Kriz Yok, Sadece Henüz Anlaşabilmiş Değiliz…

0
297

On yıllardır Kıbrıs’a su götürmenin hayalini kuran Türkiye, nihayet Anamur suyunu Ekim ayının son günlerinden itibaren Adaya ulaştırmayı başardı. “Barış Suyu” olarak da adlandırılan, resmi adıyla “KKTC Su Temin Projesinin” gerçeklik kazanma sürecinde tartışmalar da başladı. Türkiye tarafı, Adaya ulaşan suyun dağıtımıyla ilgili alt yapı yatırımının tamamlanmasını ve dağıtımını belirlenecek Türkiyeli bir özel kuruluşun gerçekleştirmesi konusunda ısrar ederken, Kıbrıslı Türk tarafı ise dağıtımı, Kıbrıslı Türklerin yönetiminde, özerk bir kuruluşun yapması konusunda ısrarcı görünüyor. Geçtiğimiz günlerde Türkiye medyasına “Türkiye vanaları kapattı” başlığıyla yansıyan “krizi”, KKTC Tarım, Doğal Kaynaklar ve Gıda Bakanı Erkut Şahali ile konuştuk.

Türkiye medyasına yansıyan “vanaların kapatılmasıyla ortaya çıkan kriz” iddialarını yalanlayan Şahali “Türkiye’den gelen suyun yönetimi konusunda henüz nihai bir mutabakata varılmamış olması da fırsat bilinerek, resmi niteliği olmayan beyanlara dayandırılan haberlerle bir kriz havası yaratılmaya çalışılıyor. Geçitköy Barajı’na ulaşan su miktarında ilk günden itibaren eksi yönde en küçük bir farklılık yoktur” diyor. 

Röportaj: Sinan Dirlik/ REPORTARE

“Teknik test çalışmaları süren bir projede köy muhtarına dayanarak haber yapmak doğru değil… Su seviyesinde herhangi bir düşme yok”

Sinan: Sn. Bakan, Ankara ile Lefkoşa arasında “KKTC Su Temin Projesi” odaklı bir kriz yaşandığına dair spekülasyonlar yapılıyor. İşin Lefkoşa ayağındaki birinci ağzı olarak meselenin aslını ve gerçekten Ankara ile Lefkoşa arasında konuyla ilgili yürütülen tartışmanın özünü aktarabilir misiniz lütfen?
Erkut Şahali: Hemen söyleyeyim; Anamur’dan yola çıkarak ülkemizdeki Geçitköy Barajı’na ulaşan su miktarında, akışın başladığı ilk günden itibaren, eksi yönlü en küçük bir farklılık bulunmuyor. Sözünü ettiğimiz proje, gerek uygulama tekniği, gerek deniz derinliği ve mesafe, gerekse taşıma kapasitesi bakımından dünyada ilk kez uygulanmıştır. Hizmete alınalı çok az bir süre geçmiş ve sistem, bir bütün olarak tam kapasite ve randımanla da henüz devreye alınmış değildir. Hala teknik testler ve çalışma yöntemlerine ilişkin denemeler devam ediyor. Sistemin optimal standartları, bir çok bileşen hesaba katılarak, oluşturuluyor. Bu çerçevede teknik çalışma maksadıyla tahliye kanalları açılmakta, barajdaki su seviyesi değiştirilmekte, hatlarda ve kanallarda basınç ve sızdırmazlık testleri yapılmaktadır. Son dönemde speküle edilen de, bu çalışmaların belki de en görünür kısmı olan suyun tahliye edilmesi işlemidir.

Sinan: Spekülasyonları neye bağlıyorsunuz?

