Dindarlık Bir Tercih, Dincilik Bir Dayatmadır

0
230

Reportare’nin “Nostaljik röportajlar” serisinde Frank Costanza‘nın “Bay Frank ile Pazar Sohbetleri” özel bir yer tutuyor. Sene 2017 idi, X’in “Twitter” olduğu ve insanların gerçekten keyifle etkileştiği yıllardı, Twitter’ın etkili isimleri her pazar Bay Frank’in sohbet konuğu oluyorlardı… Reportare’nin güncellenme çalışmaları sırasında ne yazık ki kaybolan bu röportajlar bir tesadüf eseri yeniden gün ışığına çıktı. Okuyucularımızı bu nostaljik seri ile yeniden buluşturuyoruz… 

Frank, Twitter’ın renkli simalarından Odyo ile bu röportajı Mart 2017 tarihinde gerçekleştirmişti.

Odyo Abi?

Efendim Frank?

Hoşgeldin Abi hayat ne güzel değil mi?

Öncelikle rahat ol hesabı ben ödeyeceğim. Soruna gelince; evet hayat güzel ama uygarlık ve refah içinde yaşayan insan ırkı için güzel. Köpek gibi üç kuruşa çalışmayan, geçim derdi çekmeyen, insanlık nimetlerinden ve medeniyetten az da olsa yararlanabilenler için güzel. Bizim gibi arada kalmış toplumlarda hayatın güzel olması için epey emek vermen gerekiyor. Çelik gibi sinirlere sahip olman daha da abartırsak o güzel dediğin hayatı feda etmen bile gerekiyor yeri geldiğinde. Tabii bireyci bencil biri değilsen ve bir toplum içinde yaşadığının bilincindeysen. Bu şartlar altında benim hayatım çok da güzel değil çünkü bedelini canları ile ödemiş bir dolu güzel insanın çabalarına tanık oldu bu gözler. Aralarında yaşıyordum ve onların ölümleri karşısındaki çaresizliği ve sorumluğu iliklerime kadar hissettim. Hala taşıyorum o hissi. Bu beni kesintisiz bir şekilde mutsuz etmiyor elbette unutuluyor bir şekilde ama aynı şekilde kesintisiz bir şekilde mutlu olmamı da engelliyor çünkü yaşam hatırlatıyor sürekli onları, olanları. Şimdi geriye doğru baktığımda görüyorum ki onların ölümleri benim hayatımdan daha değerli ve güzeldi. Bu ülkede yaşayan her vicdanlı insanın içinde bir huzursuzluk ve utanç vardır diye tahmin ediyorum. Bu yüzden söyleşimizin başında onlara bir selam çakmak isterim. Ama yine de hayat güzel diyeceğiz umutsuz olmamak adına, hayatımızı çirkinleştirmek isteyenleri sevindirmemek adına.

Yanıt veriyorum evet hayat çok güzel Frank.

Madem hayat güzel diye düşünüyorsun o zaman hayatı senin için güzel yapan 3 şey say abi bana.

Zamanında bir tivit atmıştım; “Üç şeyi doğduğu andan şu ana kadar bizzat takip ettim. Yaşamıma sonsuz gurur ve mutluluk kattılar. 1-Dire Straits 2-İhsan Oktay Anar 3-Oğlum” diye. Tabii bunlar doğumuna tanıklık ettiğim şeyler ama bir sembolizm de taşıyor. Müzik, edebiyat, sosyal yaşam, aile falan istediğimizi ekleyebiliriz. Komple bir hayat işte. İçine resim, sinema, tiyatro aklına gelebilecek tüm sanat dallarını da katabilirsin. Hatta pikniğinden rakı masasına kadar her eğlenceyi de. Sanırım hayatımızı güzelleştiren şeyler yüzümüzü güldüren en azından tebessüm ettiren şeyler. Ama en önemlisi hayatımıza giren insanlar o hayatı güzel kılıyor. Dolaylı ya da dolaysız sana dokunabilen tüm insanlar. Aynı zaman diliminde ya da aynı ortamda bulunman da gerekmiyor. Annenden, babandan, kardeşlerinden, dostlarından başlayıp Steinbeck’e, Dostoyevski’ye, Mark Knopfler’a kadar. Say say bitmezler. Diğer yandan üretmek beni çok mutlu ediyor. Üretmeden, bir şeyler yapmadan duramıyorum. Hiç bir şey yapmasam kağıttan gemi uçak falan yaparım. Boş beleşlikten ve tembellikten nefret ediyorum. Ama pazar günleri hariç. Pazar günleri kılımı kıpırdatmam. Pazar gününü kanepede geçirmeyen insan değildir. Yani özetle hayatı kendince anlamlı kılmak mutlu ediyor beni.

