Dünyayı on kere kurtaracak bir parayı insanları öldürmeye harcıyoruz…

0
328

Son bir kaç aydır girdiğim bir çok toplantıda söz dönüp dolaşıp “Sürdürülebilirlik” konusuna geliyor. Tüm projeler bir şekilde “Sürdürülebilirlik” konusuna bağlanmaya çalışılıyor. Asıl uzmanlık alanım bu olmasa da 25 yıllık dostlukla beraber birlikte iş yapma alışkanlığı geliştirdiğimiz, danışmanlık konusunda ortak işlere imza attığımız sevgili Ali Gizer yaklaşık son on beş yılını, raporlama süreçleri yönetimi, danışmanlık, eğitim gibi bir çok başlıkta bu konuya vakfetmiş durumda. Onla geçirdiğimiz uzun saatler, toplantılar, muhabbetler, proje üretim süreçleri sırasında edindiğim bilgilerle yeri geldiğinde gelen soruları sınırlı ve kısmen cevaplamaya çalışıyorum. Konu beni aştığında ise Ali devreye giriyor.

“Sürdürülebilirlik” konusu Türkiye’de maalesef halen tam anlamıyla gerek kamuda gerekse özel sektörde, bir kaç istisna kurum hariç anlaşılamamış durumda. Ya getireceği düşünülen maliyetler yüzünden göz ardı ediliyor, ya kimi kurumun çeşitli sebepler yüzünden işine gelmiyor ya da önemsenmiyor. Bu işi ciddiyetle ele alan sayılı kurumların dışındakiler ise kendi çaplarında gerçekleştirmeye çalıştıkları Kurumsal Sosyal Sorumluluk projelerini “Sürdürülebilirlik” olarak adlandırma yolunu seçiyorlar.

Kimi kurum ve yöneticisi ise “Sürdürülebilirlik” konusuna hala romantik bir çevre duyarlılığı çerçevesinden bakmaya devam ediyor. Halbuki işin kapıya dayanmış olan ekonomik boyutu ne şirketler açısından ne de Türkiye açısından hiç de öyle değil. Çok ama çok yakın bir gelecekte “Sürdürülebilirlik” konusunda çalışmalarına başlamamış olan firmalar yurt dışına ürün ve/veya hizmet satamayacak duruma gelecekler, farkında değiller. Sadece yasaklardan bahsetmiyorum, ürün üzerine eklenecek “Sürdürülebilirlik” çerçevesindeki, çevre, karbon salınımı vb. gibi vergiler yüzünden rekabet avantajını çok ciddi bir biçimde kaybedecekler.

Üstelik yalnızca mal, ürün üreten firmalar değil, üretim hattı olmadığı için konunun kendisiyle alakası olmadığını düşünen “yaratıcı sektörler” de yakın gelecekte iş kaybına uğrayacak. Çok yakın bir gelecekte global bir marka Türkiye’de reklam ajansı, dijital ajans, PR şirketi, etkinlik ajansı vb. seçerken çalışacağı şirketin Toplumsal Cinsiyet Eşitliği, İnsana Yakışır İş, Eşitsizliğin Azaltılması gibi kriterler konusundaki eylem planlarına bakacak.

Geçtiğimiz Haziran ayında Ali Gizer ile yine Reportare için onun diğer uzmanlık alanı olan araştırma konusunu ele almış ve “Siyasal Araştırmalar Nasıl Okunmalı” konusunda bir röportaj gerçekleştirmiştik.

Umarım “Sürdürülebilirlik” konusunda geçtiğimiz yılı ve önümüzdeki dönemi değerlendirdiğimiz bu söyleşiden de keyif alırsınız.

İyi okumalar…

Ulvi Yaman

Mart 2022, Lefkoşa

Ulvi Yaman: Alicim, senin de bildiğin üzere diyeceğim ama zaten uzmanlığın bu olduğu için çok iyi biliyorsun 🙂 Son yıllarda sürdürülebilirlik konusu oldukça gündemde. Hatta iş dünyasının son zamanlardaki en popüler fenomeni diyebiliriz. Aslında çok yeni bir konu değil ama 2015 yılında BM tarafından küresel hedeflerin açıklanması ile yeniden gündemimize girdi ve yükselen bir ivme kazandı. Tam bu yükselme trendinde ise hayatımıza pandemi girdi ve iş dünyasındaki bir çok konu gibi bu da askıya alınmış gibi bir izlenim var. Pandemi nasıl etkiledi bu sürdürülebilirlik fenomenini?