Erkut Şahali: Belki de Türkiye’den Kıbrıs’a gelen suyun yönetimi konusunda henüz nihai bir aşamaya ulaşılamamış olması da fırsat bilinerek, bu konu tuhaf yorumlarla ele alınıyor ve resmi niteliği olmayan beyanlara dayandırılan haberlerle bir kriz varmış gibi fırtına estirilmeye çalışılmaktadır. Hem Türkiye Cumhuriyeti’nin, hem de bizim çok büyük önem atfettiğimiz bu proje hakkında süreç takibi yapanların referans noktası barajın bulunduğu bölgenin muhtarı olmamalıydı, olamaz. Bu konu devletler arasında en yetkili ağızlarca konuşulmaktayken, sadece bir köy muhtarına dayandırarak konu hakkında kriz iddiasında bulunmak, deneyimsiz muhabirlerin bile düşmeyeceği bir hatadır. Suyun yönetimi konusunda gerekli çalışma ve istişareler hali hazırda sürmektedir. Bunun dışında ortada ne bir sorun, ne de bilinmezlik vardır.

“80’li yıllarda Türkiye-KKTC ilişkilerinin sürdürülebilr bir zemine oturtulması gerektiğini söyleyenler vatan haini muamelesi görüyordu. Bu süreçte Adanın tüm yeraltı ve yerüstü kaynakları gibi zaten sınırlı olan suyu da vahşice tüketildi”

