O’nu ilk kez görüp dinlediğimde 2004 başlarıydı. Kıbrıslı Türkler barış ve çözüm talepleriyle meydanları doldurmuştu. HenüzCumhuriyetçi Türk Partisi (CTP) Genel Sekreteriydi. O kürsüye çıktığında on binler pür dikkat ağzından çıkacak sözleri dinliyor, O konuştukça meydanlardaki coşku artıyordu. Miting meydanlarında devleşen Ferdi Sabit Soyer, Kıbrıs’ın yetiştirdiği en iyi hatiplerden biri olduğunu sonraki yıllardaki sayısız mitingde sayısız kez kanıtladı.
Ferdi Sabit Soyer Kıbrıs’taki karizmatik liderler döneminin son temsilcilerinden biri. Kendine özgü bir üslubu, son derece coşkulu bir karakteri var. Her yaştan, her sınıftan, her kökenden insanla kısa sürede yakın ilişki kurabilme, karşısındakini etkisi altına alabilme becerisine sahip. Onunla Kıbrıs sorunundan sufiliğe, iyi bir kebabın inceliklerinden Türk Sanat musikisinin makamlarına, dünya sol hareketinin tarihinden şiire, aklınıza gelebilecek her konuda sohbet edebilir, hatta yakaladığınız her fırsatta heyecanlı bir tavla partisi yapabilirsiniz. 6 Haziran 2011’de gerçekleştirilen Kurultay’da yoldaşlarına duygusal bir veda konuşmasıyla Genel Başkanlık koltuğunu bırakan Ferdi Sabit Soyer CTP Mağusa Milletvekili sıfatıyla coşkulu konuşmalarını Cumhuriyet Meclisi kürsüsünden sürdürüyor. Geçen zaman içerisinde dinlenmiş, okuyup yazmaya daha fazla zaman ayırabilmiş, sokakla olan bağını daha da güçlendirmiş görünüyor.
Bu röportaj Aralık ayı ortalarında, Lefkoşa’da Parti Genel Merkezinde yapıldı. Ferdi Bey yaklaşık 3 saat süren sohbetimiz boyunca sorduğumuz her soruya uzun ve çekincesiz yanıtlar verdi. Kıbrıs ve Kıbrıslı Türkler hakkında pek fikri olmayan okuyucu için Ferdi Bey’in anlattıkları çok öğretici olacak. Kıbrıs siyasetine aşina olanlar için ise Ferdi Bey geçmiş, bugün ve geleceğe ilişkin satır aralarında hayli ilginç ipuçları veriyor. İlgiyle okuyacağınızı umuyoruz.
Sinan: Ferdi Bey biraz geçmişe giderek başlayacağım. Başbakanlık döneminizde, bir General, Orgeneral Kıvrıkoğlu resmi bir tören sırasında elinizi sıkmamış ve “sen önce Türklüğünü ispat et” demişti. Kıbrıslı Türkler her olayda Türklüklerini ispatla yükümlü tutuluyorlar. Ne hissetmiştiniz o zaman? (meraklı okuyucu için okuma parçaları: Hasan Cemal “Hadi Bakalım Kanıtla Türklüğünü” Erdal Şafak “Başbakanın Çığlığı“)
F. Soyer: Vallahi birey olarak herhangi bir sıkıntı hissetmedim. Ama toplumsal varlığımıza dönük olarak yıllardır sürdürülen bir politikanın yanlışlığının ifadesi olan bu olaya tepkimi gösterdim. Kendisine şunu söyledim: “Bizim herhangi bir şeyi ispat etmek için herhangi bir endişemiz yoktur. Endişesi olan insan ispat eder. Biz Kıbrıslı Türk’üz. Kıbrıslıyım. Aynı zamanda da Türk’üm. Ama Kıbrıslı Türk’üm bu topraklarda. Siz ise bu topraklarda görev yapan ve bizi kendi şablonuna göre tarif etmeye çalışan bir politikanın temsilcisisiniz. Bu politika tutmadı. Ben bu mantığın şekillendiği bir eğitim sisteminde yetiştim. Ama bugünben Kıbrıslı Türküm diyen bütün insanlar da bu eğitim politikasının içinden geçmiş insanlardır. Yani hayatın gerçekliğine denk düşmeyen bir eğitim politikasıdır izlediğiniz. Bu siyasetin tutmaması nedeniyledir ki şimdi değişik psikolojik, siyasi, ekonomik, askeri bir kısım ağırlıklarla bunu sürdürmeye çalışıyorsunuz. Bu ciddi bir çelişkidir. Bu çelişki sizi zora sokuyor, bizi değil. Ve sonuç olarak Kıbrıs Türk halkını ve Türkiye’yi zora sokuyor. Biz kendi kimliğimizle övünürüz. Biz buna Türkiye’de de sürdürülen bir politikanın yansıma biçimi olarak bakıyoruz. Herkesi belirli bir tanımlamaya uyarlamaya çalışıyorsunuz. Bu Türkiye’de de tutmadı, büyük gerginlikler yaratıyor. Bizde de tutmadı.” Bunu bu şekilde ifade ettim kendisine.
Sinan: Türkiye’nin Kıbrıs’a ilgisi 1950’lerden sonra yoğunlaştı. Daha öncesinde Misak-ı Milli sınırlarına dâhil edilmediği gibi aksine Lozan Antlaşması madde 20-21 ile Türkiye’nin Kıbrıs üzerindeki tüm haklarından vazgeçildi. Kıbrıslı Türkler “anavatana dönüş” için özendirildi. Siz bütün bunların da tanığı olan, köklü bir aile geleneğine de sahipsiniz. Türkiye’de birileri sizin farkınıza varmadan çok daha önce sizler Adada Türk’tünüz ve varlığınızı koruma savaşı veriyordunuz. Türkiye nerede hata yaptı?
F. Soyer: Türkiye; tarihi hep o günün ihtiyaçlarına göre, kendi kafasına göre şekillendirmeye çalışarak yaptı en büyük hatayı. Şimdi düşün bir, bunun en somut örneği 2002-2003-2004 dönemlerinde Türkiye’de Kıbrıs üzerinden siyaset yapıldı. Türkiye’nin demokratikleşmesine, AB uyum sürecine bu anlamda bir şekil verme yönündeki iyi niyetli çabalara karşı tepki organize edilmeye çalışıldı. Kıbrıs üzerinden yapılmaya çalışıldı bu. Annan Planı çıktığı zaman Türkiye’de AB sürecine, vesayetçi rejimin değişebileceği ihtimaline ve yine demokratikleşme sürecinde Türkiye’deki değişik kimliklerin demokratik birlikteliğine doğru bir evrimleşme sürecine girebileceklerini bildikleri için, Türkiye’nin AB sürecini dinamitlemek için, yıllar boyu muasır medeniyet seviyesine ulaşma hedefini koyduklarını iddia eden Kemalist çevreler bu sürece şiddetle karşı çıktılar. Ve ne kadar gariptir ki Annan Planı ile ilgili tartışmalara şöyle yaklaştılar: “Bu Sevr Antlaşmasıdır! Ve biz Lozan’ı deldirtmeyiz!” dediler. Ne kadar gariptir, Lozan Kıbrıs’ı İngiliz’e terk eden bir antlaşmaydı. Nasıl olur da siz Lozan üzerinden, Lozan’ı koruyacağız diye Lozan’ın İngilizlere devrettiği ve Misak-ı Milli dışında tuttuğu bir adaya sahip çıkmaya kalkışarak siyaset yapmaya yelteniyorsunuz? Bundan daha büyük bir çelişki, bir kafa karışıklığı, politik ihtiyaçlara göre tarihi çarpıtma, o ana göre şekillendirmeye kalkışma hadisesinin daha güzel bir örneği olabilir mi? Hâlbuki Türkiye’nin ve Kıbrıslı Türklerin çıkarlarını gerçekten arzulamış olsalardı, değişen ve gelişen dünya koşullarında Birleşik Federal bir Kıbrıs’ta, Kıbrıs Türk Halkının siyasi eşitlik temelinde yer almasını sonuna kadar savunurlardı. Böylece AB süreci içerisinde bir Kıbrıslı Türk’ün de bir cumhurbaşkanı, bir dışişleri bakanı olabildiği bir devletin AB üyeliğini sağlamış olurlardı. Dolayısıyla bu insanların ileriyi görmedikleri, sırf Türkiye’deki iktidar ya da şablonla oluşturdukları “devlette, iktidarda kalmak” ve yalnızca bu ideolojik darlık içerisinde hareket ettiklerine de bu çok güzel bir örnek oluşturmaktadır kanısındayım.
Sinan: Kıbrıs’ta sokaktaki adam ne istiyor?
F. Soyer: Çözüm istiyor! Bu bir gerçek… Burada sivil, demokratik, dünyayla buluşmuş bir yapı istiyor. Şimdi bu çok klasik bir şey gibi gelir insana ama Kıbrıs’ta sokaktaki insan 50 senedir açık, örtülü sürdürülen bir savaşın mağdurudur. Evet, bugün silahlar patlamıyor ama bir savaşın sürdüğünü herkes biliyor. Bu bir ekonomik savaştır, bu bir psikolojik savaştır. Bu bir soğuk savaştır. Bu bir siyasi savaştır. Sokaktaki adam, bugün hala daha Kıbrıs sorunu denen bir hadisenin mağdurudur. Dolayısıyla bir insan haçanabir (nereye kadar) bu sorunla yan yana yaşayabilir? Haçanabir bu sorunla hayatını idame ettirebilir? Dolayısıyla bu sorundan kurtulmak istiyor. Daha özgür, daha demokratik, geleceği ekonomik, sosyal, kültürel, siyasal çok daha değişik ilişkiler içerisinde şekillendirmek istiyor. Askeri bu adada görmek istemiyor. Kıbrıslı bir Türk olarak Kıbrıslı Rumlarla farklılıklarını gözeterek, birlikte, barışçıl bir ortamda hayatın güzelliklerini yaşamak istiyor. Hadise budur. Sokaktaki insan bunu istiyor.
Sinan: Annan Planı sonrasındaki büyük düş kırıklığından sonra Kıbrıslı Türklere hala barış, hala çözüm dedirtecek yansımalar neler? Bütün yaşananlara rağmen hala nasıl çözüm, nasıl barış denebiliyor?
F. Soyer: Çünkü hayatında bu sorunun çözülmemesinden kaynaklanan ekonomik, sosyal, psikolojik, kültürel her türlü hadise artarak devam ediyor. Ekonomide bir açılım yok. Kültürel olarak herhangi bir gelişme hissetmemektedir. Aksine bu çözümsüzlüğün sürmesinin kültürel ve toplumsal varlığına dönük olarak ciddi erozyonlar yarattığını da görmektedir. Dolayısıyla her gün daha gazeteleri açtığında, Kıbrıs sorunuyla ilgili “o onu dedi, bu bunu dedi, Rum tarafı şunu dedi, Türk tarafı şunu dedi tartışmaları, Türkiye şöyle yaptı böyle yaptı”, bütün bunları okumaya devam ediyor. Aynı zamanda hayatında yeni bir gelişme, yeni bir ilerleme göremiyor. Aksine gerileme var. Belirsizliği hissediyor. “Ne olacağım” sorusuna bir cevap ta bulamıyor. Toplumsal geleceğinin büyük ölçüde sıkıntıda olduğunu hissediyor. Bundan ötürü çözüm istiyor. Bak, işin en ilginci, sokağa çık ve insanlara çözüm ister misin diye sor. Yüzde 90’ı size çözüm isterim der. Ama “çözüm olacak mı?” sorusuna hayır yanıtını veriyor. Çözüm istiyor ama çözümün olabileceğine dair ihtimal verme noktasında umutsuz bir durum içerisindedir. İstiyor ama gerçekleşeceğine dair bir umudu yok. Bunun sonunda ne oluyor? Daha bir bireycileşmeye başlıyor. Bu kez toplumsal varlık yerine, kendi bireysel yaşamını idame ettirebilme, varlığını koruyabilme, çevresini koruyabilme gibi noktalara doğru savruluyor. Bu da sol açısından, ki aslında sağ açısından da böyledir, toplumsal bir ortak payda yakalayabilme dinamizmini zedeliyor. Bu da toplumsal varlığı koruma ve geliştirme konusundaki dinamikte önemli bir eksikliğe sebebiyet veriyor. Onun için bizim muhakkak bu isteği umuda doğru döndürecek ve umudu öldürtmeyecek ve bu umudu yalnızca boş bir hayal olarak değil, gerçekleşebilme ihtimalini yeni şartlarda, yeni fikirlerle sürekli canlı tutup, arayışı artıracak çalışmalara ihtiyacımız olduğu kanısındayım.
Sinan: Türkiye’deki genel kanaat şu. Sizin bir devletiniz var: KKTC. Kıbrıslı Türkler bu KKTC’yi istemiyorlar. Bağımsızlık ve egemenlik istemiyorlar gibi bir algı var. Siz gerçekten KKTC’yi istemiyor musunuz? Neden istemiyorsunuz?
F. Soyer: Bir kere bir toplumun kendini var edebilmesi için devlet denilen organizasyona ihtiyacı var. Kimse benim devletim olmasın diye bir hadise içerisinde değildir. Ama bu devlet olgusunun bir başka olguyla birlikte şekillenmesi lazımdır. Bu da demokrasidir. Aynı zamanda ceberrut bir yapıdan çıkması, insanları kontrol eden bir devlet değil, insanların ihtiyaçlarına cevap verecek olan teknik bir devlet, demokratik bir devlet olgusuyla birlikte ben bu devletin varlığının devamını ve geliştirilmesini gerekli görürüm. Çözüm isteyen her Kıbrıslı Türk şunu sorgulamaktadır: Biz Federal bir çözüm istiyoruz. Federal bir çözümde ortak bir devlette siyasi eşitlik istiyoruz. Ama kendi kendimizi yöneteceğimiz, Federal ilkelere bağlı, bizim kurucu devletimizin, Federe devletimizin de olmasını istiyoruz. Devlet olgusunu reddetmiyoruz ki? Ancak orta yere ayrılıkçılık temelinde çıkarılan devlet biçimine itirazımız var. Çünkü bu devlet, büyük ölçüde halkına yabancılaşmıştır artık. Neden? Çünkü ayrılıkçılık temelinde şekillendiği, statükoyu korumak için şekillenen bir yapı olduğu için bu devletin ruhunda ağır bir militarizm olgusu vardır. Demokratiklik devre dışına çıkarılmıştır. Zedelenmiştir. Halkına karşı bir davranış içerisindedir. Bu yapıyı devam ettirebilmek için bu devlet, ekonomik akla, üretkenliğe, halkın ekonomik girişim gücüne değil Türkiye’den aktarılan bir takım kaynakların üleştirilmesi mantığına dayalı olarak şekillendirilmektedir. Dolayısıyla bu devlet aynı zamanda bugünkü şekliyle Kıbrıs Türk halkının girişimci gücünü, demokratik gücünü, yatırımcı gücünü, kendine güven gücünü de büyük ölçüde erozyona uğratmaktadır. Sonuç itibarıyla egemen olan güçler şunu söylemektedir: Savunmamız Türkiye’ye emanet. Mali durumumuz Türkiye’ye emanet. Ekonomimiz Türkiye’ye emanet. Peki biz kime emanet? O zaman insanlar yabancılaşıyor bu KKTC’nin kuruluş mantığına ve bu mantığın şekillendirdiği fonksiyona. Ama bu demek değildir ki Kıbrıs Türk halkı devlet istemiyor? Hayır. Demokratik, kendi kendisini yönetebilen, derdini de, cefasını da, sefasını da kendi mesuliyeti altında geliştireceği Türkiye ile ilişkilerini de dostane, karşılıklı saygı temeline bağlı olarak geliştirebildiği, kendi kesesiyle hareket edebilen, kendi kararlarını kendi ihtiyaçlarına göre şekillendirebilen bir yapıya döndürmek istiyor. Ana hatlarıyla pozisyon budur. Zaten bunu yapanların hem Kıbrıs Türklerine, hem Türkiye’deki demokratikleşme hadisesine yaklaşımları budur: ya sev, ya terk et! Devletin demokratik tarzda dönüşümünü talep eden Türkiye insanına da bunlar devlet düşmanı, yıkıcı, devleti istemeyen insanlar olarak yaklaşıyorlar. Aynı mantıkla, bizler de bu talepleri yükselttiğimiz için işte KKTC’yi istemiyorlar, devlet istemiyorlar, Rum devletine dahil olmak istiyorlar şeklinde saldırıyorlar. Hiçbir Kıbrıslı Türk yoktur ki, ben Kıbrıs Cumhuriyetinin bugünkü şekliyle, yani gaspedilmiş, statükonun şekillendirdiği haliyle Kıbrıs Cumhuriyetinin vatandaşı olayım da, bireysel olarak haklarıma kavuşayım desin? Olmuş olsaydı zaten kimse Kuzeyde yaşamazdı ki? Hepsi kaçar giderdi Güneye. Dolayısıyla haksız ve yanlış bir mantıktır bu.
Sinan: Kıbrıslı Türklerin haklarının gaspedildiğini mi düşünüyorsunuz Rumlar tarafından?
F. Soyer: Kesinlikle! Kıbrıs Cumhuriyeti gaspedilmiştir. Yani sadece haklar değil, Kıbrıs Cumhuriyeti gasp edilmiştir! 1960 da kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti 2 toplumlu bir cumhuriyetti. Üniter bir devletti ancak fonksiyonel federatif düzenlemeleri vardı anayasasında. Yani Kıbrıs Türk halkı bugün olduğu gibi bir devlete, kendi kendisini yönetecek bir devlete sahip değildi. Üniter bir devletin vatandaşı durumundaydı. Yalnızca Kıbrıs Türk halkının dini, kültürel rol ve fonksiyonlarını karşılayacak, onlarla ilgili düzenlemeler yapacak Cemaat Meclisi vardı. Cemaat meclisi din, eğitim, kültür ve diğer işlere bakardı. Örneğin vergi toplama hakkına sahip değildi. Merkezi devletten, nüfus oranına göre bütçeden ayrılacak bir katkıyı alarak fonksiyonunu sürdürürdü. Merkezi devlette ise Kıbrıs Türkleri fonksiyonel federatif haklara sahipti. Cumhurbaşkanı yardımcısı Kıbrıslı Türkler tarafından seçilecek, Cumhurbaşkanı ise Rumlar tarafından seçilecekti. Cumhurbaşkanı yardımcısının veto hakkı vardı. Siyasi eşitliği sağlayabilecek en önemli araçtı bu.
Sinan: Ama işleyen bir veto mekanizması mıydı bu?
F. Soyer: İşledi evet. 1 defa işledi o dönem. Vergi yasalarını veto etti Kıbrıs Türk liderliği. Ki bu vergi yasaları Kıbrıs Türk halkına büyük bir avantaj sağlıyordu aslında. Hem Türk hem Rum hakim grubu olarak vergi fazlalığı getiren bir düzenlemeydi. En önemli Rum burjuvaları da desteklemişti Kıbrıs Türk Liderliğinin vetosunu. Buna da Türklük Rumluk davası çıkartmışlardı bu çerçevede. Aynı zamanda Temsilciler Meclisi vardı. 15 Türk üyesi vardı Temsilciler Meclisi’nin. Bütçe bu 15 Türk üyenin en az yarıdan 1 fazlasının oyunu alarak geçmek zorundaydı siyasal eşitlik temelinde. Bakanlar kurulunda 3 Türk bakan vardı. Savunma, Tarım ve Sağlık Bakanları. Bunlar tabii Başkanlık Sistemi olduğu için Cumhurbaşkanı ve Cumhurbaşkanı yardımcısının başkanlığında toplanırlardı. Dolayısıyla Cumhurbaşkanı Yardımcısının veto hakkının bulunması nedeniyle Bakanlar Kurulu kararları için Cumhurbaşkanı Yardımcısının da evet’i gerekirdi. Bütün bunlar fonksiyonel federatif düzenlemelerle siyasal eşitliği sağlayan unsurlardı. 1962 yılında Makarios dönemin İngiltere’sinde ki soğuk savaş koşullarında şekillenmiş bir yapıdır bu, İngiltere’nin teşvikiyle, biliyorsunuz o dönemde İngiltere ABD ile de bir rekabet ortamındaydı, Makarios Anayasada bulunan federatif siyasi eşitlik haklarını düzenleyen 13 maddenin değişmesini talep etti. Bu teklife Kıbrıs Türk tarafı karşı çıktı ama Makarios, İngiltere’nin teşvikiyle bunu ilerletmeye devam etti. Sonuçta toplumlar arası çatışma dediğimiz hadise bundan çıktı. Ve o dönemin Türkiye hükümeti, gerçekten bunu söylemek lazım, Sn. Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu, Allah rahmet eylesin, idam edilmiş olmalarına rağmen bu Kıbrıs Cumhuriyeti anlaşmasını yapmışlardır, bize ve Türkiye’ye büyük katkı olmuştu bu. Çünkü ya taksim ya ölüm tezinden bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti tezine geçmek zor bir konuydu. Hele muhafazakâr bir parti için çok zor bir konuydu. Buna rağmen bunu başarmışlardı. 27 Mayıs’ta idam edilmiş olmalarına rağmen gelen darbe hükümeti de Kıbrıs Cumhuriyeti’ni savundu. Darbeden sonra yapılan seçimlerde iş başına gelen rahmetli İsmet İnönü de Kıbrıs Cumhuriyeti’ni, o zamanlar ana muhalefet lideri olmasına rağmen ve TBMM’de bu anlaşmaya ret oyu kullanmış olmasına rağmen, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin yaşaması için Kıbrıs Türk liderliğine müthiş telkinler ve baskılar yaptı.