Ali Gizer: Pandemi bize ekonomik ve sosyal alanda eşitlikten, adil bir düzenden ve kapsayıcılıktan aslında ne kadar uzak olduğumuzu gösterdi. İnsanlığın kendisini güvende hissetmesine ve geleceğe güvenle bakmasına olanak sağladığını düşündüğümüz altyapıların da ne kadar kırılgan olduğunu gördük.

Bu noktada bunu fark ederek ders aldığımızı ve iki yıl içinde toparlandığımızı düşünenler olabilir; aslında böyle bir şey olmadı. Dikkat ederseniz sistemde köklü bir değişiklik yapılmadı, sadece insanlar eski normal yaşamlarına döndüler. Yeni normal de gerçekleşmedi. Belirli bir meslek grubunun fiziksel toplantılarını çevrimiçi olan ile değiştirmelerini yeni normale uyum olarak algılamalarını ve kabul etmelerini anlamakta ise güçlük çekiyorum. Bugün başta sağlık ve gıda sistemimiz olmak üzere, tüm kritik endüstriyel üretim sistemi ile kentsel hizmetlerin tamamı eski normale göre devam ediyor.

Buna göre pandeminin bir kriz yarattığından bahsetmek de mümkün değil. Eğer bulaşıcı bir hastalıktan dolayı kriz yaşıyor olsaydık, bu krizi zaten uzun zamandır yaşıyor olduğumuzu söyleyebilirim. Covid-19 ve varyantlarının neden olduğu can kayıplarını ve bireysel acıları küçümsediğim düşünülmesin. Ancak sana kısa bir hatırlatma yapmak isterim:

Covid-19 pandemisi başladığından beri toplam 5.5 milyon insan yaşamını kaybetti. Pandemi halen günde 2 bine yakın can alıyor. Ancak şunu da hatırlamak lazım. Aynı iki yıl içinde bulaşıcı hastalıklardan dolayı 25 milyona yakın insan yaşamını kaybetti, çoğu önlenebilir, aşısı ve ilacı olan hastalıklardı bunlar. Yine bu hastalıklardan halen her gün 22 bin kişi hayatını kaybediyor.

Pandemi boyunca, zaten çoktan yapılmış olması gereken gecikmiş yatırımlara, yarı kapanmış ekonominin ayakta tutulmasına ve pandemi iletişimine harcanan bütçeler, asıl hedeflere ayrılması gereken kaynakların daralmasına ya da tamamen kapanmasına neden oldu. Bunun hedeflerdeki ilerlemeye olumsuz etkisi olduğunu görüyoruz. Bunlar arasında, gelecekte en çok canımızı yakacak olan ise iklim değişikliği ile mücadelede yapılan kesintiler.

Ulvi Yaman: Peki, bu konjonktürde odaklanmamız gereken asıl, öncelikli konular neler?

Ali Gizer: Az önce değindiğimiz gibi, şu anda mevcut sistemimiz önlenebilir hastalıklardan dolayı bile can kayıplarının önüne geçebilecek bir sistem değil, hiçbir zaman da olmadı. Pandemi zaten çoktan çökmüş olan ekonomik ve sosyal sistemi sadece görmemizi sağladı. Buna göre hangi konulara odaklanmamız gerektiğini değil, topyekûn sistemi nasıl değiştirebileceğimize karar vermemiz gerekiyor.

Ama bir yerden başlamak gerekir diyorsan, öncelikle gelir ve gelire ulaşma adaletsizliğini çözmemiz gerekiyor. Başta iklim değişikliği ile mücadele olmak üzere, hemen her alanda topyekûn bir çözüme ulaşabilmemiz, küresel ölçekte herkesin bu mücadeleye katılabilmesine bağlı. Bunun için de her bireyin ve hanenin ortak amaçlara katkı sağlayabilecek asgari bir refah seviyesine erişmesi gerekiyor.

Pandeminin yarı kapanmasından en çok orta gelirli kesimin ve kadınların etkilendiğine şahit olduk. Ekonomi daraldıkça istihdamın daralması, özellikle orta kesim çalışanların ve küçük işletme sahiplerinin işlerini kaybetmelerine, kısıtlı veya kimi zaman hiç alamadıkları yardımlar ile ancak yiyecek ihtiyaçlarını karşılayabilmelerine neden oldu. Bu durumda olan geniş toplumsal kesimin bilgiye erişim ve hem kendi hem de gelecek nesil yeteneklerinin geliştirilmesi konusunda ise büyük bir kayba uğradığını görüyoruz. Yani bu kesim sadece bugününü değil, geleceğini de kaybetmiş bir şekilde çıkıyor pandemiden, büyük hasar alarak çıkıyor.