Sinan: Su Projesi kapsamında Kıbrıslı Türk medyasında ve kanaat önderlerinin söyleminde Ankara’ya karşı bir kırgınlık seziliyor. Kıbrıslı Türkler, Ankara’nın bir “dayatma” tavrı içerisinde olduğunu düşünüyorlar mı gerçekten? Eğer böyle bir kanaat varsa, sizce bu neden kaynaklanıyor olabilir?
Erkut Şahali: Tespitine katılmamak elde değil. Ancak ben bunun karşılıklı olarak durum tespitinin isabetli yapılmamış olmasından kaynaklandığı görüşündeyim. Durumu nasıl gördüğümü izah edeyim: Bizler, 1975 yılından, itibaren içinde bulunduğumuz devletleşme sürecini henüz tamamlayamadık. Bunun birincil nedeni, Kıbrıs Sorunu kaynaklı, içinde bulunduğumuz politik ve ekonomik izolasyon ise, ikincil nedeni de buna bağlı olarak Türkiye ile aramızda gelişen özel ilişki biçimidir. Kısıtlılık halimize açılım getirerek bize destek olan Türkiye’nin tutumu, kendi içinde 2000 öncesi ve 2000 yılı sonrası diye ikiye ayrılır. 1975 ile 2000 arasında sahip olduğumuz bütün üretim araçları, ekonominin bileşenleri, hoyratça tüketilip yok edilirken, oluşan açık hep Türkiye’den aktarılan kontrolsüz ve denetimsiz kaynaklarla kapatılmaya çalışıldı. Yerel ekonomimizde üretim bakımından ciddi bir gerilem eyaşanırken; oluşan yük, kamu finansmanının Türkiye tarafından desteklenmesiyle kaldırılmaya çalışıldı. Yıllar içinde “geleneksel bir hal alan” bu durum, sadece sözünü ettiğim kaynakları değil, başta su olmak üzere, doğal kaynakların da aynı biçimde hoyratça ve yoğunlukla partizanca tüketilmesine yol açtı. Düşünebiliyor musunuz! Bir ada ülkesinde, yerüstü su kaynakları son derece kısıtlıyken, hem bunları koruyup geliştirmek için hiç önlem alınmamış, hem de yer altı su kaynakları kontrolsüz, bedelsiz veya çok düşük bedellerle ve vahşice tüketilmiş. 1980’li yılların ortalarında buradaki antidemokratik rejim, Türkiye Cumhuriyeti tarafından finanse edilirken, bunun sürdürülebilir olmadığını söyleyenler de “hain” ve “Türkiye düşmanı” olarak nitelendirilmiş ve Anadolu insanına jurnallenmişti. 2000’li yıllarla birlikte Türkiye’de çok ciddi ve IMF kontrolünde bir mali disiplin uygulanmaya başlayınca, Kıbrıs’a kontrolsüz biçimde akan kaynak da denetim altına girmiş oldu. Program ve projelere bağlı, yani koşullu yardımlar gündeme gelince, popülist politikalar, finansman kaynağından oldu ve sıkıntının da biçimi değişti. Bizdeki bozulmaya göz yuman ve hatta bunu finanse eden Türkiye yerine, bozulmayı gidermeye çalışan, buradaki düzeni, devlet olmanın gereklerine sahip hale getirmeye çalışan bir Türkiye ortaya çıkınca işler değişti. Buna bir de Türkiye’nin yeni ton ve üslubu eklenince, bu sefer esas niyet görülemez hale geldi ve “Türkiye burayı vilayet gibi görüyor” nitelemesi için uygun zemin oluştu. Halbuki, üslubu bir yana bırakacak olursak, temel hedef Kıbrıslı Türklerin kendi ayakları üzerinde duracakları bir yapının oluşmasıdır. Ancak bu noktada Yeni Türkiye’nin, muhataplarına karşı eşit davranış içinde olmadığının altının da çizilmesi gerekmektedir. Örneğin halen uygulanmakta olan 2013-2015 ekonomik işbirliği programını ele alalım. Bizden önceki tek parti hükümeti tarafından imzalanan ve gereklerini yerine getirme istekliliği olmamasına karşın Türkiye’nin o günkü tutumu ile, imza aşamasında muhalefet ettiğimiz, ancak hükümete geldikten sonra da devletin devamlılığı gereği uygulamaya devam ettiğimiz halde Türkiye’nin bize karşı bugünkü tutumu arasında fark var. Örneğin biz bu programda öngörülen istihdam ve kamu ücret politikasına ilişkin koşulları yerine getirirken devletin bazı birimlerinde ve çalışanlar arasında ciddi anomalilerin yaşandığını görmekteyiz. Halbuki  önceki hükümetin bu koşulları kat be kat ihlal etmiş olduğunu, onlara Türkiye tarafından herhangi bir mağduriyet yaratılmadığını da biliyoruz. Dolayısıyla, Türkiye, yaşamış olduğu yönetsel ve organizasyon dönüşümüne bağlı olarak, bizim de aynı değişimi yaşamamız gerektiğini öngören bir yaklaşım içindedir. Ancak geçmiş verilere bakarak yeterince güven de duymadığından, bu dönüşümün kendi kontrolü ile gerçekleşmesini sağlayacak bir anlayışla hareket ediyor. Bu da, bizim devlet olarak sahip olmamız gereken otoriteyi geriletebilecek bir duruma yol açıyor. Toparlamak gerekirse, ilişkilerimizin iki dost devlet ilişkisi biçiminde gelişmediği yıllarda oluşan hasarın, bugün iki dost ülkenin karşılıklı saygı ve işbirliği içinde geliştirecekleri ilişkilerle giderilmesi gerekmektedir. Ne geçmişin hatalarının faturası bugüne kesilmeli, ne de bugün aynı hatalara yeniden fırsat verilmelidir.

“Türkiye geçmiş deneyimlere bakarak, bizim su dağıtımı için gerekli yatırım ve idareyi yürütecek kapasitemizin olmadığını düşünüyor. Biz Adada su yönetimi için kurulacak özerk bir yapıyla bunun üstesinden gelebileceğimizi düşünüyoruz”