Mesela bugün saklanan bir tarihi gerçek vardır: 1963’te Aralık ayında olaylar çıktığı zaman ve bu darbeci girişime karşı bir tepki oluşup ta toplumlar arası çatışmalar başlayınca kantonlar oluştu Kıbrıs’ta. Mart 1964’te rahmetli İsmet İnönü Kıbrıs Türk liderliğine bir mektup yolladı Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı olarak. Dedi ki, “sakın ola Kıbrıslı Türk Bakanlar, milletvekilleri ve memurlar bu kantonlarda kalmasınlar. Geriye, görevlerinin başına gitsinler. Kıbrıs Cumhuriyeti’ni yaşatalım. Sakın ha kantonlara saklanıp kalmayın. Kantonlara saklanıp kalma işinden vaz geçin.” Diye mektup yolladı. Kıbrıs Türk liderliği bunu reddetti ve İnönü’ye cevaben bir mektup yolladı. “Eğer bize memurlar görevlerine geri gitsin, bu kanton işinden vazgeçin diyorsanız, o zaman bize gemiler yollayın ve bütün Kıbrıslı Türkleri Anadolu’ya geri alın, Anadolu’da bize de yer açın” dedi. Bu çok ilginç bir tarihtir. 1964 bu bakımdan çok önemli bir tarihtir. Aynı şekilde Dillirga, Erenköy dediğimiz bölgelerde de müthiş çatışmalar oldu. EOKA ve Yunanistan’dan gelen askerlerin yarattığı hadise nedeniyle Erenköy bölgesinde bulunan ve daha ziyade Türkiye’den gelen öğrencilerin oluşturduğu direniş esnasında biliyorsunuz, Türk uçakları da gelip ilk defa 60 Garanti anlaşması çerçevesinde o bölgeyi bombaladılar ve oradaki katliamı durdurdular. Bu bir tarihi gerçektir. Bu dönemde de çok ilginçtir, Yunanistan’ın şimdiki Yorgo Papandreu’nun dedesi olan Yorgo Papandreu, Başbakan olarak Makarios’a bir mektup yolladı. “Sen kimsin ki” dedi Makarios’a “Milli merkez Atina’nın haberi olmadan Erenköy’e, Dillirga’ya saldırdın ve Türk-Yunan savaşına sebebiyet verecek olan bir savaşın çıkmasına yol açtın?” Makarios’un ona verdiği cevap ise çok ilginçtir. “Şaştım kaldım bu mektubuna Sn. Papandreu” diyor Makarios. “Çünkü sizin Yunanistan’dan bize yolladığınız General Karayannis ve Grivas yanıma geldiler ve Yunan Hükümeti ile Yunan Genelkurmayının talimatı mucibince yarım saat içerisinde Erenköy’e taarruz etmezsek Türkler denizaltılarla denizden, karadan da Erenköy’den saldırıya geçecekler. Bunun üzerine ben izin verdim. Siz ise yolladığınız mektupta bundan haberiniz olmadığını söylüyorsunuz. Bu nasıl iştir?”. Yani 1964 yılında bakın, Türkiye’nin seçilmiş bir başbakanı Kıbrıs Türk Liderliğine mektup yolluyor, kantonlara ne yapmaya gittiniz siz, geri dönün ve kantonlarda kalmayın, amaç Kıbrıs Cumhuriyeti’ni yaşatmaktır; Yunanistan’ın Başbakanı da 64’te, Ağustos ayında bu kez 64’ün, Makarios’a yolluyor mektubunu, “neden saldırdın” diye. Dolayısıyla her iki tarafta da derin devletin fonksiyonunu ve NATO’nun, o dönemdeki ABD’nin en muhteris, en militer kesimlerle olan bağını gösteren çok ciddi bir hadisedir.
Sinan: Şimdi bağlantılı birkaç soru soracağım o halde. Yani Anavatanların, Kıbrıs Cumhuriyetinin çöküşünde dahli olmadığını mı, seçilmiş hükümetlerinin dahli olmadığını mı söylüyorsunuz?
F. Soyer: Kesinlikle! Türkiye ve Yunanistan hükümetleri, 63’te çıkan problemlerin suhuletle çözümlenmesi konusunda irade koymuşlardır ortaya. Hem Papandreu Hükümeti, hem İnönü Hükümeti. Ama olayların, derin devletle birlikte, iki taraftaki derin, dar milliyetçi güçlerin itmesiyle, sonuç itibarıyla yaşanan, kendi önlerine çıkartılan bu sakat doğuş hadisesinin çocuğuna emzik vermek, mama vermek zorunda bırakılmışlardır Türkiye’nin sivil yöneticileri. Benim için en çarpıcı, en ibret verici tanımlamayı Turgut Sunalp yapmıştır. Biliyorsunuz Turgut Sunalp, 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kuruluş görüşmelerinde Genelkurmay adına Anayasa görüşmelerinde Albay rütbesiyle yer almış bir askerdi. İlk defa 1960’ta Kıbrıs’a gelen ve yerleşen, 60 Antlaşmaları mucibince Garantör olarak, Kıbrıs Türk Kuvvetleri Alayının da ilk komutanıydı Turgut Sunalp. Kıbrıs sorununu da çok iyi bilen, içeriğindeki değişik bakış açılarından da yer almış biri. Daha sonra hatırlayacaksınız, 12 Eylül döneminde mevcut parlamentodaki partiler kapatılmış ve amblemi horoz olan MDP partisini kurmuştu Turgut Sunalp. Kenan Evren’in en fazla desteklediği, Özal’a karşı kefilim dediği partiydi. Sn. Turgut Sunalp’in o dönem Milliyet Gazetesinde çıkan bir röportajı var. Bu röportaj beni çok etkilemişti. Şöyle demişti Kıbrıs sorunuyla ilgili Turgut Sunalp. Türkiye’yi düşünün okyanusta sefer yapan dev bir tanker gibi düşünün. Dev gibi bir tanker okyanusun dalgalarıyla boğuşuyor, denizleri aşıyor, limana geliyor, Ve bir romörk bunu alıyor, ip ile bağlıyor ve bir dubaya o dev gibi tankeri bağlıyor. İşte Kıbrıs sorunu da bizim için, bizi gelip bağladığı dubaya götüren bir romörktür. Demişti. Ve gerçekten de Denktaş, bu romörkün iyi kaptanı oldu. Senelerce Türk siyasi yaşamını Türkiye’deki siyasi yaşamın cilvelerinden yararlanarak yönetti. Hangi sivil Türk Hükümeti Kıbrıs sorununda çözüme doğru yaklaştıysa muhalefetini besledi. O muhalefet “Kıbrıs elden gidiyor” diye bağırarak adım atmak isteyenin önünü kesti, sonra o iktidar olunca, Kıbrıs sorunu gerçeğiyle yüzyüze kalıp, Kıbrıs sorununu çözmeye kalkınca bu sefer sıra onun muhalefetine geldi. Uzun yıllar Türk siyasetinin bu bir kesimi ki bu kesim Türkiye’yi vesayetçi bir anlayışta tutmaya çalışan üniformalı bürokratlar ve bir kısım sivil bürokratlardı, bunlara dayanarak Türkiye’deki tüm sivil hükümetleri deyim yerindeyse Kıbrıs sorunun çözümsüzlüğü doğrultusunda parmağında oynattı. Mesela bir zamanlar, Ecevit Kıbrıs sorununun çözümüne doğru meylettiği zaman onun muhalefetine gitti. Onun muhalefeti Süleyman Demirel’di. Demirel Kıbrıs sorununu çözmeye meylettiği zaman tekrar onun muhalefetine gitti. Sonra Turgut Özal işbaşına geldi. Özal Kıbrıs sorununu çözmeye kalktığı zaman bu kez onun muhaliflerine, Demirel’e, hatta SHP’yi teşvik etti. Ne zaman Demirel SHP iş başına geldi, bu kez onların muhaliflerine, Erbakan’lara eğilim gösterdi. Sonra Tansu Hanım, o çözüme doğru yönelmeye başladığında, onların muhaliflerine eğilim gösterdi. Böylece Türkiye’de demokratikleşme süreçlerini engellemeye çalışan, Kıbrıs sorunu üzerinden siyaseti ve sivil yönetimleri bu soruna bağımlı tutarak bu çerçevede hareket ettirmeye çalışan bir noktaya gitti. Bunun bedeli Türkiye’ye çok ağırdır. Mesela 1974’ten sonra Kıbrıs yüzünden Türkiye ambargo yedi. Bu ambargo büyük bir yıkım getirdi Türkiye’ye. Türk ekonomisinin yedek malzemeye, ham maddeye, teknolojiye, Türk Silahlı Kuvvetlerinin bir takım ihtiyaçları vardı. Koskoca Türkiye. Bu ambargoya rağmen bunlar nasıl elde edilecek? Mafya ile. O zaman işte 74’ten sonra bu kez bu ihtiyaçları nedeniyle Türkiye’nin bunları alabilmesi için daha sonra devletin içerisine çöreklenmiş, devletle bütünleşmiş mafyalar gelişti. Bunları alıp bir incelesin Türkiyeliler. 74’ten sonraki para transferlerinde bunlar bu sefer de Vatikan bankaları üzerinden yaparlardı. Papa cinayetine kadar giden hadiselerin silsilesi budur. 74 aynı zamanda Türkiye’ye görünmeyen cezaların, bugüne kadar süren ve zorlanarak temizlemeye çalıştığı ilişkilerin merkezi de olmuştur burası. Siyaseten Özel Harp Dairesinin alanıdır burası. Bütün etkin ve yetkin planlamaları buradan geliştirilmiştir ve Kıbrıs üzerinden bu becerileri kazanarak Türkiye’nin içine de bütün bu hadiseleri taşımıştır. Dolayısıyla bu tür hadiseler hesaplanabilen ya da hesaplanamayan sonuçlarıyla, ama etkin sonuçlarıyla hem Kıbrıs Türklerine hem Türkiye’ye negatif pozisyonlar vermiştir. Şimdi nerede görülmüştür bir ulusal sorun denilen sorun çözülemesin ve hala daha ulusun tüm uluslararası ilişkilerinin önünde engel olarak durmaya devam etsin. Bu mümkün müdür? Neyi kazandın sen ulusal olarak? İşte kazandığımızı doğru bir temelde bir anlaşmayla bağlayamadığımız için kazandıklarımızı da riske ediyoruz. Uzun mücadeleler dendi mesela. Sonuçta iki ayrı bölge, iki tane eşit statüde kurucu devlet. Peki bununla ilgili oluşan siyasi, hukuki, ekonomik toplumsal yapıyı ne yapmamız lazım? Uluslararası meşruiyete kavuşturmamız lazım. Bunun yolu da karşılıklı kabul edilebilir ve uluslararası kabul gören bir anlaşmadır. Şimdi siz 74’ten sonra bütün o geçmiş tarihi birikimlerin üzerinden şekillenen yapıyı karşılıklı kabul edilebilir, çok uluslu bir anlaşmanın tarafı haline getirmediğiniz için şimdi Kuzey Kıbrıs Türkiye’nin işgali, Kıbrıs’taki yönetim de Türkiye’nin bir alt yönetimidir ve yapılan bütün işleri de gayrı yasaldır pozisyonunu sürdürmeye devam ediyor. Çelişki bundandır. Şimdi Türkiye’nin tanıdığı bir devlet, bu devletin içerisinde yaşayan insanlar var. Ama uluslararası hiçbir kabul görmeyen, sosyal, kültürel bütün ilişkileri dinamitlenmiş, sportif ilişkileri bile dinamitlenmiş bir toplum yapısı ve bunu idare ettirmeye çalışıyorsunuz. İşte bu o zaman yapaylaşıyor. Yabancılaşıyor. Meşruluğunu kaybediyor. Zeminini kaybediyor. İşte bundandır bizim çözüm istememizin ana unsurlarından biri. Çünkü bütün bu taa Osmanlı’nın coğrafyasının dışında kalmaktan başlayan, bütün bu tarihsel süreç içerisindeki direngenliğin sonucunu siz ancak bir uluslararası anlaşmayla meşru ve kabul edilebilir bir zemine döndürebilirsiniz. Bunu geciktirdiğiniz her zaman, bütün bu dünyanın hızla ilerleyen, değişen, yıldan yıla ilişkilerin farklılaştığı bir süreçte siz yok oluşa gidersiniz. Bunun kaçınılmaz bir sonucudur bu. Mevcudu koruyamazsınız. Mevcut geriler, nitekim gerilemeye başladı. Hem biz, hem Türkiye! Savunmakta zorlanıyoruz artık yaratılan bütün bu değerleri. Bunun için bir an evvel bir anlaşma ve çözüm gereklidir. Bizim zamana oynama lüksümüz yoktur. Ama Rum tarafında, uluslararası meşruluğa sahip bir yapı olduğu için, ekonomik-sosyal ilişkileri sıkıntılı olmadığı için onların zamana oynama şansı vardır. Zaman onlara da bir şeyleri kaybettiriyor elbette ama zeminini sağlamlaştırıyor aksine. Nitekim AB üyesi olarak ta zeminleri sağlamlaştı. Bizim böyle bir şansımız olmadığından zamana oynamak aleyhimizedir. Bizde ve Türkiye’de yıllardır çözümsüzlük çözümdür denilerek, zamana oynanarak, “kuzeyi en nihayet dünyaya kabul ettireceğiz” diye bir mantıkla hareket etmenin acılarıdır bunlar. Olayın bir başka boyutu var. İşte 200 bin, 220 bin Türk’ün yaşadığı bir toprakta Türk milletinin hasletinden gelen bir meziyetten ötürü biz ayrı ve bağımsız bir devlet istedik öyle mi? Peki ayrı ve bağımsız bir devlet istersen sen, o zaman Kürt meselesine nasıl yaklaşacaksın? Kuzey Irak meselesine nasıl yaklaşacaksın? Peki o zaman İran’la ilişkilerin ne olur? O zaman içinde farklı kimliklerin olduğu Avrupa’nın değişik ülkeleriyle ilişkilerin ne olur? Kimi savunur bu ülkeler? Sana dostluk ilişkisi göstermez. Nitekim bunun gerisinde yatan etkenlerden bir tanesi de budur. İspanyollar asla bizimle temas etmek istemez. Çünkü senin yaklaşımın, onun yaşadığı realitenin tersidir. Ya da başka bir ülkenin yaşadığı sorunlar, senin örneklemense eğer, sen bir örnek olacaksan ve onun için kötü bir örnek olacaksa bu, seni asla istemez. Kıbrıs Rum tarafı bu yüzden hiç te hak etmediği bir itibar elde etti dünyada. Düşünün ki ENOSIS i savunuyor. ENOSIS ne? Kıbrıs’ın Yunanistan’la birleşmesi. Yani Kıbrıs’ın Rodos gibi, Girit gibi olması, Yunan coğrafyasının bir ili olmasını savunuyor. Peki bunu savunan bir tez nasıl olur da zamanında, 50’li yıllarda bütün Bağlantısızlar Hareketinin, bütün sosyalist dünyanın, bütün Avrupa ve sol hareketlerin sempatisini toplayabiliyor ENOSIS Hareketi ve bunu savunan Makarios? Biliyorsunuz, Makarios Bağlantısızlar Hareketinin önde gelen 3-4 liderinden biri olmuştu. Neden? Çünkü siz Kıbrıs Türk tarafı olarak, daha sonra Denktaş’ın 74’ten sonra yazdığı sürgün yıllarında yazdığı “12’ye 5 kala Kıbrıs” kitabında itiraf ettiği gibi değişen dünyadan bihaber, körü körüne bir kriz dostluğu güttük dedi Denktaş. Siz NATO çizgisi doğrultusunda, en kararlı bir NATO üyesi olarak Cezayir’deki Ulusal kurtuluş savaşına da, Arap ülkelerindeki bütün bağımsızlıkçı ve bağlantısızlıkçı hareketlere de karşı çıktınız. Dolayısıyla ENOSIS i savunan bir hareket bütün dünyada anti emperyalist, anti İngilizci ve kurtuluşçu bir hareket olarak göründü ve siz ayrılıkçı ve adayı bölmeye çalışan, ilhakçı ve NATO’cu bir hareket olarak göründünüz. Ve bütün dünyanın ilgisini, sempatisini kaybettiniz siz! Dolayısıyla bütün bunlar bizim nasıl yanlış bir siyaset izlediğimizi gösterir. Ve ENOSIS i savunan bir liderliğin dünyada sempati kazanmasının ve dünya halklarının dostu olmasının en ibret verici örneğidir bu. Mısır’a gidin, Afrika ülkelerine gidin, Makarios’un sahip olduğu saygınlık Atatürk kadardır. Dolayısıyla bütün bunlar Türk siyasetinin müthiş bir yanlışıdır. Bunun kökeninde o dar milliyetçi, fetihçi, bir toprağı kazanma ve bunun gerisindeki NATO’cu planları, emperyalist planları ve aynı zamanda kendi halkına dönük anti demokratik rejimleri, militarist bir ruhla sürdürebilme deviniminin sonuçlarıdır bunlar. Bizim yapmamız gereken bellidir. Bugün mücadeleyi sürdürürken 60’taki sonuçlardan da ders almalıyız. Mesela görüşmeler devam ediyor. Bu görüşmelerde örneğin Annan Planı döneminde 60’ta meydana gelen problemlerden ötürü BM yeni yeni açılımlar koydu. Bu da neydi? Biraz önce söyledim, Kıbrıslı Türkler Cumhurbaşkanı Muavinini ayrı seçer, Kıbrıslı Rumlar ayrı seçer, başkanlık sistemi olduğu için 2 toplumun iradesi ayrı ayrı bir ortak hükümette yansır. Ve orada bir ortak irade yoktur orta yerde. İşte bu, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin devamını engelleyen en önemli faktörlerden biriydi. Bakın bunun üzerinde önemle durmak lazım. Kıbrıslı Türkler’e ait 3 tane bakanlık var: Tarım, Sağlık ve Savunma. Maliye’ye, İç İşlerine, Bayındırlığa bir Kıbrıslı Türk gelemez. Diğer önemli hiçbir bakanlığa bir Kıbrıslı Türk gelemez. Bütün bunları Kıbrıslı Rumların seçtiği bir Cumhurbaşkanı atıyordu. 60’da, 64’te olaylar çıkınca BM bu yüzden 64’te Makarios’u meşru Cumhurbaşkanı olarak kabul etti. Çünkü onu Rum toplumu Cumhurbaşkanı olarak seçti ve bakanlıkların en etkili 7 tanesi de yine onun tarafından atandı. Dolayısıyla geri kalanları da vekaleten yönetmesi mümkün görüldüğünden BM ilişkileri de sürdürebilmek için, onu meşru hükümet, yasal hükümet olarak kabul etti. Bundan ötürü biz Annan Planında şu olguya önem verdik: Federal Parlamentoda müşterek hükümet, ortak parlamentoda ortak güvenoyu! Kıbrıslı Türklerin ve Rumların ayrı ayrı seçtikleri senatörler, mecliste kendi içlerinde birer çoğunluk olması hasebiyle seçilecek olan Kıbrıslı Türk ve Rum başkanları ve hükümeti ortak güvenoyu ile iş başına getirecek. Böylelikle iş başına gelecek hükümet, iki toplumun ortak güveninin ürünü olacak, ortak iradesinin yansıma biçimi olacak. Hükümet 2 toplumdan destek almış olacak. Ki bir bozulma anında başkanlık ta dönüşümlü olacağından, bir taraf tek başına meşruiyeti sürdürebilme şansına sahip olamasın. Mecbur olsunlar birbirlerine bağımlı kalmaya. Şimdi bu görüşmeler sırasında bu mesele başkanlık sistemi tartışmasına dönüştü.Talat ve Hristofyas’ın tartıştığı parlamenter sistemden, bugün başkanlık sistemine gelindi. Bu durumda başkanlık dönüşümlü olacağı için, biz şunu savunduk. Şimdi başkan, belli bir dönem Türk, belli bir dönem Rum olacağı için ve başkanlık sistemiyle oluşacak olan hükümet mevzusu gündeme geleceği için şuna önem verdik: Bir Kıbrıslı Türk Başkan, Başkan Yardımcısı, dönüşümlü olarak Başkan, Dışişleri Bakanı ve AB İşlerinden Sorumlu Bakan ile sınırlı olmamalıdır. Aynı zamanda maliye, İç işleri, Bayındırlık gibi devletin diğer birimlerinde de dönüşümlü olarak temsil edilmelidir. Kıbrıslı Türklerin hükümetteki varlığı görünür olmalıdır. Bunun için en nihayet 8’e 5 formülü geliştirildi. 8 Rum, 5 Türk! Ki Maliye Bakanı örneğin Rum olursa, Ticaret ve Ekonomi Bakanı Türk olsun. İç İşleri Bakanı Türk olacaksa, Bayındırlık Bakanı Rum olsun. Bu yapıyı ve modeli getirdik biz ve bu, sonuçta kabul edildi. Başkanlık ta dönüşümlü olacak. İşte 3 yıl ya da 5 yıl bir Rum, 2 yıl da Türk olacak. Peki o zaman 2 toplumun ortak iradesi nasıl yansıyacak buna? Bunun için de çapraz oyu getirdik. Çapraz oy bundan ötürü geliştirilmiştir. Bu olmadığı takdirde, 60’ın tekerrürü söz konusu olacaktır. Yine Rumların çoğunluğuna dayalı bir yapı olacak, yine benzer sorunlar yaşanacaktır. Ama çapraz oy, siyasi eşitliğimizi sarsmayacak bir oran ve düzenleme ile gerçekleştiği takdirde, ister istemez seçilecek hükümet, kim olursa olsun, 2 toplumun ortak iradesinden neşet almış olacak. Bu demokratik bir mevzudur. Mesela bugün Avrupa Parlamentosu seçimlerinde bir Fransız örneğin Berlin’de oy kullanabilir ya da Berlin’den aday da olabilir. Seçmenin çoğunluğunun Alman olduğu bir yerde, bunun pek bir yansıması yok. Ama bu teorik olarak, sonuçta her bir Avrupa yurttaşının Avrupa Parlamentosu için oy kullanırken ortak iradesini göstermek açısından teorik de olsa bir hak kullanımını ifade eder. Bu hak vardır ve bu hakka dayalı olmalıdır ortak parlamentoda ortak irade oluşturmanın mantığı. Kıbrıs Türk halkının çoğunluğu kendi yöneticisini seçecek. Ama öyle bir oran olması lazımdır ki, Kıbrıs Rum toplumu ve Türk toplumu da sanki bir anlamda iradi beyan yapmalıdır. Belirlenecek oranlarda; %3, %4, %10 gibi oranlarda etki etsin. Böylece müşterek bir iradenin tecellisi oluşsun. Yaşadığımız tecrübeler mucibince bu hiçbir zaman sarsılmasın. Bütün bunlar birlik ruhunu zaman içerisinde geliştirecektir. Ortak siyasi yaşamı, ortak siyasi hedefleri buluşturacak. Liberallerin liberallerle, solcuların solcularla, sağcıların sağcılarla ya da bir solcunun sağcıyla, bu dünyada artık öyle klasik pozisyonlar yok. Ortak programlarda, ortak felsefi, sosyal, siyasal programlarda anlaşacakları, etnisite ayrımından ziyade ulusal kimlikleri gözeten ve ortak kimliklere değer veren, insani değerlerin belirleyici olduğu siyasi ve sosyal ilişkiler gelişebilsin. Esas zihniyet bu olmalıdır kanısındayım.