Dolayısı ile ilk ele almamız gereken konu, nasıl daha eşitlikçi ve kapsayıcı bir ekonomik ve sosyal sistem yaratacağımız olmalı. Doğal kaynaklara, yaratılan ekonomik artı değere, teknolojiye ve bilgiye eşitlikçi bir erişimi sağlamak, en öncelikli konumuz.

Ulvi Yaman: Geçtiğimiz yılı değerlendir desem… Sürdürülebilirlik konusunda geçen yılın performansını nasıl değerlendirirsin, başarılı bir yıl mıydı sence?

Ali Gizer: Neredeyse son yirmi beş yıldır sürdürülebilirlik performansımız hep aynı. Evet belki bu konu hakkında bilgi sahibi olan insan sayısında artış olabilir. Ancak küresel ölçekte ana sürdürülebilirlik konularına ne kadar yatırım yapıldı dersen; yirmi yıldır yapılmış olan toplam yatırım, herhangi bir yılda askeri harcamalara yapılmış olan yatırım kadar bile değildir.

Büyük umutlar besleyerek izlediğimiz COP26 Glasgow’da bir konuşma yapan ABD’nin baş müzakerecisi John Kerry “…ihtiyacımız olan milyarlar değil, trilyonlar. Düşük gelirli ülkelerin krizi hafifletmeleri ve iklim değişikliğine uyum sağlamaları için her yıl 2.6 ile 4.6 trilyon dolar arasında bir fon gerekiyor. Bu parayı kimse vermeyecek” dedi.

Buna karşılık dünya, sadece bugün, silah üretmeye ve silahlardan korunmaya yaklaşık 5 milyar dolar harcadı. Pandemi aşısına para bulamadığımız geçen yıl 2 trilyon dolar ve bin yılın başından beri ise toplam 35.6 trilyon dolar harcandı savunmaya. Yani dünyayı on kere kurtaracak bir parayı insanları öldürmeye harcıyoruz.

Aynı COP26 buluşmasında dört tane taahhüt metni imzaya açıldı. Birincisi ormansızlaştırmanın önlenmesi, ikincisi kömürden çıkış, üçüncüsü metan salınımının azaltılması ve dördüncüsü ise net sıfır taahhüdü. Bunlardan birincisi 130, ikincisi 40, üçüncüsü 100 ve dördüncüsü ise 137 ülke tarafından imzalandı. Sayılar arasında en dikkat çekeni kömürden çıkış ile ilgili olanı. Sıfır emisyona imza atan ülkelerin bu yöndeki en önemli adım olan kömürden çıkışa imza atmamış olması, ciddiyet seviyelerinin de bir göstergesi aslında.

Ulvi Yaman: Oldukça karamsar bir tablo çizdin. Hiç mi olumlu bir şey olmadı, somut bir adım atılmadı mı geçtiğimiz yıl kömürden çıkış konusu dışında? Peki 2021’de hedeflerde ilerleme noktasında dünya genelinde hiç mi somut adım atılmadı? Ne yapmak gerekiyor artık?

Ali Gizer: COP26’da olduğu gibi Devletlerin, yani kamusal yönetimin sürdürülebilirlik konusundaki samimiyetsizlikleri ortada. Ne yazık ki ekonomik ve sosyal düzenin sağlanmasında çok etkili olan bu ana paydaşın, sürdürülebilirlik alanında kayda bile alınmayacak derecede küçük adımlar atması, halen sınırlarının ötesini önemsemeyen dar fikirli ve korumacı politikalara sıkı sıkıya bağlılığı son derece düşündürücü.

Buna karşılık, reel ekonominin ve sivil toplumun kamudan daha fazla çaba sarf ettiğini söyleyebiliriz. Gerek iş dünyası gerekse de bireylerin, tüm eksik veya yanlış bilgilendirmelere rağmen,  sürdürülebilirlik konusunda farkındalıklarının arttığına ve insanlığın ortak amaçlarına ulaşmasına olanak sağlayacak küçük de olsa adımlar attığına şahit oluyoruz.

