Resmetme sürecim sancılı, ağır, zor geçti. Hem resmimin konusu, sürekli bakmak zorunda kaldığım imgelerin içerdiği o is, ceset, acı dolu etkisinden, hem de aslında nasıl bir resim yapmam gerektiğine dair iç tartışmamın, denemelerimin içiçe geçtiği zorlu git-gellerimden dolayı.
Şöyle ki, hiper reel bir resim ya da gerçekçi bir resim değil, bir belge resimdi yapmak istediğim. Resmimin konusu olan mekanın kara tarazlı dokusu olduğu gibi geçmeliydi resme. Bunun için fırça ve spatüllerimin yetmediği her karesine parmaklarımla, ezdiğim ham boya pigmentlerini bastıra bastıra yedirerek oluşturdum resmi. En sonunda vernikle sabitleyene kadar kendilerince, yerçekimiyle, çok yavaşça aktı o pigmentler resmin yüzeyinde. Resim hep değişti, dokunmadığım anlarda bile.
Resim ismini Kuran-ı Kerim’in kıyamet alametlerini sıralayan surelerinden biri olan Duhân suresinin 10. ayetinde yeralan “apaçık, görünür duman”dan (“Duhân-ı Mübîn”) aldı. Taradığım fotograflar ve videolarda, günler boyunca üzerinde kapkara bir dumanın yükseldiği bir yerdi 1. Bodrum. Telefon bağlantılarında içerdekiler, bulundukları yeri bu dumanla belirlemeyi seçiyorlardı hep. Şehrin her tarafından görülmesi gereken -evet, görünen-, bir yerdi, yardım çağırdıkları, çıkmak istedikleri, çıkamadıkları…
Bir kıyamet alameti olarak mı görüyorum, savaşın girdiği bu kavşağı? Bir anlamda evet. Gözler önüne serdiği her imgesi, sesi, sonucu ile savaşın içinde bulunduğu kavşak, barışı, barış sürecine dair her yeni ihtimali, hiç olmadığı kadar öteledi. Ordunun, polisin, sonuçta devletin görünür başarısı (!) ve onun savaşın karşı tarafında ayrı, o coğrafyadaki her bireyde ayrı yarattığı etkiyle ilgil değil bu dediğim daha çok. Irkçı tümen ve taburların sosyal ağlardan servis ettiği fotograflardan, sözlerden, seslerden, altüst edilen evlerde bırakılan erkek, asker, devlet izlerine, çuvallarla taşınan insan kemiklerine, DNA eşleştirmelerinin sonucu aylarca, bazen üç ayrı kentten beklenen ailelerin gömülebilir isimli bir beden bulma çabasına, isimsiz gömülen cesetlere kadar, çok acı, unutulmaz etkileriyle hep aklımızda kalacak bu dönem. Barış umudumuz, çabamız, eşitlik, özgürlük, demokrasi mücadelemizin yeni kazanımları da bilmediğimiz bir geleceğe taşındı. Suriye coğrafyasında sınırlar yeniden ve isteklerince çizilebilsin diye, birbirine piyon, at, fil süren büyük savaş satrancının aktörleri, ki TC devleti ve PKK/PYD de uzundur bu aktörler arasında, bizlerle, yani benle de Cizre ve Sur, Nusaybin, Şırnak’ta yaşayanlarla ortak hiçbir umut, çaba, istek taşımıyor uzundur, biliyoruz. Ama ne yazık ki güç onlarda!
Sinan: Kurduğun dilden anladığım kadarıyla devlet ile PKK arasında eşit mesafede duruyorsun. Bu bir süredir hayli eleştirilen bir durum. Her iki taraf da bu şekilde “eşit mesafecileri” kıyasıya eleştiriyor ve daha güçlü biçimde “taraf olmaya” zorluyor. Durduğun noktayı nasıl açıklıyorsun?