II. BÖLÜM
Sinan: Bütün bu anlattıklarınızdan, iddia edilenin aksine, sizin de Kıbrıslı Türklerin “Rum’a yama” olmasına, Rum toplumu içerisinde azınlık durumuna düşmesine karşı olduğunuz, tam tersine bunu önleyecek önlemleri alma derdinde olduğunuz sonucunu çıkartıyorum. Yine anlattıklarınızdan hareketle, Kıbrıs’ta milliyetçilik adına emperyalizmle işbirliği yapıldığı, İngilizlerle, NATO ile işbirliği yapıldığı sonucunu çıkartıyorum. Fakat bu arada ilginç biçimde size hain ve Rumcu deniyor. Rumcu ve hain yaftasıyla yaftalanmak nasıl bir duygu?
Ferdi S. Soyer: Vallahi ben hem Türkçüyüm, hem Rumcuyum, hem İngilizciyim, hem Kürtçüyüm, hem Fransızcıyım, hem İtalyancıyım, hem siyah insancıyım, hem Çinciyim… Çünkü ben insanım. Aynı dili konuşan insanların çıkarlarını değil, farklı ırkı, farklı ana dili, farklı milliyeti, dini inancı, siyasi inancı olan insanların ortak siyasi çıkarını insani temeller üzerinde düşündüğüm için ben herşeyciyim.
Sinan: Etnik milliyetçiliğin ağır bastığı bir ortamda bu dedikleriniz çok romantik kaçmıyor mu?
Ferdi S. Soyer: Yoo? Kaçmıyor? Tam tersine gerçekçilik budur. Bak Sinan Bey, ben 15 yaşında okulu bitirdim asker oldum. 16 yaşındaydım ilk nöbetime girdiğimde. Gece 1-4 nöbetiydi. Lokmacı Barikatının yanlarındaydım. Bir piyade silahı vardı omuzumda ve piyade silahı da boyum kadardı. Sakallarım da yalnız favorilerimde çıkmıştı. O gece, 1-4 nöbetinde eğer bir kaza olmadıysa, büyük ölçüde şanstan olmamıştır. Çünkü elim tetikte, mermiyi sürdüm ve gece korkumdan, ayın bütün bulut hareketlerinden yarattığı gölgelerin paniği içerisinde nöbetimi tamamladım. 19 yaşında, başkalarının askere gittiği çağda terhis oldum askerden. Bütün hafif ve ağır silahlarla da oyuncak gibi oynadım. Askerde ilk okuduğum kitap Erich M. Remarque’nun“Garp Cephesinde Yeni Bir Şey Yok” kitabıydı.
Militarizmin ve savaşın ne olduğunu çok küçük yaşta, yaşayarak öğrendim. Nöbette hep şunu söylerdim: Kış akşamları, nöbet tuttuğum mevziinin karşısında kalan Rum evlerinde ışık yanardı. Şimdi bu Rum evinin babası evine geliyor. Annesi masayı onardı (sofrayı kurdu/SD), yemeği pişirdi, çoluk çocuğuyla birlikte masaya oturdu. Aynı anda benim babam eve geldi. Annem ve kız kardeşlerim şimdi masanın başındadırlar ve ben yokum orada. Benim silahım şimdi o evine giden Rum’a dönük. Karşımda Rum mevziinde bulunan adamın da silahı benim evime dönük. Benim annem, babam ve kız kardeşlerim de masadadır, Rum ailesi de masadadır. Ben de yokum, karşımdaki asker de yok o masalarda. Lanet olsun bu işe! Bunu hep aklımdan geçirdim. Ben şimdi meşru muyum silahımı o Rum’un evine döndürüp, silahı ateşleyip o evi allem gallem etmeye? Peki karşımdaki Rum genç asker de benim gibi aynı vazifeyle yüklü değil midir? O da meşru mudur benim evime namlusunu doğrulturken? Bunları ben ve bütün arkadaşlarım daha çocuk yaşta sorguladık.
İnanılır gibi değil, üniformalar içindeydik ve o üniformaların şapkasında bozkurt vardı. Kolumuzda da bozkurt vardı. Mücahitlik kimliğinin kendisiydi bu. Ve işte iki ayağı yüksekte, uluyan kurt resmi bizim mücahit başlığımızın üstündeydi, omuzumda da kurt resmi vardı. Biz ise bunları düşünür, bunları tartışırdık. Bunları okuduk. Bunları okuyarak bizler barışı kendi beynimizde ve ruhumuzda dokuduk. Bundan ötürü şovenizmin her türlüsüne, şoven her türlü yaklaşıma nefretle doluyduk. Barış düşüncesi iliklerimize, kemiklerimize işledi. Kıbrıslı Rumların bizim kimliğimizi silmesine gösterdiğimiz direnci, biz aynı biçimde onu silelim diye değil, onun da varlığı benim varlığım kadar meşrudur diyerek gösterdik. Ben varlığımın meşruiyeti için bir çaba gösterirken, onun varlığını silmek gibi bir iddiayı taşıyamam. Bütün toplumumuz bunları yaşadı. O günlerde çok milliyetçi nutuklar atıldığı zaman sokaktaki insan espriyle şöyle derdi birbirine “kandır çocuğu da taksim istesin!”. Bak, sokaktaki insan bunu söylerdi… Günlük hayatta biri diğerini aldatmaya kalktığında, “kandır çocuğu da taksim istesin” derdi. Bu, insanların içerisinde bulunan şoven duygunun ne kadar planlı şekillendirildiğini gösterir. Bizden büyükler esprili konuşmalar yapardı, “var mı lan bizim gibi millet dünyada, ya öleceyik ya böleceyik dedik, her ikisini de yaptık, hem öldük, hem böldük”… (Gülüşmeler)
Sinan: Türk liderliğinin “ya taksim ya ölüm” sloganıyla toplumu domine ettiği bir dönemde, üstelik az sayılmayacak bir süreci askerlikle geçirdiğiniz bir gençlik yaşadınız. Aynı zamanda bir Marksist kimlik te geliştirdiniz. Barış yanlısı olmanızı, toplumsal çatışmaların ve savaşın ortasında büyümenize bağlı olarak anlıyorum. Marksizm hangi saiklerle gelişip yer buldu hayatınızda?
Ferdi S. Soyer: Çok yönlü bir şey bu. Çocukluğum büyük çatışmaların olduğu bir dönemde geçti. Solcu Kıbrıslı Türklerin katledildiği, barış düşüncesini savunanların, NATO’cu planlara karşı çıkanların öldürüldüğü, emeğin önemli olduğu, sendikal mücadelenin, kimliklerin önemli olduğu, bizden öncekilerin 8 saatlik iş günü için mücadele verdiği bir atmosfer vardı Kıbrıs’ta. Her şey Türklük Rumluk davası biçiminde şekillenen bir hadise değildi. Kıbrıs Türkünün önemli bir bölümü de bu hadiselerle entelektüel olarak tanıştığı, tanışanların şiddetli bir terör altına alındığı, EOKA’nın Kıbrıs Rum soluna karşı şiddetli bir terör estirdiği dönemlerdi. Tüm bu karmaşa sizi sol fikirlere yaklaştırır. Aynı zamanda biz Türkiye’yi de takip ederdik. Türkiye’deki bütün alternatif görüşler buraya da yansırdı. Bütün fikir akımları bir şekilde ulaşırdı buraya da. Kısa dalgadan yayın yapan Ankara Radyosu‘nu dinlerdik o zamanlar. “TBMM Saati” ni… Rahmetli Mehmet Ali Aybar’ın, Çetin Altan’ın, Behice Boran’ın konuşmalarını dinler, etkilenirdik. Bu konuşmalarda geçen konular hakkında arayışlara girerdik. Bir de Rum tarafı vardı tabii. Mesela ben mücahittim ama arada bir Lokmacı Barikatından sivil olarak Rum tarafına geçerdim. Sputnik diye bir kitapçı dükkanı bulmuştum orada. Çoğu Bulgaristan baskılı sol eserler satılırdı. Gider onları alırdım. Nâzım Hikmet’in Türkiye’de yasak olduğu zaman, benim evde Nâzım’ın Bulgaristan’da basılmış ciltlerle kitabı vardı.Sabahattin Ali’yi zevkle okurdum. Orhan Kemal’i okumaktan zevk alırdım. Ama biz aynı zamanda Türkiye’nin başka yazarlarını da okurduk. Daha o zamandan, bütün bu yazarların niçin birbirlerini reddettiklerini doğrusu anlayamazdım. Ama hakikaten anlayamazdım. Şiirlerini çok beğendiğim sağcı bir insanı da, Necip Fazıl‘ı da okumanın zevkini aldım.
Sinan: AKEL’in etkisi ne olmuştu?
Ferdi S. Soyer: AKEL’in etkisi değişikti. Mesela sol bir hareket olarak Kıbrıslı Türklerle çatışma olan noktalarda solcu Rumlar Kıbrıslı Türkleri EOKA’dan ve EOKA’cıların fonksiyonundan korumaya çalıştılar. Yani Kıbrıslı Türkler AKEL’in ENOSİS’i savunmasına rağmen, şiddetle ve EOKA ile çelişkisinin farkındaydı. AKEL’in Kıbrıslı Türklere olan sempatisini gayet iyi bilirlerdi. İşçiler zaten ortak sendikadaydılar, PEO’daydılar. Esnaf örgütleri ortak eylem yaparlardı. Çok ilginçtir, bizim basında da çıktı. Babam çarşıdaydı ve bir esnaf, “bizim sözcümüz Sabit Beydi” diyor, yani babamı kastediyor. “Sabit Bey Rumlarla temas ederdi ve İngiliz idaresine karşı Rum esnafıyla ortak eylem yapardı” diyor. İngiliz idaresi esnafa vergi koyduğunda Kıbrıslı Rum esnaflarla Kıbrıslı Türk esnaflar çarşıda birlikte grev yapmıştı. Kepenk kapatmışlardı. İşte “bizim sözcümüz Sabit Bey’di” diye anlatıyor bir esnaf. “Ama ne zaman Kıbrıslı Rumlar ENOSİS davasına girdiler ve ansızın Yunan bayrağını çekmeye başladılar, o zaman Sabit Bey işaret ederdi bize, biz de Türk bayrağı asardık dükkanlarımızın önüne” diyor. İşte bu şekilde bir ilişki biçimi vardı. Bu ENOSİS olgusu son derece sıkıntı verirdi. Tabii ben bu hadiseleri çocuk olarak yaşadım ama babamları dinledim. Mesela Sadi Amca, Ahmet Sadi. Sadi amca benim büyüdüğüm Küçük Kaymaklı’daydı. Hanımı bir ana okulu açmıştı, ben onun ana okulunda okudum. Orada hep emekçi çocukları ucuz biçimde ama güzel biçimde okul öncesi eğitim alıyorlardı. Ve bu bir sendikanın desteğiyle yapılırdı, Kıbrıs Türk çocuklarına dönük. Bunu aileler bilirdi. O sendikanın ve bazı durumu biraz daha iyi olan ailelerin desteğiyle, yoksul çocuklara tereyağı sürülmüş ekmek ve süt verilirdi. O güzelliği, muhabbeti unutamam. Bu Ahmet Sadi amcamızın bir organizasyonuydu. Daha sonra Kıbrıs Türk Emekçiler Birliği’nin başkanlığını yapan, PEO’da temsil edilen ve kurşunlanan, vurulan, adadan göçe zorlanan sendikacı insanlardı bunlar. Ve bilir misiniz Kıbrıslı Türk solcularıdır bu adada ilk defa “Evkaf Kıbrıslı Türklere geri iade edilmelidir” kampanyasını açan… Ve müftüyü Kıbrıslı Türkler seçmelidir talebini ilk yükseltenler ve milli günler Kıbrıs’ta özgürce kutlanmalıdır diyen… Bütün bu çıkışları ilk yapanlar Kıbrıslı Türk solculardır. İlk 19 Mayıs’ı Türk bayrağıyla Kıbrıslı Türk solcular kutladı. Bayrağı çektiler ve ilk defa sivil toplum olarak, işçi sendikaları yaptı bunu. Mesela Ediz Tuncel Bey’in kitabı var, Kamil abinin, Hulusi abimizin kitapları var. Bunları orada bulursunuz. O dönem İşçinin Sesi gibi, İnkılâpçı gibi gazeteler çıkarırlardı ve orada bunların talepleri yer alırdı. Kıbrıs Türk toplumunun milli günlerinin, 23 Nisan’ın, 19 Mayıs’ın ve 29 Ekim’in kutlanması talepleri vardı. Doğru mu yaparlardı yanlış mı yaparlardı o ayrı mesele ama bunu ilk dile getiren Kıbrıslı Türk solculardı. Ama bu milliyetçi kesilenlerin çoğu İngilizciydi ve Kıbrıslı Türk solcuların bu taleplerine karşı çıkarlardı. Bunlar “biz İngiliz İdaresinin sadık tebalarıyız” derlerdi. Solun isyanı da bunaydı zaten. O zamanki Kıbrıs Türk liderliğinin tezi İngiliz sömürge idaresinin devamı yönündeydi. Muhtariyet de yok, bağımsızlık ta yok. ENOSİS’e de karşıydılar ama tezleri neydi? Koloni idaresi devam etsin! Buna eğrisiyle doğrusuyla isyan eden, itiraz eden, tavır koyan Kıbrıslı Türk solcularıydı. Onun için de Kıbrıslı Türk solculara dönük olarak İngiliz ile birlikte operasyon yaparlardı.
Sinan: 64’ten itibaren yanılmıyorsam Denktaş figür olarak ortaya çıkmıştı.
Ferdi S. Soyer: 64’ten evvel! Denktaş 1957 yılından sonra toplum yaşamında legale çıktı. Daha önce İngiliz’in Baş Savcı Yardımcısıydı. Ondan sonra Kıbrıs Türk Kurumları Federasyonunun Sekreteri olarak legalize oldu. Savcılıktan ve kısa bir dönem avukatlıktan sonra Kıbrıs Türk toplumunun siyasi yaşamına profesyonel olarak girdi.