Ancak bu farkındalık kısmının biraz ötesine geçmemiz gerekiyor artık. Daha somut adımlar atmamız gereken bir dönemdeyiz. Elbette ki herhangi bir hanenin ya da kişinin bir yıllık karbon ve su ayak izi, organize yapıların bir saatlik emisyonunun yanında esamesi okunmayacak seviyede. Ancak biz yaşam alışkanlıklarımız, ve tüketim talebimiz konusundaki sorumsuzluğumuz ile, bu dev yapıların çalışma sistemlerini değiştirmeden korumalarına neden oluyoruz. Buna kendimi de dahil ediyorum. Kişinin öncelikle kendisinden başlayarak dönüşümü tetiklemesi gerekiyor.

Atılacak en somut adım, aktif ya da pasif olarak bir karşı çıkış içinde olmak. Son elli yıldır bize öğretilen üretim ve tüketim anlayışları sistemine karşı çıkmamız gerekiyor. Ekonomiyi bizim kendi kendimize daraltmadan yavaşlatmamız gerekiyor. Bunun, bu daralma ve yavaşlamadan para ve kar elde edeceklerin inisiyatifinde olmasına izin vermemeliyiz. Önümüzdeki on yıl içinde ekonomi zaten daralacak ve yavaşlayacak. Bu nedenle bizim buna bugünden hazırlıklı olmamız gerekiyor.

Ulvi Yaman: Sürdürülebilirlik konusunda gerek özel sektör gerekse kamu anlamında Türkiye’nin karnesinin çok iyi olmadığını biliyoruz. Bunun en önemli sebepleri neler sence? Para mı? Vizyon mu? Önemsememek mi?

Ali Gizer: Türkiye elbette ki yavaş hareket ediyor. Bunun nedeni ise Türkiye’deki paranın kaynağı. Eğer paranın kaynağı sürdürülebilirliği önemsemiyorsa, o zaman bulunduğu coğrafyada da sürdürülebilirlik konusunda ilerleme bekleyemezsin. Türkiye’nin gerek yerli sermayesi, gerekse de Türkiye’ye dışarıdan gelen sermaye, sürdürülebilirlik konusunda son derece duyarsız. Diğer yandan sürdürülebilirlik konusunda duyarsız olan bu sermayenin bozduğu ekosisteme yeni sermayenin de artık gelmediğini görüyoruz.

Genel olarak küresel ölçekte 2015-20 döneminde yabancı sermaye yatırımlarında bir azalma olduğu bilinen bir gerçek. Buna karşılık yabancı yatırımların artış gösterdiği Batı Asya bölgesinde olan Türkiye’ye 2015 yılında 18.976 milyon dolar yabancı yatırım girerken, bu sayının sürekli azalarak 2020 yılında 7.880 milyon dolara düştüğünü görüyoruz.

Türkiye yabancı yatırım ile sıcak para girişine bağımlı bir ekonomiye sahip. Ancak yeni sermayenin sürdürülebilirlik konusuna hassasiyet gösteren yapısına uygun bir ekosistem ve sosyal yapı tesis edemediğimiz sürece, hedeflere ulaşmak konusunda da geride kalmaya mahkum olduğumuzu bilmemiz gerekiyor.

Bunun için Türkiye’nin özellikle kamusal düzeyde gerekli adımları atması gerekiyor. Türkiye’nin sürdürülebilirliğe ayıracak parası olmadığı düşünülebilir. Ancak temel yapısal sorunların çözümü, piyasa kurallarının değiştirilmesi, demokratikleşme, genel kapsayıcı ve eşitlikçi adalet ile gelir adaletinin sağlanmasına yönelik somut kararlar alınması halinde, yabancı sermaye ve fon girişi ile bu maliyetin karşılanabileceği de açıktır.

Ulvi Yaman: Türkiye geçtiğimiz dönemde Paris İklim Anlaşması’nı meclisten de geçirdi. Bu bir şeyler değiştirecek mi?

Ali Gizer: Şunu da hatırlamakta yarar var; Türkiye Paris Anlaşmasını zaten imzalamıştı, ancak Meclis’ten geçmemişti anlaşma. Bu yıl içerisinde, Glasgow öncesinde Türkiye bu iradeyi gösterdi sadece. Bu açıdan önemli olduğunu belirtmek lazım.

Paris Anlaşması’nın kendisi ise ayrı bir tartışma konusu. Küresel ısınmayı 1.5 derecenin altında tutmaya çalıştığını düşündüğümüz bu anlaşmanın, iddiayı sadece başlığında koruyabildiğini de hatırımızda tutmamız gerekiyor. Anlaşma incelendiğinde, ülkelerin taahhütlerinin toplamının bu dereceyi yakalamaktan çok uzak olduğunu görebiliyoruz. Buna kanıt aramak için de çok uzağa gitmeye gerek yok. Paris Anlaşması’nı meclisinden geçirmiş olan Türkiye’nin, Galsgow’da kömürden çıkışa imza atmamasını düşününce, Paris Anlaşması’nın da Türkiye’nin imzasının da yorumlaması biraz zor oluyor.