Anlam dedin ama Rimbaud “Hayatın anlamı olsaydı, aranmazdı” diyor abi. Ne dersin?

Doğru bence. Hatta mutsuzluğumuzun kaynağı  bile bu arayış olabilir. Çünkü hayata anlam katma çabasının özünde kendini olduğundan çok daha değerli hissetmek gibi bir yanılgı var. “Ben o kadar değerliyim ki bu dünyada yaşıyor olmamın bir anlamı olmalı”. Bu hastalıklı saplantı “ölmemem gerekiyor o zaman başka bir şeyler olmalı” düşüncesine kadar gider ve kendini dinlerin batağında buluverirsin bir anda. Oysa ki benim görüşüme göre bu bağlamda bir anlam falan yok. Kader yok. Mutlaka bulmamız gereken önceden kurgulanmış bir plan bir sır yok. Doğa kanunları var. Her şey doğa kanunlarının zorunlulukları içinde rastlantısal bir şekilde gelişiyor. Doğarsın, yaşarsın ve başka bir şeye dönüşürsün bu kadar basit. Şayet illa bir anlam aranıyorsa o bizzat yaşamının kendisidir ve içeriği tamamen sana bağlıdır. Doğaçlama bir yaşam ve artık ne üretebildiysen o. Kalıcılığı ya da unutulup gitmeyi etkileyen şey de bu işte. Üretim. Ürettiğin şey kadar bu yaşama iz bırakır gidersin. Bu kadar basit benim açımdan. Bu konuda idealizmin tuzağına düşüp hayatın anlamını arayacağımıza materyalist olalım ve ürettikçe üretelim diyorum özetle. Yazdıklarımın yanlış anlaşılmasını da istemem, hedef koymakta ve ona ulaşmakta bir sakınca görmüyorum ama bunu abartıp kendini ya da kendi dışındaki herhangi başka bir şeyi yüceltmeye, kutsallaştırmaya, buradan hayatın anlamı gibi bomboş kavramlar üretip onun peşinden koşmaya ve bu sayede saçmalıklar içinde boğulup kalmaya hiç gerek yok.

Abi sen idealizm deyince aklıma geldi; idealizmi bir kenara bırakırsak Hegel adamdır diyorum. Yaşasın diyalektik diyorum. Konuş abi konuş lütfen, kiminle konuşsam Hegel’e saydırıyor bıktım valla.

Her şeyden önce Hegel bir Alman ve her alman gibi 3. Havalimanı yapmamızı istemiyor bunu unutmamak lazım. Ayrıca saydıranları tek tek not ettim ve zamanı gelince hepsiyle hesaplaşacağız.

Şaka bir yana İdealizmi bırakırsan geride Hegel diye biri kalmaz aslında. Hegel düşmanlıkları falan tabii bir geyik. Mantıklı bir insan Hegel’den nefret etmez. İnsanlık tarihine özellikle de felsefe tarihine dair kim varsa bir bütünün parçaları gibi görebiliriz ve çoğunlukla birbirlerini eleştirerek kendi sistemlerini oluşturmuşlardır. Birbirlerinin devamı değillerdir belki ama birbirlerini de etkilemişlerdir, birbirleriyle çelişmişlerdir. Diyalektik düşünen bir kimsenin o süreci durdurup aradan birini kendine hedef tahtası olarak seçme ve onu aşağılama hakkı yok. Hakkı yok demeyeyim tabii ki isteyen istediği şeyi yapar ama manası yok. En azından kendine diyalektik düşünüyorum demesin.