Sinan: Denktaş’ın politik aktör olarak bu kadar güçlenmesini neye bağlıyorsunuz? Çünkü o dönemde bir çok lider vardı, sağdan da soldan da…
Ferdi S. Soyer: Dönemin Kıbrıs politikasında özellikle NATO’cu siyasetlerin o dönem ihtiyacı olan unsurlara bağlıyorum her şeyden önce… Aynı zamanda Kıbrıs Türk halkının içerisinde entelektüel düzey emekçi kesimlerde geriydi. İşin bir gerçeği de buydu. Üniversitede okuyabilenler daha ziyade varlıklı ailelerin çocuklarıydı. Entelektüel birikim gelişmiş değildi. Kıbrıs Türk Emekçilerinin içinde yer aldığı PEO gibi sendikalar, AKEL maalesef ENOSIS’i savunmaya başladığı andan itibaren 1949’dan sonra Kıbrıs Türk halkı içerisinde inandırıcılığını ve etkinliğini zayıflattı. Dolayısıyla doğan boşluk milliyetçi söylemlerle gelişen bu liderliklere kaldı. Bunlar kimi zaman toplumun varlık endişesini ENOSİS’e karşı İngiliz’e yanaşarak korumak, sonra ondan aldığı destekle aşırı milliyetçi bir kısım taksimci siyasetlerle, daha sonra Türkiye’den aldığı siyasi destekle, ekonomik destekle bütünleştiren ve giderek askeri bir yapıyla da back-groundu Türk Mukavemet Teşkilatıyla (TMT) da desteklenen bir yapının kurumsallaşmasından ötürü bunlar kimliklerini geliştirip etkinleştiler. Örneğin Ahmet Bey’in kitabında var 1952’de AKEL bildiri dağıtıyor, o dönemin sol jargonu ve değerlendirmeleri, işte şanlı SSCB Nazi Almanyasını yendi, bütün dünyada ciddi işçi hareketleri var, bağımsızlıkçı hareketler gelişiyor, ulusal kurtuluş savaşları ilerliyor Kıbrısta da biz emekçi halklar olarak dünya halklarıyla dayanışmalıyız dedikten sonra Kıbrıs Türk halkına da diyor ki: “ey Kıbrıs Türk halkı, biz ENOSİS mücadelesi vereceğiz. Size de ENOSİS gerçekleştikten sonra Yunan Parlamentosu içerisinde bir temsiliyet hakkı vereceğiz. Onun için ulusal kimliğinizi, dilinizi, kültürel varlığınızı idame ettirebilmek için bu anti emperyalist mücadelede AKEL’e destek olun!” Çağrı yapıyor. Sol bir üslup ve ağızla. Elbette Kıbrıs Türk halkının düşünen insanları böyle bir pozisyona girmez ve sol liderlik etkinliğini kaybetmeye başladı. Ama ilginçtir bu haberin çıkmasından 15 gün sonra Halkın Sesi Gazetesi‘nde 1952 de bir başka haber var. “Saray Önünde, yani bugünkü Atatürk Meydanında Komünistler gösteri yaptı ve 13 Komünist tutuklandı. Tutuklanan 13 Komünistin 3 tanesi de alçak Türklerdir” diyor. Peki niçin tutuklanmışlar? Çünkü protesto gösterisi yapmışlar. Yunan Hükümeti, Atina’da Yunan Komünist Partisi (KKE) Genel Sekreter Yardımcısını kurşuna dizdi diye protesto gösterisi yapmışlar. Bir sağcı yazar şöyle alaylı bir yazı yazıyor: “Yunan Hükümeti YKP Genel Sekreter Yardımcısını kurşuna dizdi. Aralarında 3 tane alçak Türk’ün de bulunduğu Kıbrıslı Rum Komünistler protesto gösterisi yaptılar. AKEL 15 gün önce bildiri dağıtmıştı, demokrasi ve özgürlük için haklarımızı da koruyarak bizi ENOSİS’i desteklemeye davet etmişti. Kendisi himmete muhtaç bir dede bize nasıl himmet dağıtacak?” İşte bütün bu gelişmeler büyük bir özveriyi dayattı Kıbrıs Türk soluna. Çok yiğitçe direndi ama bu siyaset negatif etki yarattı. Yine aynı dönemlerde çok ilginçtir, AKEL Mağusa İlçe Başkanını ve Mağusa Belediye Başkanını partiden ihraç ediyor. İhraç gerekçesi şu: “Bu iki alçak emperyalizmin uşağıdır. Çünkü bunlar bağımsız Kıbrıs talep ederler. ENOSİS davasına karşı çıktıkları ve bağımsız Kıbrıs talep ettikleri için İngiliz emperyalizminin casuslarıdır bunlar”
Tabii bunun nedeni dünya sol hareketinin Kıbrıs’a taşıdığı kötü bir sonuçtur. Çünkü Yunan iç savaşından sonra Komüntern’in son cinayetiydi bu, SSCB Yunan iç savaşındaki yenilgiyi takip eden süreç içerisinde Yunan Komünist Partisi’ni ve Yunanistan’ı İngiliz işgaline karşı kontrol edip yönlendirmek için Kıbrıs’ta ENOSİS davasını savundu. Kraliyetin yok edilmesi için Yunan solu SSCB’nin desteği, kararı ve telkiniyle ENOSİS’i savunmaya başladı. 1947-48’e kadar bağımsız Kıbrıs’ı savunan Kıbrıs Komünist Partisi’nin değişmiş şekli olan AKEL , Komüntern’in ve SSCB’nin bu kararı mucibince ENOSİS’i savunmaya başladı. Yani bu, dünya sol hareketinin getirdiği bir belaydı Kıbrıs’a. Aynı şekilde Türkiye Komünist Partisi (TKP) de bunu savundu. Maalesef! TÜSTAV‘ın çıkardığı 1965 TKP Davası kitabı vardır. TKP’deki bölünme de bu yüzden oldu. İlk bölünme… Neden? Çünkü Almanya’dan yayın yapan Bizim Radyo’da 1963 olaylarıyla beraber 1964 yılında Bizim Radyo Bağımsız Kıbrıs’ı savunmaya başladı. Bizim Radyo “ENOSİS ve Taksim, her ikisi de yanlıştır. Kıbrıs’ta toplumlar arası çatışma Türkiye ve Yunanistan halklarına şovenizmi getirmek isteyen, militarizmi güçlendiren bir hadisedir. Bundan ötürü solcular, Kıbrıslı Türkler, Rumlar, Bağımsız Kıbrıs Cumhuriyetini yaşatmak üzere ve Federal bir çözümü teşvik etmek üzere siyasi aktivite göstermelidir” diyordu. Ama o dönem TKP yöneticileri SSCB’nin ve AKEL’in şikayeti üzerine gidip müdahale ediyorlar ve bunu savunan Komünistleri ihraç ediyorlar partiden. Bunun tartışmaları oluyor. O kitapta da yazıyor bunlar. Gromikove Kosigin Ankara’ya geldiler, dönemin hükümetiyle görüştüler. Federal Bağımsız Kıbrıs’ı savunuyorlar. Nasıl olur da şimdi SSCB adına, Komüntern adına ENOSİS’i savunup kutsayacağız? Cevap şu: “Siz bakmayın Gromiko’ya, o resmi politikadır” Derin devlet! Her tarafta var bu derin devlet! Yalnız kapitalist ülkelerde yok derin devlet mantığı. Maalesef bu solun da belirli bir tarihsel dönemde içine düştüğü açmazın sonucudur. Bunlar birbirini besledi. Ve bu orada da yansımasını buldu. Sonuçta kim haklı çıktı? 1968’lerde Devrimci Gençlik hareketleri Türkiye’de tepki gösterirken işte Johnson’un İnönü’ye yolladığı mektubu kullanarak anti emperyalist ruh yaratılacak kabilinden, “ordu Kıbrıs’a” sloganları attılar. Ve anti emperyalist olunacak diye ulusal bir konu yaratıp bu ulusal konuda Batı ile ABD ile çelişki yaratmak, kendi milliyetçiliğini üretmenin bir aracı olarak kullanıldı. Kıbrıs sol açısından da kullanıldı. Anti emperyalist iklimi güçlendirmek için Türkiye’de de Yunanistan’da da kullanıldı.
Sinan: Kıbrıs Türk Federe Devleti ile KKTC oluşumunu karşılaştırır mısınız? Nasıl değerlendiriyorsunuz bu iki farklı oluşumu?
Ferdi S. Soyer: Kıbrıs Türk Federe Devleti (KTFD) oluşumu daha soft bir yaklaşım biçimiydi. Bugün bu süreç te göz ardı ediliyor. KTFD’ye nereden gidildi? Ondan önce Otonom Yönetim vardı, 74’ten sonra. Çünkü 74 hareketi oluştuktan sonra Kıbrıs Türk tarafı ve Türkiye “kantonal federasyonu” gündeme getirmişti. Kantonal Federasyon, yani Baf’taki ya da Limasol’daki Türk kantonu farklılaşacak ve adanın bütünü içerisinde kantonal bir federal yapı oluşacak.
Sinan: Nüfus yoğunluğuna göre?
Ferdi S. Soyer: Evet. Göçmenler iki taraflı oluşmayacak. Rum tarafı bunu reddetti. Bunun üzerine otonom yönetime geçti Türk tarafı. Yani Kuzeyde, Federasyonun içerisinde bir otonomi bölgesi. Rumlar bunu da reddedince bu kez Federal çözüme bağlı bir Federe Devlet düşünüldü. Tabii bunda Denktaş’ın da ve bir kısım çevrelerin de işte pire ısırdı çık yukarı kabilinden Rum reddiyetçiliğinin üstüne basarak, ısrar etmeyerek ilerlemesi de var. Sonuçta Federe Devlet’de duruldu. Federe Devlet, federasyonun eşit bir tarafı vurgusuyla hareket edildi. Bunun Anayasası şekillendi. Bu devlet kurulduğunda, 1974’e kadar askeri idare altında bulunan Kıbrıs Türk halkı için de yeni bir durum oluştu. Bunda tabii Ecevit Hükümetinin de, Türkiye’deki 12 Mart cuntasının yıkılmasıyla gelişen demokrasinin de, Kıbrıs Türkünün birikmiş mücadelesinin de payı vardır. KTFD ile ilk kez parlamenter demokrasinin ilk adımı atılmış oldu. Mesela 1973’te partimiz kurulurken, CTP siyasi partiler kanununa göre kurulmadı. Dernekler Yasasına göre kuruldu. Çünkü 1963/74 arasında siyasi parti kurmak yasaktı. Gazete çıkartmak yasaktı. Söz söyleme hakkı yasaktı. Biz Cumhurbaşkanı muavini seçimine girdiğimiz zaman 73’te, sloganlarımızdan biri şuydu: “Bütçe Meclise” Yani o zamanlar bütçe meclise de gelmezdi. Hatta hiç tartışılmazdı. Bir diğer sloganımız “İşçiye Sosyal Sigorta Hakkı”. İlginçtir, geçenlerde bizim “Barışı Hayal Et” etkinliği sırasında Panikos’un sergisinde sergilenen bazı fotoğraflarda, güneyde kalan yıkılmış evlerin duvarlarını gördük. Bir tanesi 1958’de göç edilmiş bir köyün harabeleriydi. Bu fotoğrafta bir evin duvarında “Ya Taksim Ya Ölüm” sloganı yazılıydı. Öbürü de 1974’te terk edilmiş bir köyün duvarlarındaki asılı olan afişleri gösteriyordu. O duvarda “Denktaş’la Barış” sloganı vardı. 1973 Cumhurbaşkanı Muavinliği seçimine ait bir slogan. Ve “herkese sosyal güvenlik hakkı” Biz “işçiye sosyal sigorta” sloganını kullanmıştık. Onlar açıkgöz davranıp “herkese sosyal güvenlik” sloganını kullandılar. Ama taksim siyasetini güden bir lider, bu toplumun içindeki barışa, anlaşmaya duyulan özlemi ifade eden bir üslup kullanıyor. Sn. Berberoğlu “ben anlaşma yapacağım ve bu anlaşmayı 3 ayda bitiririm ben” diyerek barışı savunuyordu. Bunun üzerine Denktaş toplumun içindeki bu özlemi gördüğü için “Barış Denktaş’la” sloganıyla halkın karşısına çıktı 1973’te. Bu, ondan sonra her seçimde tekrarlandı. “Çözüm Denktaş’la”, “Barış Denktaş’la”, bu başlattı bu bitirecek. Bizim getirdiğimiz her eleştiriyi ve onun her uzlaşmazlık talebini toplumun mayası içinde bulunan anlaşma özlemi, kendisiyle özdeşleştirerek, bu talebi hiç reddetmeden siyasetini götürdü Denktaş. İşte o fotoğraf bunu gösteren çok önemli bir semboldü. 1973’te de 2000’de de “Çözüm Denktaş’la” idi sloganı.
Sinan: 63-73 arasında Kıbrıs’ta Türk Cemaatinin galiba görece kapalı olduğu dönemde Merkezi Hükümet Kıbrıs Türk Cemaati’nin iç işleri üzerinde hiç kontrol sahibi değil miydi?
Ferdi S. Soyer: Hayır, kantonlarda değildi. Zaten devletin prototipi oluşmuştu. Kıbrıs Rum bağnazlığını da gösteren bir hadisedir bu. Mesela 63-74 arasında Lefkoşa kantonunda yaşayan insanlar ayrı mahkemesi, ayrı ordusu, ayrı polisi, ayrı hükümeti kendi içerisinde vardı. Ama barikatın dışına çıktığınızda, işte adanın toplam %3 üne hükmeden bir yapıydı bu dağınık dağınık Türk yönetimi. Adanın bütünündeyse Kıbrıs Cumhuriyeti vardı. O dönem insanlar mesela 2 tane ehliyet çıkarırdı. Bir tanesi adanın bütününde, öbürü de Türk kantonunda geçerliydi. 2 Hükümete de vergi verirdi insanlar. Reel olarak pozisyon buydu.
Sinan: Türk tarafında da katı askeri bir idare vardı?
Ferdi S. Soyer: Evet. Sancaktarlık ve Bayraktarlık mekanizması.
Sinan: Bu “Bey dönemi” diye tabir edilen dönem bu dönemdi öyleyse?
Ferdi S. Soyer: Evet bu dönemdi.
Sinan: O dönemi biraz anlamak istiyorum. Nasıl bir atmosfer vardı?
Ferdi S. Soyer: “Bey dönemi” dediğimiz dönem, Bayraktarlık, Elçilik, Yönetim Diktatörlüğü derdik biz buna. Sivil yönetim hayatın bazı günlük işlerini; sağlık, eğitim, evlenme-boşanma, alacak-verecek davaları gibi işleri götüren mekanizmaydı. Ama hakim yapı, belirleyici olan askeri yönetim ve Elçilik’ti. Bayraktar ve Mücahit ordusu… Bayraktar Türkiye’den geliyor, Sancaktar Türkiye’den geliyor. Belli bir kısım tabur komutanları Türkiye’den geliyor. Kıbrıs Türk Mücahit ordusunun komutanları da belli görevlerde, bunlar her şeye hakim. Sancaktar bir bölgenin hakim-i mutlak’ı. Askeri ve sivil vali, ikisi beraber. Bu, sivil otoritenin her türlü faaliyetine müdahale eden bir pozisyondaydı. Tamamen bir askeri idareydi işte. Ama sivil yöneticiler de var. Bunların başında da işte bir dönem Dr. Fazıl Küçük, ki onu ekarte ettiler, dominant Denktaş! Denktaş ve onun ekibi. Ve bu ekip, bu askeri yönetimin belirleyiciliği içerisinde toplumu yönetiyor. Düşünce özgürlüğü, ifade özgürlüğü büyük riskler altındaydı. Örneğin Kıbrıs Türklerinin içerisinde Özker Yaşın’ın 3 Ciltlik “Nevzat ve Ben” isimli bir kitabı var. Bence o müthiş bir şahsiyetti. Ama Kıbrıslı Türklerin tarihini çok güzel biçimde yansıtan bir kitaptı. Bunu da hazmetmediler. Mesela 1970’de ilk defa seçim oluyor. Milletvekili seçimi. Bu askeri bey yönetimi “ulusal liste” adı altında bir liste yayınladı. Ve ilk defa bağımsız adaylar çıktı.
Sinan: Denktaş’a rağmen?
Ferdi S. Soyer: Denktaş’a rağmen! Mesela Hüseyin Celal arkadaşımız. Partimiz de zaten bu temelde kuruldu. Ahmet Mithat Berberoğlu, Hüseyin Celal, partinin diğer kurucuları bu listenin dışında bağımsız adaylar olarak ortaya çıktılar. Özker Yaşın da bunlardan biri. Özker Yaşın kazanıyor mesela Lefkoşa’da. Hem de büyük bir farkla, çok karışık bir kampanyaya rağmen. Hüseyin Celal arkadaşımız kıl payı geliyor. Bir kısım yerlerde sandık oyunlarıyla bu listenin belli elemanları, yani bağımsızlar kaybediyor. Ama ilk defa bir tepki konuyor ve toplumda müthiş bir tartışma başlıyor. Bunun akabinde de parti kuruluyor, 1970’te. Bunun öncesi de var. Bu yapıya itirazlar var Kıbrıslı Türklerin arasında. Ciddi bir takım talepler var. Düşünce ve ifade özgürlüğüne dönük, askeri yönetimin geriletilmesine dönük, bu vesayetin kaldırılmasın dönük talepler. Büyük baskılar gördü bu insanlar. Berberoğlu’nun evinde bomba patlatılıyor, bir kısım insanlara tehditler yapılıyor, evlerine tecavüz ediliyor, aileleri tehdit ediliyor. Tam bir sindirme operasyonu. Ve bütün bunların içerisinde Türkiye’de gelişen gençlik hareketiyle beraber 68 yılında Erenköy’den gelen üniversite öğrencilerinin buradaki eski sol ile birleşmesiyle başlattıkları devrimci çıkışlar var. Türkiye’deki yönetimle de birleşen ve özellikle de 71 darbesiyle de doruğa ulaşan bir yapıyla büyük bir baskıya dönüşüyor Kıbrıslı Türkler üzerinde. Ta 1974’e kadar sürüyor bu durum. 74 bir nevi de çok partili yaşamı getirdiği için Kıbrıslı Türklerde büyük bir rahatlamaya yol açtı. Aynı zamanda ceberrut ve baskıcı askeri yönetimden kurtulma noktasına giden bir süreci yaşıyorlar. Yeri gelmişken bir anımı anlatmak isterim. Bunun en detaylı halini Ahmet Hakkı Ertaç arkadaşımdan da dinleyebilirsin. Ecevit Kıbrıs’a gelecekti. 1975’te. Bu büyük bir demokratik heyecan yarattı. Mesela biz gençler o zaman daha CHP’nin genel sekreteriyken onun resimlerini dağıtırdık ve Denktaş ve adamları da şiddetle bunu engellemeye, o resimleri indirmeye çalışırlardı. Biz Göçmenköy’de kalırdık o zamanlar. Ecevit’in resmini Göçmenköy Spor Kulübü’ne astığımız zaman TMT’ciler kulübü bastı. Biz ayrıldıktan sonra kulübü basıp resimleri indirdiler. Büyük kavgalar, dövüşler çıktı. Sonra 74 oldu, biz Ecevit resimlerini takmadık artık. Onlar takmaya başladı. Çünkü bu kez Ecevit’in resimleri “miğferli, toplu tüfekli” oldu. İlginçtir, 75’te Ecevit Kıbrıs’a gelecek, bizim parti genel merkezi de bugünkü Meclis’in karşısında bir apartmanda. Parti binasının önüne pankart asmak istedik. Pankartta barış, demokrasi, hoş geldin toprak işleyenin su kullananın diyen lider, hoş geldin diye bir şey yazıyor. Astık pankartı. Sancaktar yanında muhafızlarıyla parti binasını bastı ve indirmemizi istedi. Parti yöneticileriyle konuşurken bir adam girdi hiç kimsenin tanımadığı. Adam Sancaktar’a bağırıp çağırıyor, sen kimsin kardeşim diye. Bizimkiler de şaşkın, adamı durdurmaya çalışıyorlar. Provokasyon endişesiyle. Bu adam kim biliyor musun? Daha sonra Turgut Özal’a suikast yapan adam! Hep diyorum ya Özel Harp Dairesinin özel ihtisas alanıydı Kıbrıs!
Sinan: Bu atmosferde yetiştiniz. Sonra da Türkiye’ye geldiniz.
Ferdi S. Soyer: Evet Türkiye’ye gittim.
Sinan: Hangi yıl?
Ferdi S. Soyer: 71’de öğrenci olarak gittim. Terhis oldum burada ve İstanbul’a gittim.
Sinan: İstanbul’da bir Kıbrıslı Türk genci olarak neyle karşılaştınız? İlk kez gitmiştiniz Türkiye’ye?
(Fotoğraf: İSTANBUL/FATIH. FERDİ SABİT’IN EVİNDE. EN ARKADA AHMET MEHMET GUMBARO, ORTADA FERDİ SABİT SOYER, DEMOKRASİ ŞEHİDİ MEHMET ÖMER, ÖNDE HÜSNÜ KİŞİ)
Ferdi S. Soyer: Evet ilk gidişimdi. Gittiğimde sıkıyönetim vardı. Biz askeri idareden çıkmıştık ve zaten askerden terhis olarak gitmiştim. Çok özgür bir yere gideceğimi düşünüyordum. Güzel İstanbul, özlemini duyduğum bir ortam olacaktı, istediğim kitabı okuyabileceğim, rahat hareket edebileceğim bir ortam hayal ediyordum. Ama ilk geceden gözaltına alındım. (Kahkahalar) Gittik Sirkeci’de bir Kıbrıs Öğrenci Yurdu vardı. Gittik oraya yerleştik. Yerleşir yerleşmez de methini duyduğumuz Çiçek Pasajı’na gidelim dedik. Bize yol tarif ettiler, ilk kez İstanbul’a gitmiş 5-6 arkadaş Galata’dan yürüyüp, Tünel’e binme zevkini de yapıp kalktık gittik Çiçek Pasajı’na. Oturduk Arjantin biramızı içiyoruz. Ne zevk, kalabalık, müzikler. “Of be” diyoruz, “Ne güzel yere geldik”. Saat 10 buçuk oldu, garsonlar diyor ki “hadi kapatıyoruz. Hadi son biralar, 11 de kapatıyoruz!”. Nereye geldik yahu dedik, bunlar saat 11 de dükkân kapatıyorlar. Öğrendik ki sıkıyönetim var, 12’den itibaren sokağa çıkma yasağı başlıyor. E tamam dedik, nasıl olsa yakındır, yürüyerek gideriz. 11 buçukta çıktık, biraz da çakırkeyifiz tabii. Galatasaray’ı geçtik, Tünel’den indik, Galata köprüsünden yürürken biz “İşçisin sen işçi kal” şarkısını söyleyerek yürüyoruz. Birden sirenler çalmaya başladı. Etrafımız çevrildi. Polisler bağıra çağıra aldılar bizi. Gözaltına alındık. “Kimsiniz siz?”, “e işte biz Kıbrıslı Türk’üz, dün geldik, mücahitlikten” deyince polisler “vay arkadaşlarım” deyip pasaportları istedi. Verdik hepimiz pasaportları ama benim pasaportun arasında da 5 Kıbrıs Lirası var. Diğerlerini salıp beni tuttular, “Türk parasına muhalefetten”. Aldılar Sirkeci’deki karakola, meşhur Sansaryan’a götürdüler. Kapıdan itibaren elden ele alıp yukarı çıkartana kadar 1 numaralı terörist olduk çıktık. Sonra babacan bir polis geldi, “nedir mesele” diye sordu öbürlerine. Anlattılar, polis çok kızdı “bırakın yahu çocuğu, çocuk Kıbrıslı işte” deyip bıraktı beni. Ama tabii sokağa çıkma yasağı olduğundan “gel ben seni jeep ile bırakayım yurduna” deyip aldı götürdü beni. Böylece Türkiye’deki ilk maceram devlet ve bürokrasiyle oldu. Öğrenmiş oldum ki, bizim burada Saray önünde serbest olan Sterlin ve Kıbrıs Lirası Türkiye’de yasaktır.
Sinan: Kültürel farklılık hissettiniz mi?
Ferdi S. Soyer: Yaşadım. Yaşadım. İlk gittiğim zaman ben İstanbul insanına hayrandım. Hayranlığım devam etti. Müthiş bir entelektüel birikim gördüm. Korkunç bir güzellikti. Çok hoşuma giden bir başka şey, süreç içerisinde İstanbullu Rumları, Ermenileri tanımak oldu. Samatya’da bir mahallede kalıyorduk. Bilmiyorduk tabii insanların kimliklerini çok fazla. Bir gün biri geldi “Kürt” dediler. “Kürt mü? O da ne? Sen Türk değil misin yahu?” dedik adama. Yok dedi, ben Kürdüm. Şaşırdık tabii…
Sinan: İstanbul’un çeşitliliği ile tanıştınız yani.