Sinan: Lafı dolaştırmadan sorayım: Suyun yönetimine ilişkin Ankara’nın yaklaşımı net olarak nedir? Bakan olarak konuyla ilgili sizin fikriniz ve öneriniz nedir? Su, Türkiye’nin kontrolünde mi yoksa Kıbrıslı Türk Belediyeler tarafından mı dağıtılmalıdır?
Erkut Şahali: Az önce sorduğun soruya verdiğim yanıtı bu kez “Su üzerinden” okuyabilirsin aslında. Türkiye yaklaşık bir buçuk milyon lira harcayarak yılda 75 milyon ton suyu adaya ulaştırabilmişken, hem bunun, hem  yeraltı ve yerüstü lokal rezervlerin, hem de yağmur suyuyla atık suların entegre biçimde yönetilmesini hedefliyor. Bunda yanlış bir şey yok, elbette her damla su değerlendirilmeli ve değerinde kullanılmalı. Bunun için ciddi ilave yatırımlar yapılmasına gereksinim var. Sorun da burada çıkıyor. Türkiye, bizim bu yatırımları yapacak mali kapasitemiz olmadığı için ve geçmiş deneyimlerden yola çıkarak, idari kapasitenin de yerli yerinde olamayabileceği endişesiyle özel sektörün devreye girerek hem su idaresini, hem de yatırım yükümlülüğünü üstlenerek belli bir süre tek otorite olmasını öngörüyor. Biz ise, su yönetiminin ülkelerde, özellikle de bizim gibi adalarda mutlaka devlet tarafından yerine getirilmesi gerektiği konusunda ısrarlıyız. İdari zaaflardan kaçınmak için özerk bir su yönetimi oluşabilmesi için Su Kurumu’nun oluşumunu öngören yasayı hazırladık. Mevcut anayasal ve yasal durum gereği, yerleşim birimlerinde halka suyu arz etme hak ve görevi belediyelere ait olup, bunun için hali hazırda mevcut bulunan altyapı yatırımlarının mülkiyetine de sahiptirler. Bugün Kuzey Kıbrıs’ta su yönetimine ilişkin yürüttüğümüz çalışma, su kaynaklarının etkin, verimli, sürdürülebilir, eşitlikçi, güvenilir ve kaliteli biçimde yönetimini uygulamaya geçirmek ve bu alanda etkili denetim uygulamak amaç ve vizyonu ile devam etmektedir. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti hükümeti olarak, suyun rasyonel olarak kullanılmasını ve doğru biçimde yönetilmesini sağlama yükümlülüğümüz olduğunun bilincindeyiz.Suyun oluşacak özerk su kurumu tarafından yönetilmesini, dağıtımınınsa belediyelerimizin stratejik ortaklık temelinde “KKTC Belediyeleri Su ve Kanalizasyon İşletmeleri” adı ile oluşturduğu yapı aracılığıyla gerçekleştirilmesini öngörmekteyiz. Bu sürecin ilerletilmesinde, gerekli noktalarda, farklı paydaşların, farklı formüllerle katılımına açık bir yaklaşımı benimsiyoruz.Yani sistemin bileşenleri devlete bağlı özerk otorite, belediyeler ve diğer işletmeler olacak ve eşgüdüm içinde hareket etmeleri sağlanacaktır.

Sinan: Başta su dağıtımı olmak üzere çeşitli stratejik kurumların özelleştirilmesi yönünde Ankara’dan yoğun baskı yapıldığını biliyoruz. Sizce özelleştirme yöntemiyle mi yoksa özerkleştirme yöntemiyle mi bu kurumlar yeniden yapılandırılmalı?
Erkut Şahali: Biz hem parti olarak, hem de koalisyon hükümeti olarak, ülkemizin konumundan, ölçeğinden ve içinde bulunduğumuz durumdan kaynaklanan gerçeğimizden hareketle, stratejik kurumlarımızın özerkleştirilerek, siyasi tahakküm altında olmayan yönetimlerce idare edilmesi ve rekabet gücü yüksek biçimde hizmet vermesi gerektiği inancındayız. Halen bu inancımızın yaşam bulması için çok yoğun bir yasama, idari kapasite artırımı ve mali yapılandırma ile geriye dönük görev zararlarını giderme gayreti içindeyiz. Kurumlarımızın yeniden yapılandırılarak hem bugünün gereksinimlerine hızlı ve kaliteli yanıt verebilmesi, hem de yakın gelecekte gerçekleşmesini arzu ettiğimiz çözüm koşullarına hazır halde bulunabilmesi için çok ciddi bir çabamız vardır. Bu çabaya Türkiye’nin sağladığı mali ve teknik katkıları da dahil ederek, çok daha yüksek bir kapasite ile yakalamamız gereken düzeye yol alıyoruz. Bu sancılı ve zor bir süreçtir. Geçmişten bugüne alışkanlık haline gelen çarpıklıklarımızdan kurtulmak için bir süre daha zorluklarımız devam edecek. Ancak sözlerimin başında belirttiğim gibi, devlet olma niyetini beyan ettiğimiz 1975 yılından bugüne yapmadığımız, yaparken vazgeçip bıraktığımız ya da ertelediğimiz her şeyin bugünden yarına yerli yerine gelmesi de mümkün olmuyor.