İşin senin bahsettiğin yönüne tekrar dönersek takip edenler hatırlayacaktır bu geyiğin benim açımdan başlaması Catay ile beraber oldu. O Schopenhauer adamdır Hegel’in sin kaf sin kaf dedikçe ben ve benim gibi birkaç kişi de Hegel adamdır dedi Schopenhauer  maymundur dedi ve olaylar mizah sinsilesi şeklinde devam etti. Kepsler takılmalar falan havada uçuştu bir dönem. Sonra abarttık baktık kesmiyor birbirimizi bırakıp önümüze kim geliyorsa saydık sövdük insanlık tarihine dair. Mesela ben Gorki’ye falan laf attım Hamingway’e keza. Pink Floyd’a hatta Kubric’e falan saydırdı insanlar. Bu bir cüret şovuydu. Öyle bir platformda yazıyoruz ki bizi kimse tutamaz meydan okuması. Ama çoğunlukla mizah tabii.

Hegel’le ilgili gerçek düşüncelerime tekrar dönecek olursam; aslında hem severim hem sevmem. Sevme nedenim diyalektiği Heraklitos’tan başlayan ama bir türlü sistemleşemeyen bir takım aforizmalardan kurtarıp felsefi bir disiplin haline getirmesi ve Marx gibi büyük bir filozofa istemeden de olsa büyük yardımlarının dokunması yöntem açısından. Marx ne olursa olsun bu yöntemi geliştirecek ve kullanacaktı benim düşünceme göre Hegel olmasaydı bile ama olmuştur ve bu sayede ona epey vakit kazandırmıştır diyebiliriz. Bu cidden küçümsenmeyecek ve göz ardı edilmeyecek kadar önemli bir olay. Sevmeme nedenim ise idealizm denen bir bataklığa son derece büyük katkı vermesi. Çünkü bu katkı aynı zamanda dinlere yapılan bir katkıydı ve özellikle din felsefesi bu adamdan fena halde yararlandı, yararlanıyor. Tabii bunlar kendi fikirlerim araştırdığım ve kafamda değerlendirdiğim kadarıyla. İşin uzmanları çok daha açık seçik bu konuyu irdelemişler açıp okumak lazım.

Diğer yandan bu ülkede Hegel’den nefret edilmesinin bir nedeni de yazdığı kitapların çevirilerindeki öztürkçe takıntısı. Bu yapılanı idealize edersek belki doğru bir yöntemdi hatta ben destek de veriyorum ama diğer yandan pratikteki sonuçlarına bakarsak kitaplarını çok zor okunur hale getirdiği de bir gerçek. Hatta okunamaz ve hatta dalga konusu yaptı. Uzun ve karışık bir konu şimdilik bu kadar söyleyeceklerim.

Bu arada söyleşimizi buralara çekerek okunmaz ve sıkıcı bir hale getirme çabalarını da kınıyorum. Bildiğin intikam alıyorsun ama hadi neyse.

Abi Hegel dine hizmet etmiştir dedin sözlerinin arasında din ile ilgili görüşün nedir? İnandığın bir şey var mı?

Bu konuyu biraz kavramsal ele alacağım ama sıkıcı olmak da istemem. Üstelik benimle ilgili bazı önyargıları da kırmak isterim. Öncelikle bana göre inanmak ya da inanmamak kaynağını bilmemekten alır. Bilmeyen bir insanın önündeki iki seçenektir bunlar. O yüzden ben inanmak ya da inanmamak konularına uzak dururum olabildiğince. Bilmeyi, öğrenmeyi yeğlerim açıkçası ya da bilmemeyi. Her şeyi bilmek durumunda da değiliz. Bilmeyen insan karşısındaki şeyi kutsallaştırır ve eleştirilemez hale getirir. Hatta abartıp bu uğurda katil bile olabilir. Üstelik bu tavır sadece dini konularda değil her konuda olabilir. Körü körüne bağlanılan her şey bir zaman sonra kutsallaşır o insan için. Özetle bilmek hayranlık duymaya cehalet kutsallık atfetmeye sebep olur.