Ben PKK ile 17 yaşımda tanıştım. Bir mahalle örgütlenmesinde karşıma oturup, silahını çıkarıp masanın üstüne koyan, “bundan sonra bununla muhatapsın” diyen o kürt gençle karşılaştığımda. O yıllar “Apocular”ın tüm kürt muhalefetiyle birlikte, kürt illerindeki Türkiyeli sosyalist muhalefetin de en öncü isimlerini tek tek pusuya düşürüp öldürdüğü yıllardı, hatırlarsın sen de. Daha sonraki on yıllar boyunca, PKK’nin sadece kendi dışındaki kürt muhalif örgütlenmeleri değil, kendi içindeki en öncü, sorgulayan, soran, eleştiren üyelerini de, örgütsüz ama yığınlar gözünde sayılan, sevilen kürt demokratlarını da nasıl toptan yokettiğini biliyorsak, ki ben biliyorum, bu ilk tanışma hakiki bir tanışmaydı.
Devletin kürt politikasının, ülkede kürt varlığını bile inkar eden, soluk aldırmayan, zalim niteliğiyle yükseldi savaş ve savaşta PKK’nin devlete karşı öncü ve tek rolü. PKK’nin nasıl kurulduğu, içinde derin devletin başından beri varolup olmadığı, örgütlenmesinin, liderlerinin niteliğinin sorgulanmadığı bir sıcak savaşa katıldı onbinlerce kürt genci. PKK sonunda Türkiye Kürdistanı’nın, yakın bir zamanda da Suriye Kürdistanı’nın, hareket kabiliyeti yüksek, uluslararası manevra olanağı geniş ama en önemlisi 90’ların ardından yasal partisini de varedebilen, hemen tüm kürt yoğun illerde yerel yönetimlere sahip, uzun bir zamandır da parlamentoda güç gösterebilen kitlesel örgütlenmesi oldu.
Devletin kürt sorununa dair paradigmasının özellikle de Öcalan’ın ele geçirilmesin ardından AKP iktidarları eliyle değişmesi, kürt varlığının kabulü, kürtçe üzerinde yasağın kalkması, hiçbir zaman Fırat’ın doğusuna geçmeyen ve sonuçta kendi içinde boğulan ve vazgeçilen Ergenekon soruşturma ve davaları, Avrupa Birliği’ne giriş süreci adına atılan adımlar, yükseltilen umutlar ve başlayan çözüm süreci ülkenin tüm siyasal iklimini değiştirdi.
Artık, çözüm süreci yolunda kararlı adımlar atacağını ifade eden ve kendine, kendiyle birlikte değişen ülkeye güvenen bir devlet ve bu sürece olumlu baktığını söyleyen milyonların yasal siyasal temsilcilerine oy verdiği kürt gerilla örgütü vardı masada. Hepimiz umutlandık. Ben de… Haliyle. Oysa, bir tuluattı gözümüzün önündeki. Çok albenili, çok cazip, çok arzulanan bir metni ve oyunculuğu içeren.
Unutmamamız gereken en temel şeyi unuttuk. Sürecin aslında hiçbir zaman şeffaf akmadığını, hakikatin hep kapılar arkasında kaldığını ve oyunun sadece bu ülkeye dair değil, aslında dört ülkeye yayılmış bir geniş Kürdistan coğrafyasına dair olduğunu, o geniş coğrafyadaki etkin aktörler arasında dünyanın en etkin, egemen, saldırgan, yayılmacı ülkelerinin hep varolduğunu. En önemlisi, PKK’nin nasıl özgürlüksüz bir gelecek, devlet vaadiyle hep durageldiğini, o vaadi adına “özgürlük mücadelesi” verirken, kendisi adına savaşanlara, destek verenlere, sempati duyanlara ilişkin bir hakim devletin kendi zorunlu askerine baktığı o ölü, umursamaz gözlerden farklı gözlere aslında hiç sahip olmadığı gerçeğine.
On gün boyunca belki günde elli kere Tahir Elçi cinayetinin her anını aktaran videolara bakıp da gözlerimize apaçık sunulan o ortak cinayetin nasıl işlendiğini yine de bir türlü görememek, çözememek gibi bir şey bize dayatılan.