Mutluköy Ayvalık’ın hemen dışında verimli topraklara sahip adına yaraşır bir köy, benim için Mutlu köyü ilginç kılan ise yakın bir zamanda bu köye yerleşen Defne Koryürek ileVasıf Kortun ve yürüttükleri Konukevi projesi. Poyrazın kuvvetli estiği bir yaz günü Ayvalık’tan Mutlu köye doğru yola koyuldum. Ayvalık Mutlu köy arasındaki yol bol virajlı, dar ve zeytin ağaçlarının gölgesinde çok ama çok keyifli bir 5-6 kilometre. Yolculuğuma zeytin ağaçlarının gölgesi ve üç günden beri kesilmeden devam eden poyrazın yanı sıra Duman Belki Alışman Lazım albümü yarenlik ediyordu. Köye girince Defne Koryürek ve Vasıf Kortun’un yaşadığı taş ev diğer evlerden belirgin bir biçimde ayrılıyor. Bakımlı ve düzenli taş evin arkasında yine bakımlı ve düzenli ikiyüze yakın nar ve yanlış anımsamıyorsam bine yakın zeytinin bulunduğu bahçe yer alıyor. Defne Koryürek ile daha önce çeşitli vesilelerle defalarca online söyleşiler gerçekleştirmemize rağmen ilk kez yüz yüze bir araya geldik ve Ayvalık’a yerleşme süreçlerini, Ayvalık’a yerleşmelerine giden yolu ve Konukevi projesini konuştuk:
Tamer Durak: Sizi tanıdığım kadarıyla çok mücadeleci bir kişiliğiniz var, bir taraftan bakınca, hayat öykünüze, ailenizin geçmişine mücadele ettiğiniz konuların bir çoğu ile ilgili bunu tırnak içinde söylüyorum hiç bir şey yapmasanız da olur. Siz hiç bir şey yapmasanız da hayatınıza huzurlu bir şekilde devam edebilirsiniz. Bu mücadelecilik nereden geliyor ve nereye gidiyor?
Defne Koryürek: Yani açıkçası en ufak bir fikrim yok, çünkü yapmazsam ölürüm olduğu için yapıyorum yaptığım her şeyi. Onun natür mü demek lazım, havasında suyunda mı var ailenin, en ufak fikrim yok ama lüfer konusunda örneğin, konuşmasam öleceğimi biliyordum. Ölmek ne demek her türlü anlamda ölmek demek. Ben Ankara doğumluyum aslında ama İstanbullu sayıyorum kendimi, çünkü ailem İstanbullu. Benim Ankara’da doğmuş olmam tamamen talihin bir şeyi, komik kazası. Beş yaşında geri geldiğimiz zaman, yerleştiğimiz Çınaraltı benim köyüm. Ben bir İstanbul Boğaziçi köylüsüyüm. Sahiden de o zaman Emirgan Çınaraltı bir sonraki sahil köy arasında ciddi mesafeler olan bir yerdi. Dolayısı ile oradaki izole hayat oradan İstanbul’un merkezine gitmek, geri gelmek, farklı yerler hissi… Dolayısı ile Boğaziçi ile kurduğum derin bağ, balıklarla kurduğum muhabbet, dedemin sabahları kahvaltı edelim diye anlattığı masallardaki yunusun, lüferin, kofanın varlıkları, onların birbirleri ile ilişkileri, onların rüzgarla ilişkileri, denizin rengi ile ilişkileri, bunlar benim köklerim. Lüferin yok olması benim yok olmam anlamına geliyor. Yani yapmazsam ölürdüm derken aslında biraz bu beraberlik var. Geri kalan heryerde de öyle. Zeytin kampanyalarında Ayvalıklıların, Ayvalıklı sivil ekiplerin kim onlar, Ayvalık Ticaret Odası’ndaki zeytin, zeytinyağı üreticileri, o dönemdeki belediyenin duruşu ama aynı zamanda Burhaniye’deki, Edremit’teki diğer STK’lar. Bunların bir kısmı çevre STKları, bir kısmı zeytin üzerinden… Onlarla birlikte taa İstanbul’dan omuz omuza durmamızın arkasında, Kuzey Ege ile gene bir kan bağım var. Dedemin bizi getirdiği, yazları zaman geçirdiğimiz yer buralardaydı hep ama bir başka taraftan da geldiğimde ilk değdiğim zeytin ağacı 800 yaşındaydı. 800 yaşında bir varlığa elinizi değdirdiğiniz zaman onun neleri görmüş olabileceğini azıcık düşündüğünüz zaman, size çok ötenizde bir hayat, bir canlılıkla temasınız oluyor. Şehirde bunu tanımıyorsunuz. Şehir çok bireysel. Ben çok modern bir ailede büyüdüm, iki çocuk, anne-baba. İşte kuzenler onlar bunlarla arada bir görüşülür ama aynı apartmanda falan değiliz. Öyle ilişkiler oradan gitmiyor. Dolayısı ile ben bir şeyin ömrünün beni aşabilmesi ile ilgili bir tecrübeye sahip değilim. Ben varolan benden sonra yok olacak bir şeye belki yakındım. Zeytin bana biraz bunu gösterdi, aklımın alamayacağı kadar uzun, derin hayatı olabilecek. İşte Osmanlı kurulmuş, Türkiye Cumhuriyeti kurulmuş, o arada işte duvar yıkılmış bunların herhangi biri ile herhangi bir ilişkisi olmaksızın ama çok gerçekçi bir noktadan, her yıl aynı biçimde, aynı rüzgarlara, aynı ısıya, aynı düzene, belki benzer kuşlara, benzer sincaplara, benzer sürüngenlere yılanlara, muhabbet ederek onlara da ev sahipliği ederek, yaşayan bir varlıktan bahsediyoruz. Hangisinin daha gerçek olduğu üzerinden ve evet mesela onlarla ilgili korumacı bir yasanın kaldırılması ile ilgili, konuşmasam ölürdüm. Ya bunlar aslında işte bu kadar basit şeyler. Bir taraftan çok şey gibi geliyor, hani üzerine çok düşünülmüş gibi ama değil. Diğer taraftan da hiç değil. Bazen başınıza geliyordur, hiç bir şey değilse arada Twitter’da orada burada görüyorsunuz değil mi, birinin elektrik faturası var, ödenmesi lazım. Siz onu ödeyebilecek durumdaysanız, ödeyip ödememekle ilgili bir seçeceğiniz var. Ya da benzer bir şekilde gecenin bir saatinde sivrisinek vızıldıyor, elinizle lank diye duvara yapıştırabilirsiniz onu. Yapıştırmakla yapıştırmamak arasında bir seçeceğiniz var. Şimdi bunların arasında biraz nerede durduğunuz, nasıl durduğunuz, biraz aslında kimliğinizi belirliyor. Ben aslında her zaman en iyisini yapıyorum demeyeceğim. Dünyanın en “Teresa ruhlu” “Rahibe Teresa ruhlu” kadını falan değilim. Dünya kadar zaafım var ama becerebildiğim kadar haysiyetli bir çıkış bulmaya çalışıyorum şu gezegendeki varlığımdan ve onun içerisinde aktivitizm, yapmasam ölürüm noktasındaki şeylere verdiğim omuz, beni biraz daha kendimle huzurlu kılıyor. Öyle diyeyim, herhalde bundan dolayı mücadeleciyim.