Ferdi S. Soyer: Evet. Yalnız o da değil. Bizim ilk kiraladığımız ev Fatih’teydi. 3 arkadaşla beraberdik. Hırka-i Şerif Camii’nin yanındaydı. Değişik bir muhitti. Bir müddet sonra şunu fark ettim. O dönemin muhafazakar, itikadı yüksek insanları da son derece değişikti. Bir müddet sonra o muhitte yaşayanlar bizim solcu, sosyalist gençler olduğumuzu fark ettiler. Ama ben onlarla da çok güzel ilişkiler geliştirdim. Hep şunu sorgulardım. Biz 141-142 kaldırılsın diyoruz, peki ya 163? Niçin kaldırılmasın? Biri Marx’ın, Lenin’in kitabını yasakladı, okuyamıyorum ve şikayet ediyorum. Said-i Nursi’nin kitabını da biz mi yasaklayalım? Demokrasi kültürümün gelişmesinde bu tecrübeler bana çok büyük etki yaratmıştır. Bu insanlarla diyalog kurardım, okurdum. Onların da kitapları yasaktı, bizim kitaplarımız da yasaktı. Tartışırdık. Bu insanlar hiçbir zaman dışlamadılar beni. Hor bakmadılar. Hatta fırtına tatbikatlarında bizi korudular. Müthiş korudular bizi o fırtına hareketlerinde. Faik Türün’ün sokağa çıkma yasağı koyup ta bütün istanbul’u darmadağın ettiği, evleri bastığı dönemde bu insanlar bizi korudu. Böylece Türkiye’deki bu vesayetçi idarenin nasıl bir fonksiyon yüklendiğini, solu sağa sağı sola, inançlıyı inançsıza inançsızı inançlıya karşı nasıl kışkırttığını, nasıl kullandığını sonra da her ikisini birden nasıl dövdüğünü çok iyi gözlemledim. Demokrasi kültürümün oluşmasında bütün bu hadiselerin payı var. Tabii bu aynı zamanda solda bulunan bazı arkadaşlarla da, eğilimlerle de çelişki içerisinde olmamı getirdi. İşin tuhaf tarafı bir kesim hep revizyonist olarak yaklaştı, bir kesim hain, bir kesim bizi şeriatçı bile ilan etti, bir kesim bizi ateist olarak düşman görürken… Bence insan doğruyu savunmalıdır.
Sinan: Türkiye’de olduğunuz dönemde yanılmıyorsam KÖGEF üyesiydiniz. Kıbrıslı öğrencilerin örgütlenmesiydi bu. Kıbrıslı öğrenciler ne yaptılar Türkiye’deyken?
Ferdi S. Soyer: Biz gittiğimizde bütün dernekler, bütün oluşumlar 71’de kapatılmış, yasaklanmıştı. Biz eski arkadaşlarla da tanışarak illegal biçimde Kıbrıslı Türk öğrenciler olarak kendi örgütlülüğümüzü oluşturduk. Polis çok düştü peşimize ama hiçbir şey bulamıyordu. Çok dikkatliydik. Mesela 1 Mayıslarda hem 72’de hem 73’te aşağı yukarı İstanbul’dan Belgrad ormanlarına 100 araçlık geziler, piknikler düzenlerdik. Ormanda 1 Mayıs’ı kutlamak için. Bunu kutlarken de civarda bulunan kem gözler bunu hissetmezdi. Gayet güzel konuşmalarla, müziklerle 1 Mayıs’ı kutlardık. Evlerimiz basılırdı, kitaplar bulunamazdı. Müthiş bir okuma ve eğitim organizasyonumuz vardı. Biz yalnız siyasi kitapları okumuyorduk. Aynı zamanda Dostoyevski günleri yapardık. Balzac günleri yapardık. Klasikleri okur, tartışırdık. Tiyatroya, sinemaya, baleye, operaya birlikte gidişler yapardık. Tıp Fakültesinde okuyan arkadaşlarla halk sağlığı işleri yapardık. Yoksul, gecekondulu insanlarla bağımızı kurardık. Sendikalarla temasımız vardı. Daha ziyade DİSK ve Maden-İş’le (artık Birleşik Metal-İş/SD) temasımız güçlüydü. Bu şekilde önemli bir örgütlenmemiz vardı. 73’te topyekün seçim çalışmalarına katıldık. CHP için. Epey katkımız oldu. Ankara’da da, İzmir’de de bağlantımız vardı. 73’ten sonra ilk kez Ecevit Hükümeti iş başına gelip te dernek kurma hakkına ilişkin düzenleme yapılınca İstanbul Yüksek Öğrenim Derneği (İYÖD) den yarım saat önce İstanbul Kıbrıslılar Öğrenim ve Kültür Derneği’nin kuruluş dilekçesini verdik. Hatta komiser “ulan bekleyeydiniz biraz da önce Türkiyeli öğrenciler müracaat etseydi” dedi. Aksaray’da küçücük bir binacık bulduk ve kurduk derneğimizi. Sonra çığ gibi büyüdük. Legalleştik ve daha sonra Ankara, İzmir Kıbrıslılar Öğrenim ve Kültür Dernekleri kuruldu. 74 Harekatı çok büyük sıkıntıya yol açtı. Bir çoğumuz yaz tatilinden fırsat bulup gidip mücahitlik yaptık. Savaşın acılarını yaşadık. Çoğunun ailesi güneyde kalmıştı. Kuzeyde olanların da çoğu çalışmıyordu. Bu kez kendi aramızda müthiş bir dayanışma oluşturduk ve KÖGEF’i kurduk. Pek çok arkadaş, öğrenimini bu dayanışma ile tamamladı. Hızla büyüyen, dünya, Kıbrıs ve Türkiye meselelerine yoğunlaşan, kendisini Türkiye’deki demokratik hareketlerle dayanışma içerisinde bulan, Kıbrıs’ta da siyasal mücadeleyi, demokratik mücadeleyi şekillendiren bir ortamda bulduk kendimizi. Mesela 1975’te kurucu meclis kuruldu ve KTFD ilan edildi, Kurucu Meclis seçimlerinde de biz öğrenciler olarak gelip, burada ilerici adayların kazanması için çalıştık. Öğretmen Sendikası kendi başkanını seçerken mesela Özker hocamızın seçilmesine, diğer kesimlerden adayların seçilmesine yönelik çalışmalar yaptık. Kurucu Meclis’e KTFD nin kuruluşuyla ilgili anayasa önerisi sunduk. Yüksek Öğrenim Gençliği adına temsilci olarak İstanbul’dan Kıvanç Diren arkadaşımızı, Ankara’da Mehmet Ali Talat’ı görevlendirmiştik. Anayasa taslağımız Kıbrıs’ta bomba gibi bir etki yarattı. KTFD anayasasında demokratik hükümlerin yer alması mücadelesinde bizim de tuzumuz var. Ondan sonra toplumun bütün meselelerine dair fikirler üreten, gerçek bir okul oldu KÖGEF hareketi. Bir kadro hareketiydi KÖGEF. Süreç içerisinde bazı çatışmacı anlayışlarla pek uyum sağlayamadık işin doğrusu. Onlarla mesafeli bir ilişkimiz oldu. Ancak Türkiye’de yükselen o terör ve faşist saldırganlık herkes gibi Kıbrıslı Türk öğrencileri de negatif etkiledi. 8 arkadaşımızı faşist kurşunlarla kaybettik.
Sinan: Ne zaman döndünüz Türkiye’den.
Ferdi S. Soyer: Ben 1977’nin başında döndüm.
Sinan: Darbeden önce döndünüz. Döndüğünüzde nasıl bir ortamla karşılaştınız?
Ferdi S. Soyer: Evet. Döndüğümde Parti hareketinin içerisinde buldum kendimi yine. 1976 seçimleri yapılmış, 2 milletvekili çıkartılmış, büyük zorlukları olan, aynı zamanda yerleşim problemi yaşayan bir toplumla yüz yüze geldim. Süratle sendikal hareketin, parti hareketine kadro ihtiyacını karşılayacak bir örgütlenmenin göbeğinde buldum. Emeğimi esirgemeden, onlar da bana verebilecekleri hiçbir desteği esirgemeden, diğer gelen arkadaşlarla beraber bugüne kadar gelen sürecin içerisinde yer aldım.
III. BÖLÜM
Sinan: CTP’nin çok köklü bir tarihi var. Siz neredeyse bu tarihin tamamına tanık oldunuz. Tanık olmakla da kalmayıp bu tarihin bir bileşeniydiniz de zaten. Bir gün kendinizi başbakan olarak bulacağınızı düşünmüş müydünüz?
Ferdi S. Soyer: Hiç düşünmedim. Hiçbir zaman… Zaten bugün de söylüyorum, insanlara tavsiyem budur. Hiçbir insan “ben bu olacağım” hedefiyle hareket etmemelidir. “Ben bu olacağım” diye hareket eden her insan, olsa bile, bir kısım noktalara gelse bile çok insan kırar. Çok insan yakar, kendi kimliğinden ve kişiliğinden çok şey verir. Siz eğer ülkeme, halkıma ve bir kısım hedefler doğrultusunda mücadele edeceğim diye hedefler koyarsanız, emeğinizi ve enerjinizi bu hedef doğrultusunda verirseniz insanlar size bir kısım görevleri ve fonksiyonları doğal süreci içerisinde verir zaten. Ben hiç düşünmedim. Ne başbakan olacağımı ne de başkan olacağımı, ne genel sekreter olacağımı, ne milletvekili olacağımı düşünmedim. Hiç böyle hedefler koymadım ben kendime. Herkese de tavsiyem budur. Çünkü böyle hedefler koydunuz mu ya birini kırmak durumundasınız ya da kendinize bazı önemler atfedip bununla ilgili çok büyük meziyetlere sahip olduğunuz düşüncesiyle kendi muhitlerinizi yaratmaya kalkışırsınız ki bu da mutlaka birilerini kırıp dökmek demektir. Bunları politik yaşamım içerisinde gördüm, yaşadım. İster bizde, ister bizim dışımızda. Böyle hedefler koyan insanlar, büyük kabiliyetler olmalarına rağmen bir müddet sonra kendi kendilerini erozyona uğratan, bulundukları kadrolarda da çok büyük katkılar yapmaları gerekirken büyük sorunların odağı olan insanlar haline gelirler. Bence bu noktanın göz ardı edilmemesi gerekir. Bunun için bizim yalnızca materyalist bir dünya görüşüyle, dünya sol hareketinin felsefesiyle değil, ama aynı zamanda yine doğulu bir toplumun mensubu olarak bazı başka olgularla da tanışır olmamız gerekir. Onların içerisindeki güzel ve pozitif yanları gören bir kısım yaklaşımlarla da tanışır olmamız gerekir. Çünkü bunlar da bir felsefi akımın unsurlarıdırlar. Bir İbn-i Haldun’u da bilmemiz lazım, Mevlâna’yı da bilmemiz lazım, Hacı Bektaş-ı Veli’yi de en az Marx kadar bilmemiz lazımdır. Bütün bu mücadelenin içerisinde manevi bir yanı da taşımamız lazımdır. Bu manevi yan da nedir bilir misiniz? Bir şeye inanmak ya da inanmamak değil, bir şeyi paylaşabilme zenginliğini, bir şeyleri birlikte yaratabilme hoşgörüsünü materyalist yanınızla birlikte şekillendirebilmelisinizdir. Çünkü 19. Yüzyılın sanayi toplumunun dikey biçimde kurduğu hegemonyayı kırabilmek için hala dikey disiplinlerle, bir çok insani özelliği göz ardı eden anlayışlarla hareket etmenin mümkün olmadığı kanısındayım. İnsanı merkeze almak, bunun için de sevgi ve paylaşımı da odak noktasına almak zorunda olduğumuz kanısındayım.
Sinan: Bu, solda pek dillendirilmeyen bir yaklaşım… Kuşkusuz solun temelinde hümanizm, entelektüel birikim var. Ama ne yazık ki solda da otoriter eğilimlerin etkisiyle farklı kültürel etkileşimlere karşı bir sakınma güdüsü vardır. Sizi bu kadar geniş bir alana açan faktör ne? Akdenizlilik mi? Kıbrıslılık mı? Ya da Kıbrıs’taki Bektaşi kültürünün etkisi var mı bunda?
Ferdi S. Soyer: Hepsinin etkisi var kanısındayım. Mesela annem, Allah rahmet eylesin, dini itikatları olan bir kadındı. Aynı zamanda müthiş bir İslam hümanistiydi. Çocukluğumuzda bize Yunus’u okurdu, anlatırdı. Dinin şekilcilikle ilgisi olmadığına inanırdı. Örneğin başını örtüp örtmemenin kişisel bir mesele olduğuna inanırdı. Babam daha değişikti, Bektaşi özelliklere sahipti. O kıyametleri koparırdı, bütün bu hikâyelerin hepsinin kadınları kontrol etmek için yaratıldığını söylerdi. İşte bütün okuduklarımızda kadın nasıl örtünecek, nasıl giyinecek, nasıl oturacak, nasıl evlenecek, nasıl boşanacak, kadın erkeğe nasıl davranacak… “Size ne be kadınlardan?” derdi. “Bütün bunlar kadınları kontrol etmek için yapılmış işlerdir” derdi. Bence de hümanizm işin temeli olmalıdır. Zaten sol da daha adil bir topluma, daha insani bir yaşama dönük arayışın peşindedir. Bence bizim eksikliğimiz daha bir değişiktir. Mesela Fransız solcusu Jeanne d’Arc’a saygı duyar ve onu kendi açısından yorumlar. Bir Fransız muhafazakârından çok daha başka açıdan yorumlar. Ama bakın bizde bir Şeyh Bedreddin nedir? Torlak Kemal nedir? Said-i Nursi nedir? Sorularının yanıtları hala daha muallaktadır. Bunlar sanki ayrı galaksilerin varlıklarıymış gibi bir hadisenin içerisindeyiz. Bunun ana nedeni de bence Kemalist devrimin kendinden evvelini silip atmasıdır. Yeni Türkçeye geçmek çok güzel bir hadiseydi. Ama eski Türkçede olan bütün kültürel birikimleri tercüme etmeyip, toplumun hafızasına aktarmamak, yeni yetişen kuşakları sıfır kilometre bir hafızaya getirdi.
Sinan: Bilinçli bir tercihti tabii bu.
Ferdi S. Soyer: Elbette, bilinçliydi. Sıfır kilometre bir hafıza istendi. Ama ne oldu? Tarihimizin bütün bu birikimlerini sildik attık. Mesela koskoca bir Ahilik teşkilatının içerisindeki sosyal yanı, dayanışmacı yanı, onun düzene bir takım itirazlarını, fonksiyonlarını kavrayamıyoruz bugün. Sadece biz değil, dindar insanlar da kavrayamıyor. Onlar da bunun sosyal yanını göz ardı edip, kendi ideolojilerine aracı kılan bir yorumla ele alıyorlar. Bu bakımdan, bütün bunların gün ışığına çıkması lazımdır. Bana göre sol bunları en iyi sentezleyecek bir hale dönüştürebilir. Ama maalesef sol, bunlara karşı bir yabancı duruş sergilemektedir. Bu haliyle de sol, sanki ceberrut bir devlet anlayışının temsilcisi konumuna gelmiş oluyor. Halbuki sol bu değil ki? Hayretler içerisinde kalıyorum. Vaktiyle kim demişti Türkiye’de, sağcılar solcu, solcular sağcıdır devlete bakışlarında diye…
Sinan: İdris Küçükömer?
Ferdi S. Soyer: Evet. Bu önemli bir tespittir. Oysa solun artık bunları içselleştirmesi gerekir. Sol bunların önderliğini almak durumundadır. Toplumun tarihinin bir anlamda süzmesini almak zorundadır. Örneğin biz Evkaf kayıtlarını yeni Türkçeye tercüme ettirdik. Hükümet dönemimizde. Ve ben bu kayıtları yeni Türkçe ile okuduğum zaman şaşıp kaldığım müthiş hadiseler gördüm. Örneğin bir fermanda şunu gördüm: Bu yıl ürün boldur, onun için fiyatlar piyasada belirlensin! Bu yıl ürün kuraklıktan ötürü azdır, narh uygulanacak! Veya sektörel asgari ücreti gördüm Osmanlıda. Değişik meslek gruplarının çırak ve kalfalara vermesi öngörülen minimum ücret! Şu kadar nohut, mercimek, et alabileceği, şu kadar kundura alabileceği minimum ücret tanımlamalarını gördüm. Bütün bunlar toplumsal hareketin ortaya çıkardığı pozisyonlardır. Bir devlet, bir düzen varsa orada bir ekonomik faaliyet vardır. Bunun getirdiği sosyal grupların ilişki ve çelişkileri vardır. Bunlar gökten zembille inmeyeceğine göre bunların kökenini sizin bilmeniz lazım. Ve kendi yapınıza, kendi geleneğinize göre şekillendirmeniz lazım. Robin Hood’u okuruz biz. Peki Anadolu’da isyan eden, celali deyip geçtiğimiz, iki satırda geçiştirdiğimiz insanlar nedir yani? Bunlar daha hakça bir düzenin, daha insanca bir yaşamın talepleri, yansımaları değil midir? Bunu yalnız solcular mı bilmesi lazım? Robin Hood’a İngiliz sağcıları da bayılır. Niçin Türk sağcıları da celali‘leri bilmesin? Bunlar toplumu dünden bugüne taşıyan dinamiklerdir. Bunları reddederek, görmezden gelerek bugünkü düzeninizi sürdürebilirsiniz ama sizin düzeninizde de sorunlar oluyor? Dolayısıyla bunları tarihsel süreç içerisinde birleştirmek lazım. Biz böyle bakıyoruz meselelere.
Sinan: Entelektüel merak, araştırma, okuma… Sizin kuşağın özellikleri bunlar. Ama galiba bu mirası aktaramadınız yeni kuşağa?
Ferdi S. Soyer: Aktaramadık! Bu tabii düzenin kendisiyle de alakalı. Mesela Almanya’ya gittiğim zaman konuşuyorum, ister muhafazakâr, ister sosyal demokrat, ister sosyalist, ister yeşillerle… Yaşıtlarımla, politikacılarla… Bir bakıyorum ki muhafazakâr partilerde bile 68 kuşağının temsilcilerini görüyorum. 68 kuşağının, o dinamik yapının temsilcileri bunlar. Ama Türkiye’de 68 kuşağı mahvoldu. 71’de, 12 Eylül’de mahvedildi bu kuşak. Ara dönemde de katliamlarla mahvedildi. Bu, 68 kuşağının gerek sağda gerek solda kendisini var edebilme imkanını da kaybettirdi. Bunu devlet kaybettirdi. Ama kaybeden yine devlet oldu. Yine toplum oldu. 12 Mart yönetimi, 12 Eylül yönetimi sağdaki ya da soldaki gençliğin dinamizmini yok edip kendi askeri otoritesini kurdu diye Türkiye sevinmesin. Türkiye’nin ruhunu, dinamiğini boğdular. Bugün Avrupa’nın dinamiğinde, 68 kuşağının etkisi vardır. Sovyetlerin çöküşünün de gerisinde yatan, bu dinamikten yararlanamamaktır. Buradaki temel problem, gerek Türkiye’de gerek Kıbrıs’ta 68 kuşağının devlet terörüyle darbelenmesidir. Kıbrıs’ta sağda ve solda bu dinamik nispeten yaşatılmıştır. 12 Eylül’ün yaptığı bir katliam daha var. Eğitim sisteminden felsefeyi, bütün çarpıklığına rağmen Hasan Ali Yücel ekolünden gelen araştırmacı, incelemeci ve sentezci bakış açısını ki onu bile beğenmiyorduk biz, yok ettiler. Harun Karadeniz’in “Eğitim Üretim İçindir” diye bir kitapçığı vardı. O kitabı elden ele dolaştırırdık. Harun Karadeniz’i de bu vesileyle yad edelim. Kimse onun adını anmıyor şimdi. Birinin illa anılması için illa faşistlerce vurulması ya da asılması mı lazım onu da anlamıyorum. Hasan Ali Yücel ekolü bile beğenilmez, bunun gibi alternatifler aranırdı. Felsefeyi, sosyolojiyi, mantığı eğitim sisteminden çıkartıp attı 12 Eylül rejimi. Siz Fen bölümünde okuyabilirsiniz ama o zaman felsefe okumayacaksınız dendi. Edebiyat okuyabileceksiniz ama Fen ile bağı kuracak mantık eğitimine sahip olamayacaksınız. Ezberciliği beğenmezdik, bunun da ötesine geçip seçmeci eğitim yerleştirildi. Tik’çi kuşaklar çıktı ortaya. A, B, C seçeneklerini tiklemeye dayalı bir ölçme değerlendirme sistemi. Okuma, analiz etme, sentezleştirme noktasından uzaklaştıran, güya uzmanlık adı altında insanları bütünlüklü bir sentezden uzaklaştıran bir eğitim modeli getirildi. Ve bu model kendi sonuçlarını yaratıyor. Karşımızda bulunan hadise budur. Verilenle yetinen ve verilenin üzerinden sonuçlar çıkartan bir nesil yetiştirildi. O verinin başka verilere etkisi ya da başka verilerle ilişkisi ya da o verinin doğru olup olmadığını sınama alışkanlığı kazandırılmıyor artık.İletişim çağındayız, herkesin cep telefonları, internet her tarafta ama bu dönem kadar bütün insanlığı bilgi fukarası haline getiren ve olaylara tek bir at gözlüğü ile baktıran bir dönem görmedim. Eskiden biz şikayet ederdik, TRT tek kanallı diye ama ben 32 kanaldan haber dinlerdim ve alternatif bilgilere sahip olurdum. Şimdi maalesef insanların büyük bir çoğunluğu gazetenin başlığını okuyup, arkası nedir diye merak edip bakmayan, önündeki bilgisayara rağmen bir tuşa dokunup alternatif bilgiyi aramayan bir yapıya dönüştü. Olanaklar gelişti ama bakış açıları daraltıldı. Bilerek ve isteyerek! Yani mesele aktaramamaktan çok değiştirememek… Biz bu süreci değiştiremedik. Oysa bunun her açıdan sorgulanması lazım. Eğitim açısından da sorgulanması lazım, enformasyon alanındaki bu çok renkli yapıya rağmen çok tekelci yapının da sorgulanması gerekiyor. Çok tekelci bir yapı var. Sanılanın tersine, devletler bugün herkesi kontrol edebilecek durumdadır. Yolda yürüyen insan artık kaçamak ta yapamaz. Gidip sevgilisiyle de el ele tutuşamaz. Mümkün değil. Kaldırımda yürüyen adamın fotoğrafının çekildiği, gözlenebildiği bir döneme girdik. Bunun değiştirilmesi lazım.