“Adına Barış Suyu dediğimiz bu projeyle Ortadoğu ve İsrail’e de su ihracatının önü açıktır”

Sinan: Anamur suyunun Kıbrıs’a gelmesinin ve Türkiye ile teknik problemlerin aşılmasından sonra, suyun Güney’e de verilmesi, hatta Kıbrıs üzerinden İsrail’e de taşınması konusunda çeşitli spekülasyonlar var. Bu konuda bir stratejik plan ya da en azından öngördüğünüz bir yaklaşım var mı?
Erkut Şahali: Su daha adaya ulaşmadan biz adına “barış suyu” dedik. Bu adlandırmada son derece samimiyiz. Bugün, Güney Kıbrıs’ta da su en önemli değerdir ve henüz bizim gibi kıtlık aşamasına ulaşılmamış olsa da, her gün biraz daha azalmaktadır. Kıbrıslı Rumlar geçmişte bizim yaptığımız hataları yapmadılar. Coğrafi elverişliliği de değerlendirerek yerüstü rezervlerini alabildiğine artırırken, yer altı kaynaklarını da belli bir disiplin içinde kullandılar. Buna karşın halen yaklaşık 200 bin metreküp de her gün denizden arıtmaktadırlar. Çözüm koşullarında tüm doğal kaynaklar, adada yaşayan herkesin ortak mülkiyetinde olacağına göre, suda da eşit ortaklık gündeme gelecek. Türkiye’den gelen su, hem bugün için bir fırsat olarak görülmeli, hem de çözümle birlikte herkesin sahip olacağı bir yaşam güvencesi olarak kabul edilmelidir. Projenin bugün itibarıyla başarısı ortadadır. Dolayısıyla, Türkiye’nin Kıbrıs üzerinden diğer ülkelere de su ihracı elbette düşünülebilir ve aslında düşünülmektedir. Özellikle Ortadoğu ve Doğu Akdeniz için geleceğe yönelik iklimsel öngörülerde hep kuraklıktan söz edildiği akılda tutulduğu zaman, bu ihracın gerçekleşmesi hedef olarak pek mümkündür. Üstelik Temmuz 2010’da Türkiye ile imzaladığımız anlaşmada böylesi bir ihtimale yer verilmiş ve bu hak da münhasıran Türkiye’ye tanınmıştır.

