İlk gençlik yılları, internet yok, yayınlanan kaset ve plak sınırlı, her şeyi bulamıyorsun, hoş zaten ne aradığını da bilmiyorsun, eş dosttan yurt dışına giden, tanıdığı olanlardan kaset, plak rica etme zamanları. Bulabildiğin her plak, kaset çok değerli, haftalarca aynı şeyleri dinleyeceksin çünkü. Dibine kadar “rock”cıyız ama dinleyebileceğimiz albüm sayısı çok sınırlı. Özel radyolar henüz yok, TRT sınırlı ve popüler şeyler yayınlıyor. Cazı Louis Armstrong’dan ibaret sanıyoruz. İroniktir, TRT’nin yayınlamadığı o döneme göre en marjinal albümler, kayıp ve aranıyor ilanları arasında ve ilk kez “stereo” olarak “Polis Radyosu”nda çalıyor. Portatif kasetçalarlarımızı radyonun dibine koyup elimiz kayıt tuşunda bekliyoruz. Muhtemelen onlar da yayınladıkları müziklere pek aşina değiller, anons duyuluyor; “şimdi Pink Floyd ve arkadaşlarından dinliyoruz, dı vol yani duvar”. Hayal meyal Meridyen ve Frekans programlarını hatırlıyorum Hard Rock ve Heavy Metal için. Üstelik tüm albümler baştan sona kadar çalınıyor.
Karışık kaset doldurma yılları. En geniş koleksiyonu olanlardan bir tanesi Kadıköy Efes pasajındaydı adını hatırlayamıyorum. Ancak caz hale Louis Armstrong’dan öte gidemiyor. Yağmurlu bir akşamüstü Kadıköy Postanesinin önünde seyyar tezgâhında kendi arşivinden doldurduğu karışık olmayan kasetler satan ve sonradan çok yakın arkadaş olacağım Olcay ile tanışıyorum. Olcay ile birlikte cazı keşfediyoruz, cazı sömürmeye başlıyoruz. ( Olcay daha sonra tezgâhı Bahariye’ye taşıyor ve kasetten CD’ye geçerek ağırlığı caza vermeye başlıyor)
Hala çok fazla Türkçe kaynak olmadığı için bu sefer yurt dışında cazla ilgili kitap/dergi toplamaya başlıyorum. (Türkçe kaynak demişken Cüneyt Sermet’in “Cazın İçinden” kitabını hala tek geçerim) Yıllar sonra bugün hala caz benim için öncelikli, yabana atılamayacak bir kitap, dergi arşiviyle birlikte. Fırsat buldukça toplamaya devam ediyorum ve tabii dinlemeye de. İnternet özellikle albüm almak konusunda hızımı kesti. Yalnızca “arzu nesnesi” kutulu, koleksiyon CD’leri alıyorum. Geri kalan her şey zaten internette mevcut.
Gelelim Selen’e… Twitter’da tanışmadan önce zaten internette dolanırken albümlerini dinlemiş, hakkında yazılanları okumuştum. Selen’in çok şapkası var; besteci, piyanist, vokalist ve eğitimci. Aynı zamanda aktivist aynı zamanda tam da bir müzisyen için olması gerektiği gibi dünya vatandaşı, gezgin. Sürekli üretiyor ve yerinde duramıyor. Üretirken kalıplara, standartlara bağlı kalmadan, kendini ve müziğini sınırlamadan cesurca “deniyor”. Caz onun için bir oyun. Oynayarak keşfediyor çocukluğunu kaybetmeden. Güvenli, steril alanlarda kalmıyor. Sürekli bir arayış içerisinde ve müziğini güzel ve farklı yapan şey de tam bu. Dünya kazan o kepçe festivalden konsere sürekli dolaşıyor şimdilik Tokyo’da mola vermiş olsa da. Müzisyenliğinin yanı sıra, sıcak, sıcacık bir insan. Yalın ve samimi. Samimi vurgusu özellikle önemli, bugünlerde o kadar ihtiyacımız var ki samimiyete. Ve bu özellikleriyle benim için, senin için potansiyel bir “dost” olma ihtimalini barındırıyor içerisinde. Önce sohbetini okuyun, ardından dinleyin, bence ardından twitter’da takibe alın, konuşun, iletişim kurun. Pişman olmayacaksınız…
Röportaj: Ulvi Yaman
Ulvi Yaman: Konu caz ve Türkiye’de caza olan ilgiyi düşünürsek seni tanımayanlar vardır düşüncesiyle önce biraz kendinden bahsedir misin? Neden ve nasıl cazı seçtin?