Diğer yandan bir ülkenin iklim değişikliği ile mücadeleyi samimiyetle ele alması için bir anlaşmaya imza atmasının da ne kadar gerekli olduğuna bakmak lazım. İmzadan sonra, fosil yakıt kullanmaya, suyu ve diğer çok kıymetli kaynakları tüketmeye, biyoçeşitliliği bozmaya, eski teknolojiler ile üretim yapmaya, plansız ve yok edici bir tarımsal sistemin devamına göz yummaya devam ediyorsanız, imza atmış olmanın ne önemi var ki?

Ulvi Yaman: Bu gelişmenin hiç mi olumlu etkisi olmayacak? Olumluya çevirme şansı hiç mi yok?

Ali Gizer: Beğensek de eleştirsek de Paris Anlaşması genel bir fikri mutabaka belgesidir diyebiliriz. Yani teknik içeriğinden çok neyi işaret ettiğine odaklanabiliriz. Bu durumda da, bu fikri mutabakatın yaygınlaştırılması çabasına bakmamız gerekiyor. Bence asıl bu noktada Türkiye’nin karnesi çok zayıf. Genel olarak sürdürülebilirliğin rasyoneli ve Paris Anlaşması’nın ana fikri konusunda kamunun iletişim performansı yok denecek kadar az.

Bugün hala, iş dünyamızda sürdürülebilirlik konusunda herhangi bir vizyona sahip olmayan iş sahipleri ve CEO’lar ile sürdürülebilirliği karmaşık bularak patronaja aktarmaktan çekinen, karar almak konusunda zafiyet yaşayan üst ve orta kademe yöneticilerle karşılaşıyoruz. Daha da önemlisi, sürdürülebilirlik ile finans arasında ilişki kuramayan CFO’ların hala eski ekonominin kuralları ile şirketlerinin finansmanını yönetmeye çalıştıklarını görüyoruz.

Türkiye çok yakın gelecekte küresel pazarda ciddi sorunlar ile karşılaşacaktır. Aslında gelecek diyoruz ama o sıkıntılar bugünden başlamış durumda. Ne yazık ki, ancak ve ancak çok az sayıda şirketimiz ve iş insanımız bu sorunların farkında ve önlem almaya çalışıyor. Buna karşılık içinde bulunduğunuz ekosistem kötü ise, sizin tek başınıza bu yapıda başarılı olmanız da mümkün değildir. Sürdürülebilirlik anlayışı ve bilgisinin ivedilikle tüm ekonomik ve sosyal sistemlerimizde paylaşılması gerekmektedir.

Bir de şu takvim okuyamama durumu var. Başta iş dünyası olmak üzere herkes önümüzdeki daralan takvimi okumaktan aciz ne yazık ki. Örneğin iş dünyası AB’nin 2030’da karbon nötr bir kıta olacağına ve bunun için de zamanı olduğuna inanıyor. Halbuki takvim böyle çalışmıyor!

AB’nin 1 Ocak 2030’da karbon nötr olması demek, 2029’da karbon nötr olduğunu kanıtlamış olan şirketlerden alımını yapmış olacağı anlamına gelir. Bu alımı yapmak için 2028’de alım için kısa listelerini belirlemiş olacak demektir. Yani 2027’de kısa listeye gireceklerin listesi belli olacak. Bu da 2026’da listelere girebilecek şirketler belirlenecek demek. Bunun için de 2025’de sizin karbon nötr olduğunuzu veya olabileceğinizi kanıtlamış olmanız gerekiyor demektir. Yani 2024’de yayınladığınız raporlarda bunu göstermiş olmalısınız. Bunun için de 2023’de zaten karbon nötr olabilmeniz veya nasıl olacağınızı göstermiş olmanız lazım. E geriye sadece 2022 kaldı. Yani takvim avantajı falan kalmadı Türkiye’deki şirketlerin. Bunu bir türlü anlatamıyoruz ne yazık ki.

Ulvi Yaman: İklim değişikliğinin etkileri konusunda ne söylemek istersin? Geçen yıl Ağustos’ta ve bu yıl da Şubat ayının sonunda yayınlanan IPCC raporları artık bir krizin ortasında olduğumuzu belgeliyor. İklim krizinin çok net bir şekilde bilimsel açıklamaları da, etkileri de ortada. Bundan sonra ne olacak, ne öngörüyorsun?