İşin dinler kısmına gelirsek ben öyle sanıldığı gibi din düşmanı biri değilim. Hatta dinlerin insanlık kültür tarihinin bir üretimi olduklarını düşünürüm. Bu çağda bu inanç sistemlerinin nostaljik bir yapısı olmalıydı ve öğrenip öğrenmemek insanların kişisel ilgilerine bırakılmalıydı diye düşünüyorum. Aynı efsaneler, mitolojiler falan gibi. Ama öyle olmadı. Detaylarına fazlaca girmeyeceğim çünkü herkesin bildiği konular. Bir de tabii o inançların halklara nasıl yansıdıkları önemli. Son yirmi yıla kadar biraz da ülkedeki katı laiklik sayesinde geleneklerle harmanlanmış çok daha light yorumlanan ve yaşanan bir din bugün hızla aslına dönüyor ve bu artık bizim gibiler açısından tehlikeli olmaya başladı. Hatta bu yazdıklarımı okuyan bir çok kişi içinden “olmaya başladı ne demek daha ne olacak?” diye geçirmiştir ama bence daha olmadı. Sayımız giderek azalsa da hala bu gidişatı durduracak insanların olduğunu düşünüyorum ben. Aslında twitter’da da bu konuda yazdığım şeyler genel manada bu. Ben dindarlara değil dincilere karşıyım özetlemek gerekirse. Çünkü dindarlık bir tercih, dincilik bir dayatmadır. Dindarlık bireysel, dincilik örgütlüdür. Fazla uzatmadan yaşasın laiklik diye bitireyim bu konuyu.

Abi izin verirsen biraz da edebiyattan söz edelim. Rus Edebiyatı herkesi ezer geçer diyebilir miyiz?

Demememiz için hiçbir neden yok aslında hatta diyelim hatta yüksek sesle dile getirelim kol kola girip sokaklarda ama işte şu Steinbeck ve London hatta Foulkner falan olmasa. Zola olmasa, Cervantes, Hugo olmasa. O kadar derya bir alan ki asla ukalalığı affetmez. Aslına bakarsan her milletin biz de dahil dev yazarları olmuş. Şimdi bunları yarıştırmak ne derece doğru bilemiyorum. Mesela Twitter’da olsaydık hemen bir ilk onbir belirler fotoşop ile kepsini  yapar Rusları överdim çılgınlar gibi ama bu bir söyleşi ve objektif olmam gerekirse durumlar karışık. Rus edebiyatı gerçekten bir dev. Olağanüstü yazarlar var içlerinde ve kişisel olarak benim en çok ilgi duyduğum alan. Klasik müzikte de öyle. Lakin herkesi ezip geçer mi çok da emin değilim doğrusu. Turnuvanın en büyük favorisi elbette Rus Edebiyat Milli Takımı ama kupayı kim kaldırır inan bilmiyorum.

Madem müzik dedin müziğe kayıyorum abi; Tom Waits Frank Zappa ile çıktığı turneyi çok büyük bir pişmanlık olarak anıyor, adam tam bir deliymiş öyle diyor sen ne dersin?

Twitter aleminde kullandığı PP Zappa olunca bu tür sorulara sürekli muhatap oluyor insan. Bu vesileyle PP’min barış Manço ya da Ersen ve dadaşlar olmadığını da belirtmiş olayım. Bu PP o kadar bütünleşti ki benimle twitter’daki ilk zamanlarımda sevdiğim biri unf edip gidince sormuştum ne oldu diye “abi ben Zappa sevmiyorum” demişti. Zappa enteresan bir adam. Müziği ve kişiliği ile ilgili bir flood yapmıştım okuyanlar hatırlayacaktır ama mesela o zincirde bile aslında hiçbir şey anlatmış olmadım. Tam anlamıyla bir derya ve acayip üreten bir adam. Yani adamı değerlendirmek için incelemen dinlemen gereken külliyat çok fazla o yüzden kendimi bu konuda çok da yetkin görmüyorum açıkçası. Müziği değişken, kişiliği değişken dediğin gibi tam bir deli. Seviyoruz o deliyi tabii. Huzur içinde uyusun. Ama mesela bu adam kimdir nedir yahu bi bakayım diyecek olan meraklı arkadaşlar için Zappa’nın 1884 tarihli “does humor belongs in music?” adlı konserini izlemelerini tavsiye ederim. Youtube’ta var bulup izlesinler ve kafalarında nasıl biri canlanıyorsa Zappa da buymuş deyip işi bitirsinler çünkü inan bu adamın sonu yok.

Abi biraz da senden söz edelim; benim hiç pişmanlığım yok diyen tiplerden misin?