Sinan: Bir Bakan olmanızın dışında CTP yöneticisi olarak bu sorulara aynı yanıtı verir misiniz? Yani eğer CTP muhalefette olsaydı, Türkiye-KKTC ilişkilerinde su odaklı olarak gelinen noktada duruşunuz aynı olur muydu?
Erkut Şahali: Kesinlikle evet. Bizim bu konuda ne denli tutarlı olduğumuz aslında konu gündeme ilk kez geldiğinde ve biz ana muhalefet partisiyken takındığımız tutum ve tavrımızdan da görülebilir. Ve bir şey daha; su konusunda ne dediğimiz 20 yıl boyunca yönettiğimiz Gazimağusa Belediyesinde su ve atık su yönetimine ilişkin oluşturduğumuz yapıyla da anlaşılabilir. Buna bir mikro uygulama örneği olarak da bakılabilir. Gazimağusa Kuzey Kıbrıs’ın ikinci büyük kentidir. AB finansmanıyla yapımı tamamlan kanalizasyon şebekesi ve atık su arıtma tesisi bugün yabancı bir şirket tarafından işletilmektedir. Tesisin idamesi, çıktı kalitesi ve atık denetimi Gazimağusa Belediyesi’nin kontrol ve denetimine tabidir. Bu denetime esas teşkil eden de devletin bu konudaki mevzuatı ve otoritesidir. Yine Gazimağusa’da denizden içme suyu arıtma tesisi belediye tarafından yap-işlet-devret formülüyle yıllardır devrededir ve günlük 7 bin metreküp içme suyu denizden arıtılarak kente sağlanmaktadır. Burada işi yüklenen işletme Türkiye-İsviçre ortaklığıdır. Yani devletin kurallarına bağlı olarak, belediyenin otoritesine tabi olarak özel işletmeler su konusunda hizmet vermektedir. Hal böyleyken, bunu ulusal ölçekte planlayıp uygulamak pek tabii ki mümkündür ve bu konuya biz muhalefetteyken de, iktidardayken de devlet olma bilinç ve sorumluluğuyla yaklaşmaktayız.

Sinan: UBP ile koalisyon hükümetinin ortağı olmanız, Türkiye ile ilişkilerde belirli bir “esneme” getirdi mi yoksa CTP’nin, UBP’nin iktidarda olduğu dönemlerdeki duruşunu sergilemeye devam ettiğini düşünüyor musunuz? 
Erkut Şahali: Ben bu konuda önemli bir farklılık olduğunu düşünmüyorum. Ancak şurası da bir gerçek. Muhalefetteyken Türkiye makamlarıyla doğrudan iletişim kanalları pek dardır. Dolayısıyla gündeme ilişkin değerlendirmeler herhangi bir istişare olanağından yoksun olarak ve çoğu kez de medya aracılığıyla elde edilen verilere göre yapılır. Halbuki, iktidarda olunan zamanlarda, makamlar arası iletişim ve diyalog olanakları alabildiğine genişler. Bu da doğal olarak tonlamadan tutun da istişareli değerlendirmelere varıncaya kadar pek çok farklılığın yaşanmasına yol açar. Bunun ötesinde bir durumun olup olmadığı tutarlılık analiziyle saptanabilir ki, ben bu konuda bizim açımızdan baktığımda, ciddi bir arıza tespit edemiyorum.

Sinan: Su projesinin bugünkü yapılanması ve geleceğine dair Güney’le bir istişarede bulunuluyor mu? Bir yandan müzakerelerin sürdüğü ve müzakerelerde ciddi mesafe alındığı düşünülürse, olası bir Birleşik federal Kıbrıs’ın, Anamur suyunun Türkiye kontrolünde dağıtılmasını sorunsuz biçimde kabul edeceğini düşünüyor musunuz?
Erkut Şahali: Bu soru pek bir izafi oldu. Çünkü bir yandan müzakerelerin nihayetine henüz erişilmedi, öte yandan biz Türkiye ile su konusunu nasıl çözümleyeceğimizin kararını vermedik. Ancak şu bir kez daha söylenebilir. Birleşik Federal Kıbrıs’ta devlet gibi, doğal kaynaklar da ortak olacak ve tarafların çözüm öncesinde uluslararası hukuk kurallarına uygun olarak yaptıkları uluslararası anlaşmalar karşılıklı olarak sahiplenilerek, ortaklık devletinin de taraf olacağı anlaşmalara dönüşecek. Bunu henüz çözüme ulaşmamış olsak dahi söylemek mümkündür çünkü bu konular hukuki temellere ve karşılıklı saygıya dayandırılır ve ayrıca Annan Planı’ndaki düzenleme de bu biçimdeydi.

Dikkat: REPORTARE’de yayınlanan yazı ve fotoğrafların tüm kullanım hakları saklıdır. Röportaj ve fotoğraflar kaynak gösterilmeksizin ve link belirtilmeksizin kısmen veya tamamen kullanılamaz.