Sinan: Ben sizi ilk defa 2003’te meydanlarda gördüm. Müthiş bir hitabet yeteneğiniz var. 5 yaşındaki bir çocuğun da algılayabildiği, köylünün de kentlinin de algılayabildiği bir dil kurdunuz. Bu antrenmanla yapılacak bir şey değil herhalde. İçten gelen bir şey?
Ferdi S. Soyer: İçten gelen bir şey. Bir de şu var. Bence Türk aydınlarının en büyük sıkıntılarından biridir bu. Türkiye kadar bizde de var. Aydınların kendi aralarında yaptıkları konuşmalarda, ben buna kuş diliyle konuşma da diyorum, kendi geliştirdikleri modern, kendi entelektüel kapasitesini ve kimliğini de gösterebileceği bir dil geliştirilir. Yeni Türkçe kelimelerin seçildiği, oturaklı kelimeler, teknik bazı deyimlerden oluşan bir kuş dili bu. Bunu ben şuna benzetirim: Halk edebiyatı ile saray edebiyatının bir tür farklı yansımasıdır bu. Siz kitabı okuyacaksınız, ama aynı zamanda hayatın içerisinde çiftçiyle de, hayvancıyla da konuşabileceksiniz. Gramsci bunlara organik aydın der. O organik aydınlarla da bağlantı kuracaksınız. Bir mandıradaki çoban 100 tane koyunun yaşamını idame ettirebilme, bundan ekonomik bir fayda üretebilme becerisine ve bunun ticari ilişkisine sahiptir. Onun bu ilişki biçiminde geliştirdiği deyimleri, kültürleri, onun çiftçiyle, kasapla, insanlarla kurduğu ilişki sırasında oluşturduğu kültürü de öğreneceksiniz. Senin 5 üniversite bitirmen neyse, o da hayat mektebinin doktorasını yapmıştır. Bu insanların kültürel birikimini de alacaksınız. Bu birikimi kendi birikiminize katmayı öğreneceksiniz. Nâzım Hikmet’i Nâzım yapan onun Moskova’daki üniversitede okumasının yanı sıra aynı zamanda Anadolu’da Bursa’dan başlayarak bütün insan ilişkilerinin içerisine girmesidir. Kurtuluş Savaşı Destanı’nda hem Marksist bakışı görürsünüz hem de o Anadolu insanının bütün tarihsel birikimiyle geliştirdiği doğal yapısının, entelektüel birikiminin sentezini görürsünüz. Konuşurken bunun kurulabilmesi lazımdır. Hissetmeniz lazım. Ben bugüne kadar hiç hazırlık yaparak konuşma yapmadım. 1-2 kez denedim önceden hazırlanarak konuşmayı, çok başarısız oldum. İçinden geldiği gibi konuşacaksın ama konuşurken ağzından çıkanı kulağın duyacak. Beynin dilinden daha hızlı işleyecek. Ve her zaman seni dinleyen insanların senden daha akıllı olduğunu hesaba katacaksın. Sen onların muallimi değilsin, onlar senin muallimidir. Onlara muallimlik taslamadan söylemek istediğini söyleyeceksin. Bu beceri de ancak pratikle kazanılabilen bir şey. Genellikle konuşmacılar çıkıp konuşup insanlara bir şeyleri öğreteceklerini düşünürler. O zaman insanlar sizinle sıcak bir bağ kuramazlar. Bir öğretmeni dinler gibi dinlerler sizi. Elbette bir şeyler alırlar ama o ruh bütünleşmesi olamaz. Hissederek, yaşayarak konuşacaksınız. Bazen bir konuşmadan sonra sorarlar, tekrar anlatsana diye, mümkün değil. Konuşma sırasında dinleyenlerden birinin attığı bir sözü yakalayıp onun üzerinden hedefe doğru başka bir cümle üretebilmektir. Naci Talat yoldaşımız da bu konuda son derece yetkin, yetenekliydi, hissederek konuşurdu. Ben ondan da pek çok şey öğrendim. Mesela bir iş yerini ziyaret edip, işçilerle hellim ekmek domates yemek, onların muhabbetleri ve şakaları içerisinde bulunmak size çok şey öğretir. Her ziyaretimden bir kitap okumuş gibi dönerdim. Bir esnafın dükkânında onunla muhabbet etmek size bir kitap okumuş kadar fayda sağlar.
Sinan: 2004’ten itibaren sizi çok yakından izlediğim için şöyle bir fotoğraf oluştu kafamda. Rahmetli Özker Özgür’de de, Sn. M. Ali Talat’da da mantık, pragmatizm ve bir miktar mesafeli duruş olduğunu düşünüyorum. Naci Talat ve sizde ise duygu ve maneviyat ön planda seziliyor. Böyle bir farklılaşma var. Günün sonunda mantık mı yoksa duygu ve maneviyat mı ağır bastı bu partide?
Ferdi S. Soyer: Bence esas olan nokta şudur Sinan dostum. Özker Hoca ve Mehmet Ali Talat partimizde bilgi birikimi, deney, tecrübe ve insani özellikleriyle büyük katkılar sağlamış arkadaşlarımızdır. Naci Talat ta öyle… Şimdi benimle Mehmet Ali Talat arasında böyle bir farklılaşma ortaya koyduğunda, esasında partinin gücünü oluşturur bu. Her insanın bir kabiliyeti vardır. Bunun için hiçbir insan, başka hiçbir insanla tekrarlanamaz ve karşılaştırılamaz. Mümkün değildir bu. Bir sol partide önemli olan farklı kabiliyetlerin yan yana gelip birlikte bir ortak ideale yönelik verecekleri katkıdır. Mesela güzel tespit etmişsin, Özker Hoca’nın ve Naci Talat’ın bahsettiğin özellikleriyle yan yana oluşturdukları güç partiye katkı sağladı. Benimle Mehmet Ali Talat’ın da öyle. Ömer Kalyoncu ile benim… Eşref Vaiz le bir başkasının, Sonay Adem’le başkasının, Oktay Kayalp ile başkasının… Farklı kabiliyetlerdeki insanların yan yana duruşudur partinin gücünü sağlayan. Ama siyasal bir yapının içerisinde çeşitli etkenlerle, ihtiras mı diyelim buna, hırs mı diyelim, değerlendirme hataları mı diyelim, hayatın getirdiği özellikler mi diyelim, ne derseniz deyin, kabiliyetlerde birinin ötekine üstünlüğü ya da birinin ekarte edilmesi gibi şeyler ortaya çıktığında ne mantık şampiyon olur ne ruh şampiyon olur. İkisini de kaybedersiniz. Ben birey olarak pek çok arkadaşımla farklılaşıyorum. Lider kültürüne, “tek lider” kültürüne kesinlikle karşıyım. Ben “liderlik kültüründen” yanayım. Ortak liderlik kültüründen yanayım. Ekip söylemlerine de bundan dolayı şiddetle karşıyım. Bu, özü aynı olan farklı yoğurt yiyişleri, farklı özellikleri ama amacı, temeli ve hedefi aynı olan farklı metodları, farklı insani karakterleri bir arada tutacak, dengeleyecek bir dinamik yapı olursa parti yönetiminde ve bunların ahenkli uyumu olursa parti yönetim kademelerinin içerisinde ve bunların ahengi kurulursa, işte o zaman o partiler ve dinamikler kendisini gösterir. Bu yalnızca bizim partimizde ve sol harekette değil, bir bakın SSCB’nin gelişmesine Kamenev, Zinoviev, Troçki, Lenin, Stalin hepsinin merkez komite içerisinde bir değerler manzumesi oluşturduğunu görürsünüz. O ne zaman dumura uğruyor? Ne zaman Lenin sonrası bu ahenk kalkıyor ve Stalin’in Buharin’leri, Zinoviev’leri susturup ortadan kaldırmasıyla başlıyor. “Benim ekibim ve bana benzeyenler” olgusu bir iktidar kurmanın aracına dönüştürülüyor, o zaman SSCB’de başlayan bu hadise özgürlüğün ve demokrasinin en büyük öncü gücü olan sosyalist güçlerin özgürlüğü katletmesiyle sonuçlanıyor. Özgürlük katledilince o ülkede, bütün dünya halklarının ve emekçilerinin sonuçta bugün neoliberal denen akımlara teslim edildiği bir ortamın oluşmasına sebebiyet veriyor. Onun için ben sol hareketlerde farklı renklerin, farklı yoğurt yiyişlerin ahenkli işbirliğini savunurum. Ekip söylemleri, bize ecnebi olan başka tezgâhlarda dokunmuş lider ya da “ekibimle geldim, ekibimle giderim” gibi ifade tarzlarının dinamizm katmayacağına inanırım. CTP hareketi bundan sonra gelişecekse özündeki farklılıklarla birlikte gelişecek. Mesela en basitinden 2002’den 2004’e kadar olan süreçte MYK üyelerimize baktığımızda bir Öntaç Düzgün arkadaşım, bir Kutlay Erk arkadaşım, Eşref Vaiz arkadaşım, Ahmet Gulle arkadaşım… Birbirinden daha farklı yoğurt yiyişi olan insanların ahenkli iş birliğini benim genel sekreterliğimde, M. Ali Talat’ın başkanlığında oluşturduğu dinamizmi görürsünüz. Ama birinin ötekini dışlamaya çalıştığı, birinin ötekiyle ilgili hesabının kitabının olduğu ve bana benzeyen, aynı yoğurdu aynı kaşıkla, aynı metodla yiyen insanlarla oluşturulmuş bir yapı olamaz. Bunun için sol – sosyalist partilerde çoğulculuk olamaz. Sen liberal bir yapının gelişmesini savunursan, bu elbette hakkındır. Ama sosyalist bir partide bunu savunamazsın. Gidersin liberal bir parti kurarsın orada sosyal politikaların da olacağı bir liberal felsefe savunursun. Buna bir sözüm yoktur. O da senin hakkındır. Ya da sen CTP gibi bir sosyalist partide ayrı devleti savunamazsın. Ama bu bir hak mıdır? Evet, elbette savunabilirsin, başka bir partide savunabilirsin bunu. Toplumdaki çoğulculuk demokratik bir taleptir. Ama bir sosyalist partide bu anlamda bir çoğulculuk olamaz. Sosyalist bir partide “çoğulculuk” değil “çokluk” olabilir. Çokluk olması lazımdır. Bu zenginliktir. Çünkü sonuç itibarıyla işçi sınıfının bile farklı katmanları vardır. Usta başısı vardır, ağır işçisi vardır. Teknisyeni vardır, düz işçisi vardır. Toplumda da işçisi, memuru, esnafı, köylüsü, iş adamı var değil mi? İş dünyasından eğer senin sosyalist bir parti olarak felsefeni, savunduklarını benimseyen birileri varsa onlar da senin yanında yer alabilir. Bu anlamda bir “çokluk” vardır sosyalist partilerde. Ama program bellidir: Emek en yüce değerdir! Barış, demokrasi ve sosyalizm hedefi vardır. Bu çokluğun olduğu yerde her bir insanın da farklı farklı karakteri, yetişme tarzı, olaylara yaklaşım biçimi vardır. Bu anlamda çokluk senin için bir zenginliktir. Onun için ortak paydaya, ortak programa, ortak temel felsefeye bağlı, eğilimlerde, yaklaşımlarda, yorumlarda yetişme tarzından, geldiği toplum kesiminde kendi üzerinde getirdiği özelliklerden kaynaklanan farklılıkların oluşturduğu bir çokluktur bu. Sonuçta bir işçi ailesinden gelenle, bir memur ailesinden gelenin yetişme farklılıkları mevcuttur. Ya da hep akademik dünyada yer alan bir insanla çarşıdan yetişen bir insanın yetişme tarzında farklılık vardır. Bu farklılıkları kendi içinde tolöre edecek ama bunların demokratik birlikteliğini ve ortak entelektüel kapasitesini çıkarabilecek bir yapı kurarsan bu ruh olur. Yoksa yalnızca mantık olacak ta ruh olmayacak, yalnızca ruhu yansıtacaksın da mantığı önemsemeyeceksin, o parti gelişmez.
IV. BÖLÜM
Sinan: 2011 Haziranında yapılan kurultayında yeniden aday olmadınız ve genel başkanlık görevinizi bıraktınız. Kurultay sonrasında kamuoyu önünde yapılan tartışmalara şahit olduk. Partinin önemli isimlerinin liberalizm-sosyalizm tartışmalarına girdikleri ve bu tartışmaların kamuoyu önünde yapıldığı görülüyor. Siz partide ideolojik temelde bir tartışma olduğunu düşünüyor musunuz? Ve tabii bu tartışmaların kamuoyu, basın önünde yapılmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ferdi S. Soyer: Bence bu yanlıştır. Yapılan şey yanlıştır. Gerçek şu ki, bu partinin bir ciddi eksikliği var. Biz dünyadaki gelişmelere paralel olarak 90’lardan itibaren partimizde büyük değişimler yaptık. Partinin sosyalist özünü koruyarak, kademe kademe gelişerek, dünyadaki gelişmelere paralel olarak, özünde sosyalist değerlere bağlı bir gelişim-değişim süreci yaşadık. Bu süreç, Kıbrıs toprağında çok büyük görevleri başarma hadisesiyle paralel ilerledi. Yani hem kendinizi yeniliyorsunuz, bir yandan faşizme karşı mücadele veriyorsunuz, aynı zamanda çözüm mücadelesi veriyorsunuz. Ülkenizi, halkınızı yok etmek isteyen güçlere karşı mücadele veriyorsunuz. Bütün bunların üstüne bir de size karşı ideolojik mücadele geliştiren güçlere karşı bir mücadele veriyorsunuz. Güneydeki sağ ve sol politik odaklara karşı, genel olarak evrensel planda işte “sol kalmadı, artık bitti” anlayışının toplumdaki yansımalarına karşı “hayır sol bitmedi, sosyalizm aslında şudur” diyen bir yaklaşım içinde olmak zorundasınız. Bütün bunları yaparken, çok önemli değişimlere imza atarken eksik bıraktığımız, bütün bu sürecin yoğunluğundan ve yorgunluğundan, pratik görevlerin ağırlığından dolayı eksik bıraktığımız bir nokta oldu: örneğin CTP-BG konseptini geliştirirken, o günün konjonktüründe insanlar bunu pragmatik olarak algıladı. Yani biz bunu yapıyoruz ama çözüm için yapıyoruz, çoğunluk olmak için, hükümete geçmek için yapıyoruz gibi gördüler. Bunu bir faydacılık olarak gördü bir kısım insan. Bunun teorik muhtevasını beyinlere işleyemedik. Bunun teorik, felsefi bütünlüğünü sentezleştiremedik. Bu bizim eksikliğimizdir. Dolayısıyla belli kadrolar arasında bu iki tür eğilim yarattı. Biri 2006’da önümüze çıktı: eskiye dönmek, açılımı durdurmak, dar kadro olgusuna dönmek. Bu bize yerel seçimlerde çok pahalıya mal oldu. Bu pahalıya mal oluş, o görüşü geriletti. Yani “yok yahu, yanlış yaptık” olgusu, yapanlarda da hakimdi ve geriledi. Ama bu kez bir başka etkiyle karşılaştık. O da dünyada genel olarak neo-liberalizmin getirdiği ve solun karşısına sürekli çıkartılan “artık şablon modeli kalktı” görüşüdür. Evet, eskiden elimizde formülümüz vardı. Başta SSCB ya da diğer sosyalist deneyimlerden hareketle “sosyalist model budur” diyor ve bu modeli uyguluyorduk. Tamam, bu kötü bir şeydi ve zaten sonucunu da gördük. Ama bir yandan “şablon model kalktı” denip, öbür yandan da formül bile değil, tek bir model olarak işte kamu kaynaklarını tüketmek, yalnızca özel sektörün ve rekabetin, piyasanın tek başına bütün ilişkileri şekillendireceği gibi bir argüman kondu ortaya ve bu aslında başka bir formül haline geliverdi. Ve bu formül, bazı insanların bakış açısını “doğru olan budur” fikrine götürdü. Ve fakat bu arada arayışını sürdüren, gelişmeleri bir mantığa oturtmaya çalışan kişileri de “statükocu” diye, “geri mi dönüyor bu?” diye yaftaladı. Geçmişe olan tepkiyle, yeni ve açılımcı olan her şeye kapanan eğilimler de bunun karşıtı, tezatı olarak yeniden gelişmeye başladı. Dolayısıyla şimdi güya değişim diye gündeme gelen bakış, aslında dünyada hakim olan muhafazakâr görüşün tek model olarak gündeme getirdiği, ortaya koyduğu bir anlayıştan başka bir şey değildir.İşin doğrusu budur.
Sinan: Parti açısından çarpıcı bir saptama bu. Az önceki değerlendirmeniz ışığında bu nasıl yorumlanmalı peki? “İdeolojik arayış” içerisinde olan birilerine mi yoksa sistematik bir kuşatma ve saldırıya mı işaret ediyorsunuz bu söylediklerinizle?