Tabii ki değilim ama bunun beni kötümserliğe ve umutsuzluğa götürmesine ve o an yaşadığım hayatı zehir etmesine de izin vermem. Pişman olmak son derece insani bir duygu. Ben genelde insan ilişkileri açısından yaptıklarımdan pişman olmadım bugüne kadar bir iki istisna hariç çünkü bunun çok da bir faydası yok düşünceme göre. Bunun bir kriteri de yok üstelik. Şunu yaparsam daha iyi olurdu dediğimiz her şeyi kendi sürecinde izleyebilseydik görecektik ki birçoğu son derece kötü sonuçlar doğurabiliyor olacaktı pekala. O yüzden bu tür pişmanlıkla uğraşmak kafa yormak çok manasızca. Tabii söz konusu olan apaçık kötü davranışlar değilse. Zamanında birilerini bıçaklamadıysak falan durum bu. Ama ürettiğim şeylerle ilgili çok sık özeleştiri yapar ve çoğunlukla da pişman olurum. Her alanda böyle. Yazdıklarımdan yaptıklarıma kadar, mesleki açıdan özel yaşantıma kadar. Mesela dört yıl önce bahçeye bir şeyler yaptım her sene değiştiriyorum. Aile saadetim kalmadı resmen, eşim beni parçalayacak bütün yazı savaş alanına dönüşmüş bir bahçede geçirmek durumda kaldığı için. Yan komşum adamı da sürekli çalıştırdığım için satıp bu evi gideceğim abi senin yüzünden diyor. Çizdiğim projelerde de öyle. Yeni fikirlerle teknolojilerle tanıştıkça onları uygulama isteğimi durduramıyorum. Değiştirebileceğim bir şeyse anında maliyetine falan bakmadan dönüp değiştiriyorum. Durumum bu pişmanlıklar açısından.

Bu aşamada konuyu twitter’a getireceğim çünkü seni o platform sayesinde tanıdık. Twitter hakkında görüşlerin nedir?

Dediğin gibi beni değil ama Odyo’yu bir çok insan o platform sayesinde tanıdı. Böylece kısmen beni de tanımış oldular çünkü odyo ile çok ortak yanımız var. Kendini çok fazla saklayamıyorsun. Diğer yandan ben de sen dahil bir çok insanı tanıdım. Mesela bu röportajı yapmamızın ve umarım okuyacak insanlar olmasının nedeni de twitter.  Yüz yüze tanıştığım insanlar da oldu ve olacak. O yüzden ben bu platformu çok önemsiyorum. Bir çok kişi bıçak sırtında hatta yaşamlarını ve pozisyonlarını riske atacak şekilde korkusuzca yazıyorlar. Hakkında açılan davalarla uğraşan, hapislere düşen de bir çok insan var. Bu yapılanları asla küçük göremeyiz. Çoğu konuda o platform sayesinde birbirimize sarılıyoruz, motive oluyoruz üzülüp seviniyoruz ama her şeyden daha önemlisi dediğim gibi muhteşem insanlar tanıyoruz. Burada adını sayamayacağım ama onların kendilerini ve benim için ne kadar değerli olduklarını bildiklerini düşündüğüm bir dolu insan tanıdım. Hiç yüz yüze gelmediğim insanlarla aramda çok kuvvetli bağlar oluştu. Bu acayip bir şey. Hepimiz kendi kişiliğimiz ve bilgimizle bir savaş veriyoruz orada. Benim açımdan bu da küçük çaplı bir direniştir. Hiçbir şey yapmasak birbirimize takılıp güldürüyoruz hatta sövüp saymamızın bile moral etkisi oluyor yaşamlarımıza. Şimdi bunun kendini kandırmaktan başka bir şey olmadığı ya da insanı eylemsizliğe ve yalancı bir tatmine ittiğini düşünen karşıt fikirliler de olacaktır ve kısmen haklıdırlar da ama bence bu platformun olması olmamasından çok daha iyi bizim için. Orası bizim sığınağımız oldu adeta. Haber ve bilgi kaynağı olarak da önemli ve belki de bu bağlamda yararlanabildiğimiz tek yer. Her zaman dediğim gibi birbirimizi kollamamız gerekiyor ve bu platform hiçbir şey yapmasa bizi bu insanlarla tanıştırıyor bir araya getiriyor. Kısaca: Tivitre seviliyorsun kardeşim.

Twitter’da sen neler üzdü ya da güldürdü bu zamana kadar?