Selen Gülün: Olabilir tabii olsun tabii ne yapalım, canları sağ olsun. Caz’ı seçmedim aslında, ben kendime bir yaşam biçimi seçtim. Müzik denince tek bir dilden bahsediyormuşuz gibi anlaşılıyor ama bu doğru değil. İçinde sayılamayacak kadar çok farklı türün kendine göre yaşam tarzı önerdiği, başka çeşit bir dünya müzik. Ben bestecilik eğitimim sırasında da yazdığım müziklerde zamanla olan ilişkimi değişik bulurdum. Yazmak ve çalmak eyleminin anında birleştiği nokta ise doğaçlama. Ben kendimi tam da o birleşme noktasında rahat hissediyorum. Planlayıp uzun zamanlara yaydığım büyük ölçekli müzikler de yazıyorum ama zaman içinde kendimi en iyi ifade ettiğim durumun yer çekimi olan bir alanda müzik yapmak olduğunu anladım. Bu da işte Caz müziği benim için. Şöyle ifade etmeye çalışayım, klasik olarak formu, yapısı, çoğunlukla melodisi, bazen armonisi belli olan ama herkesin kendini ifade edebilecek bir yer bulabildiği müzik. Bazen de bu müzik elementlerinin hiçbirinin olmadığı ama yüz seneyi geçmiş tarihinden kalan, artık klasikleşmiş diyebileceğimiz bazı alışkanlıklarla yine de birlikte, aynı dil üzerinden yürütebildiğin bir iletişim. Ben beklenmedik sürprizli olanla çok yakından ilgiliyim küçüklüğümden beri. O sebepten ilk şarkı albümümün adı Sürprizler’dir zaten. Kendimi ifade etmeye de düşkün bir çocuktum. Her zaman yeni olana merakım vardır. Şimdi bütün bu özellikleri toplayınca müziğin sürprizleri bol olanına yönlenmiş olmam şaşırtıcı olmuyor. Grup müziğini seviyorum. Müzikte herkesin bir rolü olması ve müziği birlikte ortak üretmek beni çok heyecanlandırıyor. Caz müziği sayesindedir ki ben dünyanın her noktasına gidip müziğimi başka başka kültürlerden müzisyenlerle çalabiliyorum. Sihir gibi bir şey birlikte doğaçlamak. Bir de yeniye merakımdan olsa gerek, çocukken İstanbul Üniversitesi Belediye Konservatuarı’nda yarı zamanlı piyano öğrencisiyken hiç bir zaman başarılı bir klasik eser yorumcusu olamadım. İlk konserimde Bartok çalmıştım mesela klasik veya romantik dönemden eser değil. İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesini bitirdikten sonra tam zamanlı müzik eğitimi için Mimar Sinan Konservatuarı’na girdim. Hocam bir gün derste ‘sen kendini ne zannediyorsun? Kendinden çok fazla yorum katıyorsun. Müzikten daha mı önemlisin?’ gibi şeyler söyleyerek çıkışmıştı. Bozulmuştum tabii sonuçta benim de bir algım vardı müzikle ilgili. Sonra bunalıp Berklee College of Music’e gittim, burslu olarak. Orada muhteşem bir piyano hocam vardı, Ray Santisi, maalesef yakında kaybettik. Bana derste “ya müziği öyle çok da büyütme gözünde, boşver!” demişti. İşte orada bir rahatladım! Bir de şöyle bir hikayem var. Berklee College of Music’e gitmeme 3 hafta kala ağır bir boyun fıtığı oldum. Doktorlar toplandı, “ameliyat yapsak mı, yapmasak mı?” düşünüyorlar. Bana dediler sen piyanist filan olamazsın, unut! 45 dakikadan fazla çalışamazsın, aletin başında oturamazsın artık. Koydular önüme bir paket mendil ağladım da ağladım. Düşün yani 3 hafta sonra hayalimdeki okula gidecektim. Gidemedim tabii! Tam bir dönem sonra ağrılara rağmen gittim. Haftada 3-4 gün yüzdüm, yoga yaptım vs. Sonunda ağrılar biraz dinmeye başladı. Ama çalışmayı bırakmadım. Bir de bölüm olarak sürekli başım öne eğik, çalışmam gereken bölüm olan Caz Kompozisyon okudum. Dersler için onlarca büyük ölçekli müzik yazdım, bir yandan çaldım ortamlarda. Param yok, tam ekonomik kriz zamanı. Arada ağrılar tutuyor. Bursum tam bursa çevrildi ben okulu 1, 5 senede bitirdim. Duyumum Türkçe’de Mükemmel Duyum (Absolute Pitch) dedikleri bir özelliğe sahip olduğu için ve ciddi bir kompozisyon eğitimi almış olduğum için formdaydım. Kulak eğitimi bölümüne beni ofise aldılar. Para kazanmaya başladım az da olsa. İşletme diplomamdan bazı derslerin kredilerini, ve arkasından okuduğum konservatuar derslerimin bazılarını saydılar. Kredilerin çoğunu hali hazırda almış oldum. Arada bir de bana sınırları zorlayan bestecilik anlayışım için Charles Mingus bestecilik ödülü verdiler ki benim için dönüm noktasıdır bu beklenmedik ödül. Sonra işte bu müziği çok ciddiye almama işini sevdim ben. Yani aslında kendini müziğin üstünde tutmaktan bahsetmiyoruz tabii. Bilip boş vermekten bahsediyoruz. Bildiğini unutarak üretmekten. Bir nevi Zen. Uydu bana bu durum, çok iyi geldi. Böylece zamanla ilgili olan değişik ilişkimi rahat bıraktım, yazmaya ve çalmaya yansıtmaya başladım.
Ulvi Yaman: Türkiye’deki caz dinleyicisini nasıl tanımlarsın? Dünyanın birçok yerinde konserler için bulundun, bir karşılaştırma yapmak mümkün mü? Herhangi bir konuda uzatma, kafamı ütüleme anlamında “Caz Yapma” denilen bir coğrafya da caz yapmak nasıl bir çaba gerektiriyor?
Selen Gülün: Bu sorunun tarihsel olarak iki ayrı cevabı var. 2010 öncesi ve sonrası Türkiye’si. Kültür merkezi olarak İstanbul’u alıp oradan örneklemeye çalışayım. 2010’da İstanbul Avrupa Kültür Başkenti olduğunda ortamda aktif sanat vardı. Ben yurtdışında konserlere gittiğimde inanılmaz müzisyenler İstanbul’a gelip bir süre takılmak, çalmak istediklerini söylüyorlardı. Şehir popülerleşti. Herkesin dilinde İstanbul vardı. Bir çok müzisyen ve sanatçı geldi şehre. Fonlar bulundu, Borusan Müzik Evi açıldı mesela. Alternatif yeni müzik orkestraları, çağdaş müzik grupları, doğaçlamacı müzisyenler gelmeye başladı ülkeye konsere. Borusan Müzik kütüphanesini bir araya getirdi. Nardis ve şehirde başka ufak tefek de olsa aktif olan Caz bar açıldı. İstanbul Bilgi Üniversitesi merkeze Kent müziğini aldığı ve bunu da daha çok Caz dili öğretmek üzerinden kurguladığı bir Müzik Bölümü açmıştı zaten 1997’de. Şehrin en iyi müzisyenleri orada ders vermeye başladı. Ben de 98’de Berklee College of Music’ten dönüp erken yaşımda orada öğretim görevlisi olarak çalışmaya başladım. Çok güzel müzisyenler yetiştirdik. 2007’den sonra o bölüm şekil değiştirdi, küçüldü ve çağdaş müzik bölümü olarak devam etti. Yine de kısa zamanda ortamda yeterince yeni jenerasyon Caz müzisyeni salınmaya başladı ki bu dönem İstanbul’da Caz Müziği performanslarında artış oldu. Hatta bu Harold Tribune, New York Times gibi gazetelerin ilgisini çekti ve gazetelerde haber oldu, Susanne Fowler Şubat 2011’de gelip bizimle röportaj yaptı ve Caz müziğine artan ilgi ile ilgili bir haber yayınladı. Fakat referandumdan sonra bu tabloda büyük değişiklikler oldu. Devletin aldığı alkol yasağı gibi bazı politik kararlar, içkilerin sponsorluğun çekilmesi gece hayatı ve festivaller üzerinde etkili oldu. Bir çok mekan kapandı. Festivallerin sadece bir kısmı ayakta kalabildi. Müzisyenlere direkt etkisi oldu bu durumun tabii. Mekanların çoğu Taksim’deydi mesela, 2013 Gezi Direnişi arkasından bölgede artan baskılar sonrasında artık öyle değil. Eskiden çaldığımız mekanların hepsi kapandı. CD satışı zaten yok gibi bir şey. Dinleyici nereye gideceğini bilemediğinden ortamdan çekildi. Caz müziği kulüpte dinlenmesi gereken bir müziktir. Yakın temas ister. Dinleyicinin de orada var olduğunu o müziğin andaki haline şahit olduğu için yoğun olarak hissetmesi gereken bir müziktir. Kulüpleri alırsan elinden müzisyenlerin, Caz müziğini Festivallerde sergilenmesi gereken mal gibi ortada bırakırsın. Festivallerde mekanları dolduran dinleyici sezon açıldığında nerede diye soruyorlar? Valla ben bu soruyu sormayı bırakalı çok oldu. Bazen birileri “ay ben caz müziği çok severim de sizi nasıl duymadım?” diye sorduğunda bana artık cidden sinirleniyorum. Yani bu nasıl benim sorumluluğum oluyor hiç bir zaman anlayamadım. Ülkede zaten kaç tane kendi müziğini yapan caz müzisyeni var ki arkadaşım? Sen bizi bilmiyorsan artık kimi biliyorsun da bana bunu diyebiliyorsun diye sormak istiyorum. Onun yerine güler yüzle 5 tane albüm yayınladım ben denk gelmemiş olmanız enteresan o halde diyorum. Ne diyeyim ki? Söz konusu müzik olunca herkese tanıdık gelmen gerekiyormuş gibi bir tavır takınıyor insanlar burada. Halbuki ben müzisyenim “artiz” değilim ki müziğimi dinlemeden beni bilesin 🙂 Bilmem anlatabiliyor muyum? Bir de tabii ülke şu an ülke öyle bir duruma geldi ki insanlar can güvenliğinden endişe ederken sanatı müziği desteklemeyi manalı bulmuyorlar. Halbuki bizim kurtuluşumuz orada ama mecburi müzik dersinin (sanırım kalktı müzik dersi müfredattan) blok flüt çalmaktan ibaret bir ülkeye “işte böyle olmaz şöyle olur” diye konuşarak müziği anlatamazsın. Ancak sabırla üretmeye devam etmek lazım.