Ali Gizer: Felaket raporlarından bahsediyorsun. Evet IPCC raporları bize geldiğimiz noktayı çok çarpıcı bir şekilde gösteriyor. İklim değişikliği ile insani faaliyetlerin bu değişikliğe olan olumsuz etkisi ile ilgili çok sayıda bilgi ve belge raporların içinde yer alıyor. Her iki rapor da özellikle 70’li yıllardan başlayarak aldığımız hatalı kararların bizi nasıl içinden çıkılmaz bir krize soktuğunu ve daha da artan oranda sokacağını anlatıyor.

Raporların umut veren tek kısmı ise, daha önceki raporlardan farklı olarak, iş ve yaşam anlayışımızdaki değişikliğin olumlu etkilerinin iklim konusundaki kötü gidişatı azaltabileceğine ihtimal vermesi. Öncesinde yayınlanan raporlar daha kötümser bir tablo çiziyor, iklim değişikliğinin geri dönüşü olmayan bir durum olduğuna vurgu yapıyordu.

Elbette ki bütün anlattıklarımızdan sonra, insani değişimi beklemek biraz saflık oluyor. Biz bugün artık iklim değişikliğini önlemek ve olumlu yönde değiştirmek yerine, iklim uyumluluktan ve iklim değişikliğine dirençlilikten bahsediyoruz. İnsanlık neredeyse ortak karar almışçasına iklim değişikliğinin önlenemez olduğunu kabul etmiş halde. Yeşil yolda yürümeyi ve kaçınılmaz sonu bekleyen idam mahkumu gibi düşünmek zorunda değiliz, hala yapabileceğimiz şeyler olduğunu bilmemizde yarar var.

Sana biraz garip ve vicdansız gelecek belki ama, iklim değişikliği konusunda son düşünmemiz gereken yer gezegenin kendisi. Gezegen çok kez iklim değişikliğini – elbette ki bugün olduğu gibi on yıllar değil  yüz binlerce yıl içinde – yaşamış. Her seferinde belirli türler yok olmuş ve gezegende canlılık yeniden başlamış. Buna göre gezegenimizin göreceği daha milyonlarca güzel yıl var. Mesele bizim o günleri görüp göremeyeceğimiz.

Bildiğimiz kadarı ile, bugüne dek gezegenimiz üzerinde yaşamış en zeki canlı türüyüz. O derece zekiyiz ki, gezegenimiz bizim faaliyetlerimiz nedeni ile değil de doğal bir iklim değişikliği dahi yaşıyor olsa, bir sonraki faza kendimizi taşıyabilecek kabiliyete de sahip olabiliyoruz. Bugün asıl meselemiz bu yaşanan sürece tüm insanlığı kapsayacak ve koruyacak şekilde ayak uyduramayacak olmamız.

İnsanlık gözünün önündeki yaraya dikkat etmeden, onu tedavi etmeye çalışmadan, kangrene doğru giden bir bacağını kesmeye dünden razı olmuş durumda. İnsanlığın bu kararı alan kesimi ne yazık ki en zeki kesimi değil; aksine en ilkel, en bencil, en zekasız ve en az insan olan ama buna karşılık en çok parası olan kısmı.

Ulvi Yaman: Yolun sonuna mı geldik? Hiç mi yapacak bir şey yok artık?

Ali Gizer: Aslında bütün söylediklerimizin özeti bu sorunun yanıtı. Öncelikle önemsememiz gerekiyor. Kendimizi, insanlığın tamamını, biyolojik çeşitliliği ile gezegenimizi önemsememiz gerekiyor. Daha akılcı üreten ve tüketen canlılar olmamız gerekiyor. Sistemi değiştirebilecek güçte olduğunu bilen, ihtiraslarından arınmış, cesur ve adaletli insanlar ve kurumlar olmamız gerekiyor. Ölüme karşılık yaşamı, tekleştirmeye karşılık çeşitliliği, ayrıştırmaya karşılık kapsayıcılığı savunan devletler, bireyler ve işletmeler olmamız gerekiyor.