Orada beni üzen çok şey yaşamadım aslında. Ufak tefek şeyler oldu tabii ama çok üzülmedim doğruyu söylemek gerekirse. Diğer yandan şaşırtan çok şey oldu menşınlaşmalarda. Özellikle yediğim duyarlar falan mesela Atatürk duyarı, günaydın duyarı falan şaşırtıcı ve komikti okuyanlar hatırlayacaktır. Güldürme konusuna gelince o konu çok derin. Hemen her gün kahkahalar attırıyor orası bana. Yapılan kepsler espriler menşınlaşmalar her şeye gülüyorum inan saymakla bitmez ama tabii bazı olaylar var abartmış olmayım yerlerde süründüğüm oluyor. Mesela son olay. Ekim Nehir’in en yakın arkadaşını istemeden de olsa fena halde trollemesi ve daha da komiği bunu bunca zaman saklaması bizlerden. İnan iki gün güldüm hala gülüyorum. Sanırım hayatım boyunca da herhangi birisi “çok eminim” dediğinde güleceğim.

Söyleşinin sonlarına  geldik abi. Sorum şu olacak: Ölmeden önce fırsat verilse ve çocuğunla son bir konuşma yapacak olsaydın neler derdin?

Zor bir soru. Buna rağmen vereceğim yanıt basit aslında. Sadece oğluma değil beni seven herkese aynı yanıtı vermek isterdim: “Hoşçakalın ve öldüğüm zaman üzülmeyin çünkü bu beni çok üzer”. Çok samimiyim. Sadece ölüm de değil her türlü ayrılık için de geçerli bu yanıtım. Yaşadığım hayatın önemli bir kısmını kaplayan insanlar kaybettim bu yaşıma kadar. Babamı, abimi, en yakın arkadaşımı. Veda anı diye bir şey olmadığını kendi gözlerimle gördüm defalarca. Ölüm son derece anidir her zaman, çünkü ölüm döşeğinde olsa bile ölümü kimseye yakıştıramazsın. Hep bir umut vardır. Ama hadi diyelim ki o imkan bana sunuldu o an yukarıda yazdığım şeyleri söylerdim. Bir insanın oğluyla ya da en çok sevdiği her kimse onunla olan ilişkisi koca bir süreç ve o sürece dair ne yapabildiyse  yapmış durumdadır aslında o anda. Ölürken söyleyeceği birkaç cümle ile bu sürece beklediği ve amaçladığı katkıyı veremez. Diğer türlüsü yine söyleşinin başında değindiğimiz gibi kendini önemseme halidir ve yanlıştır bence. Öyle bir şey söyleyeyim ki oğlumun bütün yaşantısı değişsin ve bambaşka biri olsun diye düşünmek çok bencilce. Ya da öyle bir şey söyleyeyim ki benim için daha çok üzülsünler demek. Sıradan canlılarız, sıradan insanlarız ve sıradanlığımıza böyle bir kutsallık ya da önem atfetmemeliyiz. Oğlum adı üstünde oğlumdur, hayatım boyunca en çok sevdiğim insan o olmuştur ve işte karşımdadır. Ben zaten o karşımdaki insanı seviyorumdur ve onu asla değiştirmek etkilemek istemem. Aslına bakarsan çok laf etmeye de gerek yok, dedim ya olay çok basit; ölüm bir vedadır ve veda anında sadece veda edilir.

Teşekkürler Odyo abi son sözlerini alalım ve hesabı öde de kalkalım artık istersen, kaynanam bekliyor geç kaldım.

Kaynanana, saygın ailene ve sevdiğin diğer herkese selamlarımı ilet öncelikle.

Son sözüm bu söyleşiyi sabır gösterip sonuna kadar okuyanlara olacak ve ilk kez yaptığın bir söyleşi de bir yerlere bağlanıp bitecek. Böylece sen de başı belli sonu belli bir söyleşi yapmış olacaksın sayemde. Üstelik bu eminim ki düzgün bir adam olan dedeni de gururlandırırdı şayet görebilmiş olsaydı. Şimdi müsaadenle bitiriyorum sözlerimi.

Arkadaşlar sıkıcı bir söyleşi olduğunun ve bu yetmezmiş gibi sonunun da epeyce kasvetli bir şekilde bağlandığının farkındayım ama bilmenizi isterim ki bütün sorumluluk Frank’a aittir. O sordu ben tüm samimiyetimle yanıtladım. Hepinize teşekkür ederim. Bitti. Okuyanlar ARO.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz