazabildiğim bir köşem var, çocuklara bırakacağım kitaplarım oldu, öyküler yazıyorum dergilere. Yalnız hissetmiyorum. Kimseyi kırmamaya çalışıyorum. Bu yüzden zamansız kaldığım oluyor ama bu zamansızlığın dönüşü hep mutluluk oluyor. Mesela üç günde elli yeri aramak icap etse de birine iş bulduğumuzda mutlu oluyorum. Bana gönderilen bir dosyaya uzun uzun yorum yazıyorum ve bir süre sonra o öykülerin yayınlandığını görünce mutlu oluyorum. Fikrim sorulduğunda ve değer verildiğinde mutlu oluyorum. Yazdığımı okuyan biri bana ulaşıp yorum yaptığında anlaşıldığımı fark edip mutlu oluyorum. Mektuplarıma yanıt gelince mutlu oluyorum.
Biri beni merak edip “Nasılsın?” diye sorduğunda bile mutlu oluyorum. Birilerinin hatırına gelmek bile ne güzel bir şey böyle bir dönemde.
Başka bir ülkede, başka bir şehirde, başka bir hayat istemiyorum. Norveç’te olup kızağımın kırılması, Finlandiya’da olup hamamın arıza yapması, İsveç’te olup metronun gece seferinin azaltılması gibi şeyleri dert etmeye heveslenmiyorum. Ben burada direnmeyi bütün o dandik dertlere tercih ederim. Köklerimi seviyorum. Buradaki her minicik kazanımda koca bir zafer elde etmiş gibi mutlu oluyorum.
Mutluluğu gözümde büyütmedikçe günlük hayatta kendisiyle daha sık karşılaşıyorum. Biteviye mutsuzluk içinde iyi bir üretim çıkabileceğini düşünmüyorum. Gülebilen insanlarla yan yana olunca her zorluk çekilir, her acı üstesinden gelinir oluyor. Öfke bizi ayakta tutuyor, kazanacaksak öfkemiz sayesinde olacak ama mutlu olmayı çoktan unutmuş, bırakmış insanlarla kurulacak bir hayat da ne vadedecek? O yüzden tırnak ucu kadar, iğne başı kadar da olsa büyüteçle görünebilse bile mutluluğa bakmak, fark etmek, bu refleksi kaybetmemek gerektiğine inanıyorum.
Ulvi Yaman: Şunu veya şunları da yapmadan ölmem dediğin, ölmeden önce yapılacaklar listen var mı?
Ayşen Şahin: Bunu bıraktım bir süre önce. Hayattan ve mutluluktan beklentiyi yükseltmemek adına. Çünkü yapamadıkça dert oluyordu. Kafamda guguklu saat gibi zaman adeta sesli akıyor, yapılacaklar bekliyor, ümit azalıyor, panik ve stres yaratıyor. Çünkü bu ülkede ne zaman öleceğimiz de ne kadar süre daha dışarıda olacağımız da belirsiz. Günü yaşarken iyi gelecek şeyler yapmak ya da iyi şeyleri görmeye odaklanmak daha rahatlatıcı oldu. O liste yerine de “Hayatta yapamam” dediklerimi azalttım. Kendimi şaşırtmak daha kolay.
Geçen sene daha önce hiç birlikte tatile çıkmadığım hatta bir gece bile aynı evde kalmadığım arkadaşımla karavan tatili yaptık ıssız koylarda. Yapamam derdim eskiden. Yaptım çok da güzel oldu.
Sadece gelini tanıdığım bir düğün için kalkıp Almanya’ya gittim bir keresinde, tanıdık birileri olur mu bilmeden. Bir sürü arkadaşıma rastladım, muhteşem insanlarla tanıştım. Harika oldu.
Nesnelere çok anlam yüklerdim. Bir eşyam giderse anısı da gidecek diye düşünürdüm. Geçmişimden elimde hiçbir şey kalmadı, bir başıma yepyeni bir hayat kurdum en baştan. Kahrolurum sanıyordum, iyi oldu. Yüksüz oldum.,
Yani liste yok elimde ama hayatın hiçbir pasını kaçırmamaya çalışıyorum. Gol oldukça durduk yere sevinç oluyor. Daha iyi.
Ulvi Yaman: BAL mezunusun, sonra İstanbul, mecburen bir İzmir, İstanbul karşılaştırması yaptırmak şart bu durumda
Ayşen Şahin: Üniversite bitince, İstanbul’a doymadan İzmir’e döndüm. En yanlış kararlarımdan biriydi. İstanbul’da tiyatroda bir yerim vardı. Arkadaşlarım vardı. Daha göremediğim çok semt vardı. Sadece öğrenci imkansızlıklarıyla 4 sene geçirebilmiştim.
2001 kriziydi ve İzmir’de hele hiç iş yoktu. 21 yaşımda zor işlerde çalışmaya başladım. İzmir de açıkçası pek yeni bir iş anlamında ümit vadetmiyordu. Bütün arkadaşlarım ya okulu uzatmışlar ya yurtdışına öğrenci değişimiyle gitmişler ya da yüksek lisans yapıyorlardı. Ben sabah 06.30’da servise binip fabrikaya gidiyordum. Haftada 6 gün kesin, çoğunlukla 7. Gün de çağrılıyorduk. Sürekli çalışıyordum. Sadece iş arkadaşlarımı görüyordum. O zaman çok bunalmıştım sürprizsizlikten. Hiçbir şey olmayacak, hayat hep böyle geçecek diye bir sancı çekiyordum.
Kalabalık seviyorum, sürekli beni şaşırtan yeni insanlarla tanışmak, şaşırtıcı hikayelerini dinlemek, sokağı dinlemek, olayların hep yakınında olabilmek, şehrin asla bitmemesini daha çok seviyorum. O yüzden İstanbul ağır basıyor. Arkadaşlarım “kaostan besleniyorsun” diye dalga geçiyorlar ama doğruluk payı da var. Hızlı konuşup hızlı hareket ediyorum, İzmir’i yavaşlamak istediğim ileriki bir döneme saklıyorum. İzmir benim için dingin bir sevgililik ilişkisi, İstanbul aklımı kaybettiren, yorsa da vazgeçemediğim bir aşk gibi.
Ulvi Yaman: Emeklilik hayalini anlatır mısın biraz. Yaşlandığında nerede, ne yaparken görüyorsun kendini?
Ayşen Şahin: Şehri ve uzaktan denizi gören bir pencere, önünde usta işi deri sümenli ahşap bir masa. Yüksek tavanlı bir salon. Kocaman bitkiler. Ben artık sadece yazıyorum ve çiçekleri türüne göre sulayacak, ilgilenecek vaktim de var. Akşama doğru mutfağa geçip mezelerimi hazırlıyorum, kesin kalabalık misafirim gelecek. Lakerda yapmayı bile öğrenmişim. Bu sene Moda’da yazarım diyorum, seneye Florya’da bir ev tutarım. Hatta belki 6 ay Florya’da yazar sonra Kanlıca’yı denerim. İstanbul’un tüm deniz gören semtlerinde ama eski olanlarda, yüksek tavanlı ya da cumbalı apartmanlarda, altı ay ya da bir seneliğine kiralanmış bir oda bir salon evlerde azıcık eşya ama çok kitapla sadece yazmak istiyorum. Geçim derdi olmadan, tasasız.
Ulvi Yaman: Çok teşekkürler vakit ayırdığın için…