Zekamızı kullanmalı ve düşünmekten korkmamalıyız. Hızlı olmamızı gerektiren tek şey gezegenimizi ve dolayısı ile kendimizi ve birbirimizi kurtarmak. Bunu anlamayan kişi patronumuz, siyasetçimiz ve hatta ailemizde en sevdiğimiz kişi dahi olabilir. Onu uyarmamız ve davranışlarını değiştirmeye zorlamamız gerekiyor. Satış ve ekonomi toplantılarına günlerini, sürdürülebilirliğe ise ancak on dakikalarını ayıran zekasız iş insanları ve siyasetçilerden kurtulmamız gerekiyor.

Ulvi Yaman: Kalan kısıtlı zamanımızda laf üretmek yerine ne yapmamız lazım?

Ali Gizer: Öncelikle hatalı ve yüzeysel bilgiden kendimizi kurtarmamız gerekiyor. Hangi alanda çalışıyor olursak olalım, faaliyetimizin geleceğimiz ile ilişkisini analiz edebilmeli, ortak amacımıza, yani gezegenimizi ve tüm unsurlarını topyekûn korumaya yönelik çabaya nasıl katkı sağlayabileceğimizi düşünmeliyiz. Bunun için de sürekli araştırmalı, okumalı ve okuduklarımızı yararlı bilgiye çevirerek eyleme geçmeliyiz.

Eylem planlarımızı yaşamımıza taşımalı ve bu noktada da gücümüzün farkında olmalıyız. Ekonomiyi ve sosyal yapıyı değiştirebilecek zekaya ve yeteneklere sahip olduğumuzu bilmemiz gerekiyor.

Eski ekonomide başarılı olmak fazlaca zeka gerektiren bir durum değildi. Eski ekonomide, bencillik, başkalarının haklarına saygı duymamak, gasp etmek, doğal kaynakları bedellerini ödemeden tüketmek, herhangi bir iş alanında ya da bölgede bunu ilk yapan olmak başarılı olmak için yeterliydi. Aksini iddia etmek herhalde dünyanın en mesnetsiz görüşü olur. Neden mi? Bugün geldiğimiz felaket noktasının bir zeka ürünü olduğunu kim iddia edebilir ki? Gezegenimizin tüm dengesi bozulmuş, biyoçeşitliliği kaybolmuş, kaynakları tükenmiş, içecek suyu, soluyacak havası kalmamış. Adaletsiz bir ekonomik ve sosyal sistem oluşmuş ve küresel ölçekte insanlığın yüzde doksanı sağlıksız ve güvencesiz bir ortamda yaşar hale gelmiş. Şimdi bu halde, sermayeyi elinde tutanların ne derecede zeki olduğundan bahsedebiliriz ki?

Buna göre, başarıyı yeniden tanımlamamız gerekiyor. Başarıyı ekonomik durumda değil, amaçta ve amacın niteliğinde aramamız gerekiyor. Amacı nitelikli bireyleri ve girişimleri desteklemeli, tüm ekonomik ve sosyal ilişkilerimizi bu birey ve girişimler ile yoğunlaştırmalıyız.

Ulvi Yaman: Yine karamsar bir tablo çizeceksin ama bu karamsar tablonun çizilmesi, konuşulması, gündem olması gerekiyor diye düşünüyorum. Yakın zamanda bizleri neler bekliyor?

Ali Gizer: Bu konuda ne yazık ki en güzel çalışma WEF’e ait. WEF’in “Küresel Risk Raporu” gelecek on yılda nasıl gelişmeler ile karşı karşıya olduğumuzu çok iyi özetliyor. WEF tarafından sıralanan ve önümüzdeki dönemde bizi bekleyen riskleri sıralayalım:

Önümüzdeki iki yıl içinde karşı karşıya olduğumuz görünen mevcut riskler; bulaşıcı hastalıklar, geçim krizleri, olağanüstü hava olayları, siber güvenlik zafiyetleri, dijital eşitsizlik, uzun süreli ekonomik durgunluk, terörist saldırılar, gençlikte hayal kırıklığı, sosyal uyum erozyonu ve insani çevrede hasarlar.

Önümüzdeki üç ile beş yıllık dönemde kapımızda bekleyen tehlikeler; varlık balonu patlaması, bilişim altyapısının çökmesi, fiyat istikrarsızlıkları, emtia şokları, borç krizleri, devletler arası ilişkilerde kırılmalar, devletler arası çatışmalar, siber güvenlik zafiyetleri, teknik yönetişim hataları ve kaynak jeopolitiğinde dengesizlikler.