Ferdi S. Soyer: Her ikisi de! Çünkü bu sistematik kuşatma, sizi arayışınız sırasında şekillendiriyor. Bu arayışı yapan insanlar “işte şu model uygulandı başarısız oldu, dolayısıyla budur” deyip, onun sunduğuyla mevzuları şekillendirip, onun üzerine bir de sosyal boya katmak derim ben ona; biraz da işte “sosyalizmin fırçasını vuralım, sol bir rötuş atalım” yaklaşımına da sebebiyet veriyor. Ama biz bunları tartıştık? Bu kargaşa içerisinde tartıştık üstelik? 2009’daki seçim başarısızlığına rağmen bunu yaptık ve bir sentez çıkardık? Bu da siyasal tezlerimizdir. Dünyaya bakışımızı, ana temelimizi, omurgamızı, iskelet yapımızı oluşturduk. İskeletimizi kurduk. Ama şimdi ne acıdır ki bazıları bu iskeleti görmek istemiyor. Ama iskelet duruyor? Kimse de reddedemez bu iskeleti! Eksiğimiz nedir şimdi? Bu iskeletin üstüne giydirmemiz gereken et, yani program. Program konusunda bir çalışma içerisine giremiyoruz. Bizim şimdi bu iskeletin üzerine giydireceğimiz ve halkın karşısına çıkacağımız bir elbisemizin olması lazım. Bunu da artık eski metot ile yapamazsın. Hayatın bütün ihtiyaçlarına karşı olanca açıklığıyla bu Kıbrıs toprağında cevaplar üretmek zorundasın. Yani ben Türkiye’den bir hedef söyledim ve bu hedef solda ve sağda tepki alıyor, herkes bunu kabul ediyor, kendi gelirimizle kendi cari giderimizi karşılayabilecek kapasiteye ulaşmamız lazım. Bağımlılığı azaltacak. Bunun için siz ne gibi ekonomik tedbirler, mali politikalar, siyasal hedefler ve aynı zamanda vergi politikaları, üretim ve istihdam politikaları yürüteceksiniz? Nasıl bir sosyal politikanız olacaktır? Dıştan aktarılan kaynaklarla varlığınızı idame ettirmeye mi çalışacaksınız? Yoksa kendi kaynaklarınızla ve dıştan alacağınız destekle üretkenliği geliştirecek bir politikaya mı yöneleceksiniz? İşte bunu bir programa dönüştürmek lazım! Siyasal tezlerimiz ortada. Onu okuyan herkes hayranlık duymaktadır. Buna itiraz eden de yoktur. Ama işin en çirkin yanı şu oldu bence. Ben bu iskeleti tartışmam, bunun üstüne giydirilecek bir noktada örneğin iskeletin omurgasını çıkartmak isterim! Olamaz böyle bir şey. Bu mümkün değildir. Bence burada eğer iskeleti beğenmeyen varsa açıkça çıkıp söylemesi lazımdır. “Ben bu yaptığınız iskeletin omurgasını beğenmedim” diye. Bu gizli tutulursa eğer o zaman yapay gerginlikler oluşur ve bunu gizli tutanlar mahkûm olur. Çünkü o iskeleti beğeniyor insanlar. Ha bir de tartışmalar tabii ki çok olmalıdır. Ama ben ilk etapta gazete sayfalarında tartışmak istemem. Bunu herkesin bilmesi lazımdır. Bakın bazen ne olursa olsun, annenizin margarini damak zevkinizi oluşturur sizin. Ne yaparsanız yapın, annenizin kullandığı margarinin lezzeti damağınızdan gitmez. Onun için ne kadar modernize olursanız olun dünyada sol fikirlerin ve sosyalist değerlerin yarattığı bazı güzel margarinlerin de lezzetini terk etmemeniz lazımdır. Bunlardan biri de “kol kırılır yen içinde kalır” mantığıdır. Ama bu, hiç bir şeyi gizlemek değildir. Her şeyi önce kendi içinde tartışacaksın demektir. Anlaşırsan ne ala. Anlaşmazsan eğer, tartışmanı aleni yapma hakkın orada! Seni hain diye biri suçlamadan, sen de başkasını suçlamadan aleni tartışma yapman bakidir ve varittir. Bunu sen yapabilirsen, annenin margarininin lezzetini koruyabilirsen, bu olur ve olması gerekir. Ama benim bir dostuma söylemem gerekeni ben gazete sayfasında yazarak söylemem. Söylersem, zaten söylemesem daha iyi olacak. Çünkü artık söylediğimin bir anlamı yoktur. O da bana cevap verecektir. O zaman tartışmanın özü de ortadan kalkar. Solun gerçekten sağ ile ya da egemen olanla yapacağı tartışma yerine, egemenlerin seni keyifle seyrettiği kısır, verimsiz ve gürültü içerisinde ne dediğini kitlelerin duymadığı, duyamayacağı olaylara sebebiyet verirsin.
Sinan: Partinin özgürlükçü, demokratik sosyalizm gibi bir omurgası var. Bir de ekonomik, sosyal politikalarda güncele adapte olması gerekliliği var. Zaten herhalde temel problem de burada çıkıyor. Özgürlükçü demokratik sosyalizm ile güncel politikaların örtüştürülmesi konusunda sorun yaşanıyor. Ve galiba şu an için en öncelikli problem bu. Türkiye’nin dayattığı ekonomik sosyal paket ve UBP iktidarının uygulamaları. Siz Türkiye ile özellikle de AKP ile ilişkilere nasıl bakıyorsunuz?
Ferdi S. Soyer: Şimdi bakın günümüz koşullarından somut bir örnek vermek isterim. Mesela sosyal sigortalar yasa tasarısında değişiklik. Sosyal Sigortalar yasa tasarısındaki bu değişiklik o meşhur paketin içerisinde yoktur. Yalnız bir cümle vardır orada: Daha fazla prim toplanarak Sosyal Sigortalardaki açığın kapatılması… Şimdi siz bu olgu gündeme geldiği zaman bu tartışmadan kaçmak için “Türkiye’nin dayatması” diye bir hikâye korsanız, bu statükoyu sürdürmek niyetlerine sizin istemeden katkı koymanız demektir. Bu nereden doğuyor? Bir hükümet var, bir sosyal sigorta var, bir de Türkiye var. Sosyal Sigorta problemli kardeşim, batıyor! Nedeni şudur. Ben yalnız mesuliyetleri tartışamam ki “şunun sebebi, bunun sebebi” diye? Mesuliyetleri söylerim, bu yüzden bu oldu derim ama benim de bir mesuliyetim vardır: Bu sosyal sigortayı hükümette ya da muhalefette olayım, bu sosyal sigortaları batırtmadan, hangi metot ve hangi düzenlemeyle emekçilerin yararına devam ettirilebileceğini düşünmek mesuliyetidir bu. Yoksa bu sosyal sigortalar batsın, emekçilerin başına da ne gelirse gelsin mi diyeceğim? Kırılma noktası budur. Hükümet çalışmıyor bu konuda. Bir şey getirmiyor. Öyle bir derdi de öyle bir yeteneği de yok. Sol ya da sendikal hareket te alternatif koymuyor. E o zaman bu batacağına göre kim sorumlu oluyor bundan? Parayı verecek olan! Çünkü batarsa daha fazla para verecek! Kim o? Türkiye! O zaman Türkiye bürokratları gelip “bunu şöyle yapın, şunu böyle yapın” diyor. E hadi kıyametler kopuyor. Peki, sen burada ne yapıyorsun? Sendikalar olarak gidilip görüşülmüyor. Bakın bu solda büyük bir yanlışlıktır. Reddediyor görüşmeyi! “Ben reddederim bu yasayı” diyor. E, yerine ne koyuyorsun? Peki, biz sol bir parti olarak ne yapacağız? Seyredecek miyiz bunu? Yoksa oturup bir politika mı geliştireceğiz?İskeletimiz tamam? Bunun üstüne bir ceket dikeceğiz? Bir önerme yapacağız biz buna. Toplumsal bütün kesimlerin bu önermeye bağlı yönlendirilmesi ve bu hükümet döneminde de bu gerçekleşebilir. Sonuçta emektir bundan kazançlı çıkacak olan. Bir darbeyi engelleyeceğiz. Böyle bir mantığa parti ecnebi oluyor günümüzde mesela ve ben bundan endişe duyuyorum. Bu yanlıştır. Bizim bunu önermemiz lazım. Bununla ilgili bilgi birikimimiz var, bizim yaptıklarımız var, düşündüklerimiz var. Diyelim ki yarın hükümet olduk. Şöyle bir mantık var mı? Ben bunu önermeyeyim, günü geldiğinde hükümet olurum, bunun yaptığını değiştiririm. Ama sen şunun farkında değil misin? Eğer bu değişiklik olursa sen geldiğinde bugünkü gibi bir tabloyu bile bulamayacaksın. Çok daha kötü bir tabloyla karşı karşıya kalacaksın. Çok daha fazla tedbir almak zorunda kalacaksın. Yıpranacaksın, Yunanistan’daki İspanya’daki sosyalistler gibi.Hayretler içinde kalıyorum ben şimdi bu memlekette. Ekonomik kriz aldı yürüdü, hükümet yıpranacağına CTP yıpranır. Nasıl iştir bu iş yahu? Anlaşılır gibi değil! Bir ekonomik kriz var, bu memleketin ağzına yanarlar, hükümet yıpranmıyor, buna itiraz eden CTP yıpranıyor! Bunun nedeni nedir? Sen alternatif koymuyorsun ki ortaya? Bu defa edilgenlik oluşuyor, bu defa insanların kafasında çaresizlik ürüyor. Bu memlekette yıllardır toplumun genlerine işletilen öğrenilmiş çaresizlik hâkim oluyor: “Biz hiçbir şey yapamayız, Türkiye idare eder bizi”!. Bu şekilde toplumsal dinamik te çöktüğü için, çökmeye doğru gittiği için CTP yıpranıyor. CTP umudun partisiyse, yalnız “Kıbrıs konusunda ben böyle yapacağım” dediği için değil, yaşamda “ben bana biçilenin bir adım ötesine gideceğim” dediği için umuttur! “İşçiye sosyal sigorta” sloganını attığımızda 1973’te sosyal sigortanın esamisi bile yoktu. “Barış ve çözüm” dediğimizde militer koşullarda bunu söylüyorduk. Umut mu vardı o zaman? Ama umudu canlı tutmak lazım! Yani bu iş Pandorra’nın kutusuna benzer kardeşim. Şimdi her ağzını açan konuşuyor: “mahvolduk, bittik, gittik!”. Açıldı kutu, bütün kötülükler marazlar saçıldı. Adam geldi “kapatın bu kutuyu” dedi. “Kapatın ki hiç olmazsa kelebek kalsın içinde. O umuttur, bari o kalsın” dedi. Pandorra’nın kutusunun içinde kaldı kelebek. Şimdi her ağzımızı açtığımızda “mahvolduk, bittik, çöktük!”. E kapatın be kuduzu? Kapatın kutunun kapağını da kalsın içinde birazcık umut! Başka türlü sen nasıl mücadele edeceksin yahu? Olur mu böyle bir hadise? Bunun yolu nedir? Önermektir! Bunu sen üreteceksin ve önereceksin. Ve bunu topluma mal edeceksin. Kavgasını dövüşünü vereceksin bunun ki şekillensin. Ama sen ürkersen, ben işveren kesimine şu sıkıntıyı getireceğim, filan kesime de şu özveriyi getireceğim noktasını söylemekten korkarsan, korkucu adam ne nikah kıyar, ne birini sevebilir, ne birini öpebilir. Korkucu insan, sevdiğine sarılıp öpemez bile. Muhabbet bile kuramaz. Korkmayacaksın!
Sinan: Anlattığınız bu durum politika üretememekten mi yoksa korkudan mı kaynaklanıyor?
Ferdi S. Soyer: Politika üretememek 3 noktadan kaynaklanır. Ya mevcut politikaya gizli desteğin vardır, o yüzden alternatif söylemezsin. İkincisi, “bırak bunu yapsın batsın da ben sonra geleyim, düzeltirim nasıl olsa” dersin. Böyle çok faydacı bir yaklaşım içerisindedir. Üçüncüsü ya bilgin yetersizdir ya da filanca kesim ile niçin çatışmaya gireyim gibi çok başka bir korkuyla hareket edersin. Bundan başka bir neden olamaz.Herkeste beyin var. İnsan aklı sonsuz derecede üretme yeteneğine sahiptir. Partimizde de muazzam bir yetenek var. Eğer sen bunu frenliyorsan işte o zaman bu üçünden biridir frenleme nedenin. Kusurun budur. Ben partimizde yönetimde olsun ya da olmasın, hiçbir arkadaşımızda böyle bir kusur olacağına inanmak istemiyorum. Herkesin çok iyi bir bilgi birikimi var.
Sinan: Müthiş bir enerjiniz var. Sizi dinlerken hissediyorum bu enerjiyi. Niçin kapattınız bu enerji musluğunu?
Ferdi S. Soyer: Ben musluğu kapatmadım? Bak seninle konuşuyorum?
Sinan: O zaman daha açık sorayım: Haziran kurultayında neden görevi bıraktınız peki, madem musluğu kapatmadınız?
Ferdi S. Soyer: Neden bıraktığım sorusunun muhatabı çok oldum. Belki inanmazsın ama binlerce insanla bire bir konuştum. İkna edemedim ama, insanların en azından bu kararıma saygı göstermesini sağladım. Sebebi şudur bunun. Ben geçen kurultayda son kez aday olacağımı söylemiştim. Bunu söyledikten sonra 2 yıl, sorunlu bir dönemde bu organizasyonu yapmak için, partimizi kurultaya sağlıklı biçimde götürebilmek için büyük gayretler gösterdim. Aldığımız %30 küçümsendi. Halbuki çok büyük bir değerdi o karmaşa içerisinde o %30! Bunu çok arayacak insanlar. Önemli olan %45’e yeniden ulaşmaktı. Bunun için biz %30 temeline sahip çıkmanın zenginliğini gösteremedik. Çünkü biz %15’lerden %45’lere çıktık ve bir seçim döneminde çıktık. Bizim 2003’teki oy oranımız %34’tü. Maksimum ulaştığımız nokta %30-34’tür. Ve %30 büyük bir olgudur. Nitekim yerel seçimlerde bu etkisini gösterdi, %34 ile sonuçlandırdı. Bazı yörelerde %50’yi aştık. Ama genel toplamda, girdiğimiz ve girmediğimiz yerler itibarıyla Ada çapında %34 ki, büyük bir değerdi bu. Bunu korumak ve geliştirmek için klasik olandan farklılaşmak zorundayız. Ben “aday olmayacağım” dedim, çünkü yeniden aday olmak klasiği tekrarlamaktır. Bu partimize ve bana yakışan bir hadise değildi. Aday olsaydım hiç kuşkum yok ki %85, hatta daha yüksek bir oranda destekle çıkardım kurultaydan. Hiçbir endişem yoktu benim böyle bir konuda. Ancak bu söz çıktı mı çıkmadı mı? Önemli olan bu! Buna bağlı olarak ben yine partimdeyim. Yine bilgimle, görgümle arkadaşlarıma katkı sağlamaya devam edeceğim. Ama gördüğüm, üzüldüğüm nokta bu. Bir ekonomik krizin yaşandığı bir ortamda krizin sorumlularının yıpranmayıp CTP’nin tartışılması! Bu olamaz!
Sinan: 2000’lerin başından beri CTP müdahil bir partiydi, süreci belirleyen bir partiydi. Gündem belirleyen bir partiydi. Aslında büyük bir devrimci süreç yaşandı. Denktaş diktatörlüğü yıkıldı, UBP iktidarı yıkıldı, gerçekten önemli işler yapıldı. Bugün ise CTP’nin “gündemi belirleyen parti” olamadığını, %30’ların aranır hale geldiğini söylüyorsunuz. Eğer bu gerçekten böyleyse, bunda sizin payınız yok mu? Bir ilkesel tutum adına Genel Başkanlıktan ayrılmış biri olarak, partinizin bugünkü durumunun hesabını kendinize verebiliyor musunuz?
Ferdi S. Soyer: Veremiyorum zaten! Ben bunu söylüyorum, veremiyorum! Kendime de veremiyorum, kimseye de veremiyorum. Kimse kimseye de veremiyor. Çünkü burada herkesin müşterek bir mesuliyeti vardır. Ben bu mesuliyeti herkesten daha fazla hissediyorum. Güneş görmüş buz gibidir benim ruh halim şimdi. Bu beni mahvediyor, açık söylemek gerekirse. Birey olarak mahvediyor. Ama bu beni bir başka öfkeye de sevk etmiyor. Ben yine ümitle partinin kendi içerisinde birlikteliğini kurabilmesi için gayret sarf ediyorum. Yardımcı olmaya çalışıyorum. Ama bu yeterli mi, yeterli değil mi bunu biraz da zaman gösterecek bize. Biraz zamanın da yaşanması gerektiği kanısındayım bazı değerlerin tam anlamıyla şekillenebilmesi için. Yani zamanında burun kıvrılan, ya da seçimlerde %30 oy almamızın mesuliyeti olarak gösterilen; “kendi gelirimizle kendi giderimizi karşılama hedefine” gizli gizli kesilen fatura, bugün AKP’nin davranışından şikâyet etmenin çelişkisiyle orta yere çıkıyor. Şimdi bunun ayrımını yapabilmek lazımdır. AKP 2002’de seçim bildirgesini çıkarttığı zaman ben partinin genel sekreteriydim. Ve şunu söyledim, “arkadaşlar, yani elbette vermem ama, eğer ben oy verebilecek olsaydım Türkiye’de, bu seçim bildirgesiyle AKP’ye oy vermemekten maraz ederdim (rahatsız olurdum). Çünkü CHP’nin, diğer sol kesimlerin, hepsinin seçim bildirgelerini okudum. Türkiye-AB üyelik süreçlerine, Kıbrıs sorununa ilişkin doğru demokratik tarzda tüm önermelerin AKP’nin seçim bildirgesinde olduğunu gördüm. Bunun sınıfsal temeli vardır. Üretici güçlerin gelişmesinin artık Türkiye’de değişime doğru gitmesinin ve üretim ilişkilerinin o vesayetçi noktada kırılması gerekliliğinden doğan burjuva demokratik dinamizm AKP’de yansımıştı. Bu bir solcunun, ilericinin göz ardı edemeyeceği bir realitedir. Ha, sol politik olarak bunun da önüne geçmeliydi? O başka bir şey. Sol bunu başaramadı. Bu dinamik, Türkiye’de AKP’ye bir güç verirken, biz burada verdiğimiz mücadele ile AKP’nin Türkiye’deki demokratikleşme, AB hedefine doğru gitmesine büyük bir katkı sağladık. Ve bu dinamiği üreten en önemli güç kaynaklarından biri de biz olduk Türkiye halkına. Çünkü çok direngen davrandık. Boyun eğmedik. Mesela Turgut Özal da Kıbrıs sorununu çözmek, vesayetçi rejimi kırmak istedi. Ama Kıbrıs’ta öyle bir dinamik yoktu o dönem. Onun için yalnızlaştı ve belirli bir noktaya doğru gitti. AKP Türkiye’deki demokratikleşme programının önündeki engellerden biri olan Kıbrıs sorununu çözmek ve bununla evrensel ekonomik siyasi ilişkilerini bütünleştirme hedefinde büyük bir dinamik buldu yanında. Bu da Kıbrıs Türk halkının varlığıydı. Baykal’ın, Perinçek’in, MHP’nin, kızıl elmacıların, üniformalı ve üniformasızların önüne koyduğu engeli Kıbrıs Türk halkının verdiği destek olmasa aşamazdı. O engeli geçtiler gittiler ama, AKP de bu sürecin gereği olan karakteri, ideolojik ve politik özellikleri taşıyamadı. AKP ideolojik ve politik olarak bize karşıttır. Bunu bileceksin. Bunu bilerek, sen kendi kimliğini koruyarak ve geliştirerek onunla ilişki biçimini ayarlayacaksın. Ben bunu yapmaya çalıştım. Bu konularda da bir kısım husumetleri aldım üzerime. Ha şimdi, şu andaki durumda Türkiye’deki güce bakarak sen biat ya da itirazsız biçimde onun çizdiği çerçevenin içerisinde kalırsan kendi kimliğini erozyona uğratırsın. Üstelik Türkiye’ye de katkın olmaz. AKP’ye de katkın olmaz. Çünkü AKP de gittikçe otoriterleşen bir eğilime, hep kendi doğrusunu empoze etmeye, en doğru benim demeye başlar. Bundan ötürü bizim AKP ile ilişkilerimiz, bu olumlulukları ve olumsuzlukları kendi içerisinde taşımak durumundadır. Biz kendi çizgimizi, özgünlüğümüzü koruduğumuz sürece ve o özgünlükle ilgili talepler ve ilişki biçimleri arayışı içerisinde olduğumuz sürece, onların demokratik talepleriyle de örtüştüğü ölçüde geliştirilebilecek bir ilişkiden bahsedilebilir. Yoksa kendi özgün çizgini sildiğin anda ve bunu etkisizleştirdiğin anda sen ne kendi varlığını ne de özgünlüğünü koruyamazsın.
Sinan: Aslında büyük ölçüde aldım yanıtını ama biraz daha açmak istiyorum. 2008’de önünüze ekonomik sosyal paket geldiğinde “ben bu paketin taşeronluğunu yapmayacağım, önce halkıma soracağım, halkım bunu içine sindirirse devam edeceğim” demiş bir lidersiniz. Ve bu çıkışla büyük bir riske de girerek zamanından önce seçime girdiniz. Seçimi kaybettiniz. Biraz da buradan hareketle soracağım. AKP’ye ve Türkiye’ye rağmen Kıbrıs’ın kuzeyinde bir siyasi partinin iktidara gelebilme olasılığı nedir?
Ferdi S. Soyer: Bence çoktur! Yeter ki siz kendi özgünlüğünüzü ortaya koyup kendi insanlarınızla birleşin, bütünleşin. “Mısır halkının dediği olur Ey Mübarek!” diyen bir siyasi lider, “Kıbrıs Türk halkının dediği budur, bu parti hükümet olacaktır” dendiğinde buna müdahale mi edecektir? Ama siz kendi kimliğinizi ve özgünlüğünüzü koymadan, Türkiye ile ortak çıkarları inkâr da etmeden geliştireceğiniz bir strateji olmadan, Türkiye’deki ilerici, demokrat, aklı başında, liberal, sağ, sol bütün insanlarla bütünleştirmeden, onlara da meramınızı anlatmadan bugünle ilgili yol yürüyebilmeniz de mümkün değil. Ama bunları anlatarak ve kendi özgünlüğünüzü de koruyarak bu memlekette hükümet olmak mümkündür tabii? CTP hükümet oldu? CTP’nin hükümet olmasının nedeni AKP değildi ki? Şimdi unutuldu galiba? CTP’nin hükümet olduğu tarihte dominant politikayı belirleyen AKP değildi. Askerlerdi, başkalarıydı… Onlara yanaşmadı CTP! Ve üstelik çok ilginçtir, biz ana muhalefet partisiydik ve 2000’lerde Türkiye’deki hâkim anlayış, bu katı laiklik anlayışıydı. Kısa bir anekdotu paylaşmak isterim. Daha AKP kurulmamıştı, bizim üniversitelerimize türban yasağı getirilmek istendi. CTP allem gallem etti ortalığı. Öyle bir şey olamaz! Özgürlüğe ve inanca siz müdahale edemezsiniz. Hem ne demektir başörtülü kız mektebe giremeyecek te onunla aynı ideoloji ve inanca sahip erkekler girebilecek? Onun kız olmaması mı ona bu avantajı sağlayacak? Biz burada bunun büyük kavgasını verdik o dönemki hâkim yapıya rağmen. Bunlarla mücadele ederek biz varlığımızı koruduk ve hükümete geldik. Ha, belli dönemler bunun acısını çok yaşadık ama yok olmadık ki? Dolayısıyla Türkiye’deki bir hükümet ile illa %100 iyi ilişkiler içerisinde olarak hükümet olmak gibi bir tavrımız olamaz. O zaman siz kendiniz, kendiniz olmaktan çıkarsınız. Sizin Türkiye’nin genel çıkarlarıyla örtüşen temel politikalarınız olacak ve bu temel politikalarınız da kendi renginizi kendi toplumunuzun varlığını, ihtiyaçlarını, çıkarlarını, taleplerini ifade eden siyasetler geliştireceksiniz. Böyle hükümet olunur bence…
Sinan: Sözlerinizden “aman ha AKP ile kavga edilmesin” görüşünü savunanlar varmış gibi bir izlenim ediniyorum?
Ferdi S. Soyer: Bence çok yanlış bir şeydir bu. Yani AKP ile illa da kavga etmeme gerek yok? Farklılığımı söylerim? Bu kavga mıdır? Ha bunu kavga diye algılayan varsa bu onun sorunudur. Biz Türkiye’nin ve Kıbrıs Türk halkının ortak çıkar ve ihtiyaçlarında her zaman iş birliği yapacağız. Ama kendi kimliğimizi, siyasi çizgimizi orta yere koyma olgunluk ve cesaretine de her zaman sahip olacağız.
Sinan: Söyler misiniz bana, bugün bir Kıbrıslı Türk CTP’ye ne için oy versin?
Ferdi S. Soyer: Çok basit. Geçmişten bugüne kadar varlığını savunduğu, kendisini var eden en önemli güçlerden biri olduğu ve ne olursa olsun CTP’nin içinde her zaman için iyiyi ve doğruyu arayan ve itiraz eden bir varlık olduğunu bilerek oy vermesi lazım…
Sinan: Nasıl bir gelecek tahayyül ediyorsunuz?
Ferdi S. Soyer: Toplumun üzerindeki ölü toprağının yırtılacağı bir gelecek tahayyül ediyorum. Bunu yırtmak için de sonuna kadar kavga etmek gerektiğine inanıyorum. Gerekirse pek çok şeye yeniden başlayarak… Onun için herkese tavsiyem, Rudyard Kipling’in “adam olmak” şiirini herkesin baş ucuna koymasıdır. Ben 1972 de partiye üye olduğumda 19 yaşındaydım. Rahmetli babam partiye üye olmamı istemezdi. Yaşadığı geçmişten, o kötü dönemlerden ötürü. Görüşüme, düşünceme bir itirazı yoktu. Partiye üye olduğumu öğrenince babam bana bir nasihat ve bir de hediye verdi. “Madem partiye üye oldun, gel bakalım kebaba gideceğiz” dedi. Alev kayasına gittik. Oturduk, sohbet ediyoruz. Bana “ne duyuyorsun?” diye sordu. “Seni duyuyorum baba?” dedim. “Yok, başka ne duyuyorsun?” dedi. “Ne duyayım be baba? işte etraftaki insanları duyarım?” dedim. “Yok, şu zirziroların (ağustos böceği) sesini duymaz mısın?” dedi. “e duyarım” dedim. “Ama onları duymazsın aslında, beni duyuyorsun, onlar da kulağında çınlarlar değil mi?” dedi babam ve şöyle devam etti: “madem partiye üye oldun, ben senin kabiliyetlerini bilirim, çok alkışlar alacaksın, çok yaşa’lar, çok varol’lar duyacaksın. Bazılarından da çok sövgüler alacaksın. İşte o alkışları da, sövgüleri de aynı şimdi zirziroları duyduğun gibi duy. Ben seninle konuşurken sadece zirziroların sesini duyuyor olsaydın deli derlerdi, atarlardı tımarhaneye. Yalnız alkışları ve bir de sövmeleri duyarsan ya şımarır deli olursun, ya da kindar olur, yine deli olursun. Alkışlar da sövgüler de zirziro gibi gelsin sana. Onlar bir hakikattir ama duymayacaksın. Gözünün içine bakan insanı dinleyeceksin sadece.” Dedi. Bir de çıkardı cebinden kendi el yazısıyla yazdığı Rudyard Kipling’in “Adam Olmak” şiirini verdi. “Al bunu yanında taşı, devamlı oku” dedi. Babamın bana verdiği şiiri hiç unutmadım. O şiiri herkesin okuması, başucuna asması lazımdır. Kaybettiği anda, sıkıntıya girdiği anda yeniden var olabilme dinamizmi o şiirin ruhunda vardır.
Ferdi Sabit Soyer’e babasının nasihat olarak verdiği şiiri dinlemek için tıklayınız:
Sinan: Haziran kurultayında sizin veda konuşmanızı dinlerken bir çok insan duygulandı. Kırıklık görmedim ben o konuşmada. Öfke de görmedim. Ama sitem vardı. Hatta güçlü bir sitem vardı. Sonuçta bir dönemin faturası size çıkartıldı.
Ferdi S. Soyer: Ben faturaları öderim. Faturadan da korkmam. Ama o dönem henüz tartışılamıyor. Neden? Çünkü o dönemin aktörleri hala daha sağda ve solda günlük politikanın içerisindedirler. Kimisi sendika yöneticisidir, kimisi işveren örgütü yöneticisidir, kimisi parti yöneticisidir, kimisi bizim partimizdedir. Aktif unsurlardır hepsi. Dolayısıyla o dönem objektif olarak hala daha değerlendirilemiyor. Ama o dönemin kıymetini herkes şimdi çok daha iyi farkediyor ve anlıyor. Biz bir hayli değişim yaptık. Ne Türkiye önerdi bize bunları ne başkası. Örneğin statükonun bize getirdiği bir nokta vardı devlette çalışan işçi. 50 yaşına geldiğinde emekli olur, sosyal sigortadan emekli aylığını almaya başlar, bir yandan işine de devam eder. Bu besleme ve aristokrat bir işçi kesimini yaratmak için, statükonun devamını sağlamak için kamu kaynaklarıyla oluşturulmuş bir noktaydı. Biz bunu değiştirdik. Alternatif sunduk insanlara. Emekli olup emekli aylığını tercih edersen işten ayrılacaksın. İşe devam etmek istersen emekli aylığın, emekli olacağın 55 yaşına kadar kesilecek. Bunun gibi müthiş değişiklikler yaptık. Aynı şekilde Cypfruvex. Örneğin 2 tane tesisini üretici birliklerine devrettik. Kamu kaynaklarıyla taban fiyat belirleme politikasını değiştirdik. Doğrudan gelir desteği modelini getirdik. Üreticiye bu desteği vererek, üreticinin kamu kaynaklarına dokunmadan, kaliteyi özendirerek üretime girmesini ve daha çok kazanmasını sağladık. Şu anda yeni narenciye bahçeleri ekilmişse bunun ana nedeni de budur. Örneğin Vakıflar idaresinden her ay 1.5 milyon kaynak alarak idare edilen Dome Otel’in işletmesini çalışanlara devrettik. Bugün hem kâr eden, hem de insanlara sosyal olarak hizmet eden bir kuruluş haline geldi. Kimse özelleştirilmesini tartışmıyor bile bugün. Devlet dairelerinde düzenlemeler yaptık. Bunların hiç birini ideolojik ve politik kavramların arkasına geçerek yapmadık üstelik. Tamamen statükonun kamu kaynaklarına dayalı sistemini kırabilmek için yaptık. Bizim 5 yıllık hükümet dönemimizde tarihte ilk defa 5 yılda 5 milyar dolar sabit sermaye yatırımları gerçekleşti. Bunun büyük çoğunluğu da orta ve küçük işletmelerdir. İş başına geldiğimizde 20 bin işletme vardı, 5 senede 29 bin işletme sayısına ulaşıldı. İstihdam arttı. İnsanların yaşam kalitesi , yaşam standardı arttı. Bunları bize Türkiye söylemedi, kendimiz yaptık. Ama ne zaman ki 2008 global krizi bizi de etkilemeye başladı, üstüne bir de kuraklık vurdu; Türkiye’de siyasette ve bürokraside bulunan emeği hor gören anlayışlar, bir modeli kutsayan anlayışlar bize bazı dayatmalar yapmak istedi. Bu bakış açısıyla bize bir takım formüller getirdiler. Biz kabul etmedik bu formülleri. Bu formüller yanlıştır ve bizde sadece mali tedbirleri içeren formüller ekonomiyi dumura uğratır dedik. Biz bunları insanlara da söylemedik. Demokratik tarz, insanların kendi önermelerini halka anlatmasıdır. Bunun üzerine erken seçim kararı aldık ve seçime gittik. Bütün bunları anlatmaya çalıştık. Ama statükonun partisi UBP, Türkiye’nin aynı mantığından beslenen kesimlerinden aldığı destekle insanlara popülist modeller sundu. Seçim bildirgesinde şunu yazdı UBP: “TC Merkez Bankasından alacağımız kaynakla” dedi, maaşları artıracak, sosyal sigortaların primlerini düşürecek, emeklilik yaşını aşağı çekecek… Cennet vaad etti! Sonuçta statüko özlemi tekrar depreşti beyinlerde. Tekrar depreşerek UBP ye oy verdi insanlar…
Sinan: Ama bu enteresan değil mi? Sonuçta sizin yaşam standartlarını iyileştirmeye çalıştığınız kesimler, 30 yıldır denenmiş hükümetin gerçek olmadığı bilinen vaatlerine kandılar ve aslında CTP hükümetini onlar devirmiş oldular.
Ferdi S. Soyer: Kandılar evet. Neden? Çünkü 2 fenomen oldu. Birincisi bilinçlerde gideremediğimiz bir ideolojik yenilgiye uğradık. Propaganda yenilgisine uğradık. Bu bir gerçektir. Göğüsleyemedik karşı propagandayı. Bir diğeri de Kıbrıs sorununun çözümsüzlüğüdür. İşte “başaramadılar, çözemediler!” dendi. Ama ekonomi gelişti. Demek ki Kıbrıs sorununun çözümü olmadan da bunun sürdürülebilme imkanı vardır ve bu kez önümüze ne çıktı biliyor musun? Kıbrıs sorununu tartışmak gerekmiyor artık, ekonomi tartışılacak! Bu propagandaya biz yenildik! Buna cevaplar üretemedik. Bizim partimizin önemli propaganda mekanizmaları da buna yenildi ve buna cevaplar üretemedi. Dolayısıyla bu insan bilincindeki şaşkınlığı ben yadırgamıyorum. Bu doğal bir şeydir çünkü. Bunun alternatifi, kendi bariyerini kuramazsan, Gramsci’nin dediği gibi eski hegemonyanın eski değerlerle ve klasik metotlarla organik aydınların ve diğer bütün hegemonyanın üstüne çıkabilirse siz onu göğüsleyemezsiniz. Biz bunu beceremedik.
Sinan: Peki UBP’nin topluma kök söktürmesine rağmen hala daha CTP nin tartışılmasını neye bağlıyorsunuz?
Ferdi S. Soyer: Alternatif koyamamasından.
Sinan: Ama sadece CTP değil, CTP’nin hükümet olduğu dönem tartışılıyor. Hesap soruluyor, eleştirilerek yargılanıyor toplum tarafından?
Ferdi S. Soyer: Bu çok güdümlü bir propagandadır. Parti içi veya parti dışı, bu olayların müsebbibi olanların kendi mesuliyetlerini kabul etmemeleri nedeniyle, hazır olan bir gerekçeyle kendilerini kamufle etmeleridir. İşte CTP ve CTP yöneticileri hata yaptığı için bu hale geldik! Elbette bizim de eksiğimiz hatamız yok mu? Biz bunu tartışırız. Peki ama ya senin yaptığın hata? Senin yaptığın eksiklik? Bunu söyleyebilme cesareti olmayanlar haliyle mesuliyeti üzerlerinden atma yoluna gidiyorlar. Kim izah edebilir bana bunu? 2008’in sonunda, 2009’da “nisan ayında seçime gideceğiz ve global krizin en derin olduğu bir aşamada açıkça Türkiye’ye bağımlılığı geliştirmemek için, ekstra para talep etmeyeceğiz” diye bir açıklamanın yapıldığı bir dönemde Başbakan olarak bana gelsin bir kısım sendikalar ve %29 artış istesin? Ama 4 ay sonra Nisan ayında UBP hükümete gelince Eroğlu’nun karşısına geçip “sizden bir kuruş ekstra artış istemiyoruz” görüş beyan etsinler? Bunun izahı var mı?
Sinan: Neye bağlıyorsunuz bunu?
Ferdi S. Soyer: Ben bunu şuna bağlıyorum. Sonuç itibarıyla ortak düşman yaratılmıştır. Ortak düşman CTP’dir. Sağ da sol da… Solun bir kısmı ideolojik olarak yaklaştı buna. İşte CTP hükümettedir, bununla benim bir ideolojik hesaplaşmam vardır, şimdi zaman tam zamanıdır, bunu döveyim!Düşünün siz şimdi Meclisin önüne sendikalar gider dayak yer. Hiç kimse onları meclisin önünde eylem yapmasına izin vermez. Bizim dönemimizde bütün engelleri kaldırdık. İsteyen gelir yürüyüş hakkını orada kullanır. CTP Hükümetine karşı sendikalar miting yapacaklar, ki en az katılımlı miting olmuştu o. Bütün propagandaya rağmen. Sağ ve sol ilk defa bir araya geldi o mitingde. 1500 kişi kadar toplandı. Meclis kapısının önünde platform kuruldu. Çıktı Kamu-İş’in başkanı, şimdi UBP nin milletvekilidir. Çıktı kürsüye ve dedi ki “bu hükümet ENOSİS’cidir! Kıbrıs Türkünü ENOSİS’e götürmek için kurulmuştur!”. İndi aşağıya, çıktı onun yerine KTOEÖS’ten Şener Elcil. “Bu hükümet Ankara’nın kuklasıdır! Bizi Ankara’nın kuklası yapmak için iş başındadır!” dedi. Ben de içeride dinlerim mecliste. Güldüm. “Yahu siz önce bir anlaşın biz neyiz” dedim. Ona göre bizden talepte bulunun. Biriniz ENOSİS’çi dersiniz öbürü Ankara’nın kuklası der. Düşünün birbirleriyle tezat gibi görünenlerin müşterek husumetine uğradık. En ilginç nokta burada, çoğunlukla gözden kaçıyor ama, Amerikalıların gözünden kaçmadı bu. Yayınlanan Wikileaks belgelerinde “2007’de bütün gelişmelere rağmen ve Papadopulos’un bütün çabalarına rağmen Soyer, CTP ve Talat toplumdaki etkinliklerini yitirmemişlerdir. Çözüm olgusunu da içtenlikle savunmaktadırlar. Ama gelecek yılda, ekonomik sorunlarla beraber Türkiye’nin derin devletinin farklı bir metodla, bu hükümeti ekonomik sorunlar nedeniyle toplumdan koparabileceği endişesini taşıyoruz” deniyor. Kim diyor bunu? Amerikalı diplomat. Derin devlet 2008 de bu operasyonu yapmıştır. Gelişen ekonomik sıkıntı ve global krizin yarattığı bir kısım sıkıntıları sağ ve sol müşterek bir söylem biçimiyle, o da CTP düşmanlığı temelinde gelişen bir söylem biçimiyle bir psikoloji yaratmıştır. Özellikle CTP’nin hükümetten götürülmesi için. CTP ve CTP’liler işte bunu berhava edememişlerdir.
Sinan: Amerikalı diplomatın gözünden kaçmayan bu veriler, anlaşılan o ki CTP camiasında gözden kaçmış. Zira o dönemde domino taşı gibi devrildi her şey. 2009 da Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Sn. Talat da kaybetti. O seçimlerde Sn. Talat’ın CTP ile temas kurmamaya özen göstermesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ferdi S. Soyer: Çok yanlıştı! Çok büyük yanlış yapılmıştır. O tespitler çok yanlıştı. O seçim yenilgisi psikolojisinin içinde de bunlar revaçta görüşler oldu ve maalesef bu da bize Cumhurbaşkanlığına mal olmuştur. Sağın giderek birleştiği bir noktada klasik yapay sol ittifaklar gündeme getirildi. İşte CTP-TDP-BKP buna ek olarak ÖRP, hepsi yan yana duracak ta hepsinin gücü birleşerek Talat’ı yeniden seçtirecek. Hayır! Bu bir siyasi çizgi meselesiydi ve bunun dominantı CTP olmalıydı. Ama CTP hep dışlanmaya çalışıldı o dönemde. Yanlış tespitler yapıldı ve bu çok pahalıya mal oldu.Bunlar birer tarihi hakikattir ve bundan şu ya da bu şahsı mesul tutmaktan, şu veya bu şahsa endekslemek huyundan vaz geçip, doğrumuz eğrimiz objektif olarak konuşulmadığı sürece gelecek açısından da iz bırakamayız. Tecrübe ancak teorik yanıyla beraber konuşulursa tecrübe olur. Yoksa tekrarlanır yeniden aynı hatalar. Nitekim tekrarlandı.
Sinan: Dışarıdan bütünsel bir bakışla bakıldığında çok enteresan bir tablo çıkıyor ortaya: CTP nin iktidardan uzaklaştırılması, Sn. Talat’ın Cumhurbaşkanlığını kaybetmesi. Sizin CTP Genel Başkanlığından ayrılmanız… Şimdi bütün bu anlattıklarınızla birlikte okuyunca, bunun bir “düzenleme” olduğu sonucu mu çıkıyor?
Ferdi S. Soyer: Vallahi bu resim böyle de yorumlanabilir ama bence mümkün değil başarılı olunması. Çünkü CTP’nin özündeki ruh ne Soyer ile ne bir başkası ile belirlenen bir ruh değildir. Bu ruh çok canlıdır. Bu ruh kendi dinamizmini yaratabilme kabiliyetine sahiptir. Geçici yenilgiler, kaotik ortamlar, moral bozuklukları böyle zamanlarda geçici avantajlar sağlar egemen güçlere. Bir dönem düşünce kısırlığına da sebebiyet verebilir bu. Ama ben soruyorum şimdi. Dünyada bir model uygulamaya sokuldu. IMF’nin başkanı Bayan, G20’ye muhalefet etti ve G20 bildirisi ona cevap verdi. “4 R gerekir dünyada” dedi Bayan. Bir tanesi çok ilgimi çekti: “ihracata dayalı kalkınma modelini terk edelim, iç talebi artıralım, sosyal politikayla desteklenen iç talebi kışkırtacak tedbirlerle yola devam edelim” dedi. Bunu niye söylüyor? Çünkü bu kriz, sistemin krizidir. Yani öyle yok para politikasıymış, borçlanmaymış falan bunlar işin başka bir yanıdır. Bu sistemin krizidir. Sistem kendi krizini doğuruyor. Krizden çıkış için böyle modeller tartışılıyor. Anti kapitalist arayışların kitlesel biçimde dile getirildiği bir noktada da, CTP’nin ruhunu hiç kimse öldüremez. Niyetler ne olursa olsun evrensel bu gerçek, CTP ruhunu besleyecek mayaları taşıyor. Bu ruhu kimse kontrol edemez. Açık söylüyorum. Ha bazı durgunluk gibi görülen, kaotik durumlar olabilir ama kim izah edebilir bana; Hamburg’da ya da Frankfurt’ta, Almanya’nın merkezinde ya da İngiltere’de, Kanada ve ABD’de gittikçe etkinleşen anti kapitalist eylemler geliştikçe ve arayışlar şekillendikçe, burada “öğretilmiş bir modelin tutsaklığını” kim CTP ye ve CTP’lilere mal edebilir? Bunlar boş hayallerdir! Boş hayallerdir!
Sinan: Bu hayallerin boşa çıkartılmasında rolünüz ne olacak?
Ferdi S. Soyer: E konuşuyorum? Yazıyorum? Çiziyorum? Partimin içindeyim. Rolüm her zaman var
Sinan: Yordum sizi. Çok teşekkür ediyorum.
Ferdi S. Soyer: E yormadın? İstersen devam edelim bir 3 saat daha? (kahkahalar)
BİTTİ!