İnsanlık olarak önümüzdeki beş ile on yılda topyekûn varoluşumuzu risk altına alacak olan tehditler ise; kitle imha silahlarının kullanılması, devlet sistemlerinin çöküşü, biyoçeşitlilik kaybı, olumsuz teknolojik gelişmeler, doğal kaynak krizleri, sosyal güvenlik sistemlerinin çöküşü, çok sesliliğin ortadan kalkması, sanayinin çöküşü, iklim eyleminde başarısızlık ve bilime karşı tepkinin artması.

Ancak insanlık bu riskleri yaşamak zorunda değil elbette. Riskler sistemi dönüştürücü mahiyette herhangi bir çaba göstermediğimiz halde gerçekleşecektir. Buna karşılık riskleri bilerek, risklerin yaşanmasını önleyecek doğru çözümler üreterek, herkesin dahil olacağı, eşitlikçi ve gezegen dahil kapsayıcı, daha yaşanabilir bir gelecek tesis edebiliriz.

Ulvi Yaman: Benden bu kadar. Son söz senin, eklemek istediğin bir şey var mı?

Ali Gizer: Bu konuya değer verdiğini biliyorum, zaman zaman birlikte de bir şeyler yapıyoruz ama her şeyden önemlisi bu konuyu Reportare’ye taşıdığın için öncelikle teşekkür ederim. Reportare’nin bilginin çoğalmasına verdiği katkı, daha yaşanabilir bir dünyanın tesisine, en stratejik katkıyı sağlıyor. Senin gibi, sohbetimizi bu satırlara kadar okuyan herkesten de aynı katkıyı beklediğimi belirtmek isterim. Bilgiyi paylaşmalı ve çoğaltmalıyız. Karşı karşıya kaldığımız her olumsuzluğun çözümüne olanak sağlayacak bir çözümün olduğunu bilmeliyiz. İhtiyacımız olan tek şey o bilgiyi bulmak ve yaygınlaştırmak.

Önceki İçerikFashion and Meaning Creation…
Sonraki İçerikHaftalık 13 Mart 2022
1966, İstanbul doğumlu. Marmara Üniversitesi, Basın-Yayın Yüksek Okulu,Gazetecilik ve Halkla İlişkiler Bölümü’nden mezun oldu. Aynı üniversitenin Radyo ve Televizyon Bölümü’nde yüksek lisans yaptı ve doktora çalışmasına devam etti, tez aşamasında ayrıldı. 1984-1989 yılları arasında, bir yandan okurken bir yandan Toros Mühendislik şirketinde İthalat ve Pazarlama Müdürü olarak görev yaptı. , yine aynı yıllar arasında UNESCO’ya bağlı, kar amacı gütmeyen uluslararası programlara sahip “The Experiment In International Living in Turkey”de Program Koordinatörlüğü görevini yürüttü. 1991 yılında Şeker Sigorta’da Reorganizasyon, Pazarlama ve Reklam Müdürü olarak mesleki kariyerine başladı. 1993 yılında Oyak Sigorta’da Reklam Müdürü olarak görev aldı. Dream Design Factory’de 7 yıl Genel Koordinatörlük, (dDf'teki son 3 yılında dDf’nin yan kuruluşu olan dda, Dream Design Advertising’de Müşteri İlişkileri Direktörlüğü) Capital Events’de 2 yıl Genel Koordinatörlük görevlerinde bulundu. 2003 yılında X-event’in kurucu ortaklarından biri olarak, şirketinin genel koordinatörlük görevini üstlendi. 2005-14 yılları arasında Farkyeri Reklam Ajansının Kurucu Ortakları arasında yer aldı. Ulusal ve uluslararası müşteriler için yüzlerce başarılı projeyi hayata geçirdi.Reklamcılık ve Etkinlik Yönetimi alanlarında bir çok ödül aldı. İstanbul Modern Sanatlar Galerisi’nde Yönetim Kurulu üyesi olarak görev yaptı. Doğrudan Pazarlama İletişimcileri Derneği Genel Koordinatör olarak görev yaptı. Çeşitli kitap projelerine katkıda bulundu, çeşitli dergi ve gazetelerde yazı, araştırma ve makaleleri yayınlandı. Halen bir çok ajans ve markaya danışmanlık vermektedir. TTNet'in "Yaratıcıya Destek, Yaratıcı Ekonomiye Destek" projesinin eğitmenlerinden oldu. 2006-2011 yılları arasında Bilgi Üniversitesi, Reklamcılık Bölümü’nde, “Etkinlik Yönetimi” dersleri verdi. Fenerbahçe Kulübü, Yüksek Divan Kurulu Üyesidir Specialties: Advertising, Event Management and Marketing, Special Project