Oysa yurt dışında herkes müziğe saygılı diye düşünmek de doğru değil. Ben İzlanda’da bu sene Dünya Caz Günü konserimde bir dinleyicinin “bize İzlandaca güzel bir melodi söyle” diye bağırmalı müdahalesine maruz kaldım. Ya da Berlin’in en meşhur Caz kulüplerinden A-Train’de yüksek sesle konuşan Rus iş adamlarını kimse susturamadı mesela. Ben dinleyicinin konuşmasına takılmam ama bağırırsa ben de ona bağırmak istiyorum açıkçası. Hele kulüp küçükse. Kamboçya’da çaldığım solo konserde kendimi duyamadım çalarken. Tokyo’da dinleyici çok dikkatli ve saygılıdır ama ilk çaldığımda tamamen dolu bir kulüpte herkes konuşuyor diye birbirimizi duyamadan çaldık. Müziğe müthiş önem veren kültürlerde yine Tokyo, İtalya ve Avusturya’da çalmak çok keyifli. Buralarda insanlar yeni birisini keşfetmekten haz alır. Bu yaz Sydney’de Colbourne Ave diye bir kulüpte solo konser çaldım. Hayatımın en iyi konserlerinden birisiydi ve bunlar hep dinleyici sayesinde oluyor. Dediğim gibi konser salonlarında da etkilidir dinleyicinin tavrı ama kulüp konserlerinde dinleyici mekan ve zaman konusunda müzisyenle birlikte aktifleştiğinden tavırları iyiden iyiye etken olur. Tokyo’da ve İtalya’da konsere gelen dinleyicilerin çoğu albüm sorar, çoğunlukla da alır. Roma’da çaldıktan sonra avluda birlikte muhabbet edilir, dinleyici hemen evine gitmez. Türkiye’de konser sonrasında gelip konuşan insan sayısı 25 senelik profesyonel müzisyenlik hayatımda 40’ı geçmez. Dediğin gibi Caz’ın gürültü yapmak olarak adlandırıldığı bir ülkede çağdaş müzik bestecisi ve icracısı olmanın tanımı hep şeylerin dışında kalmak. “Caz yapma” eleştirisini ‘kültüre ters sesler çıkarma’ olarak okuduğunda geriye söyleyecek fazla bir şey kalmıyor zaten. Bu ülkede özellikle benim çalıştığım alanlarda çalışmak direkt aktivizm hareketi olarak algılanmalı bence. Bireysel aktivistleriz biz.
Ulvi Yaman: Caz sofistike bir müzik tarzı mı? Yani şunu söylemek istiyorum caz dinleyicisi olmak bir çaba gerektiriyor mu okumak, araştırmak vb. gibi yoksa biz mi abartıyoruz, diğer müzik tarzları gibi dinlemek yeterli mi?
Selen Gülün: Caz müziği için bir müzisyen arkadaşım zamanında “bu caz’da da insanın karşısına ne çıkacağı belli olmuyor” demişti. Aramızda hala konuşup güleriz buna. Sadece Caz dinleyicisi değil gerçek müzik dinleyicisi olmak için elbette çaba sarf etmek gerekir. Müziğin dokunulamayan, gözle görülemeyen ama bütün benliğimizle algılanabilen bir hali olması hem çok heyecan verici hem de ürkütücü. Çağlar boyunca devletlerin müziği kontrol almaya çalışması da bu yüzden değil mi? İnsanların duygu durumunu direkt etkileyen, beklenmedik bir şekilde savuran eden, ayağını yerden kesen, ya da bunu gibi bir sürü ani duygu değişikliğine uğramana sebep olan bir fenomen müzik. Tüm nörobilimciler MR tekniği gelişince 90’lardan beri beynin müzik etkisi altında nasıl çalıştığını inceliyorlar harıl harıl, bu gizemi biraz da olsa çözebilmek için. Caz Müziği kendi dilini oluşturmaya başladığında fikir teknik bilgiler üzerine geliştirmedi. Önce bunu anlamak lazım. Orada bir isyan var. İç savaş sonrası orda burada bırakılan enstrümanların Afro-Amerikalıların eline geçtikten sonra müziğin notasını armonisi bilmeden, isyan, aşk ve ihtirasla çalınmış, üflenmiş aletler bunlar. Şarkı söyler gibi… Teknik bilgi 30 hatta gerçekte 40 sene sonra gelişiyor. Tüm dil bir duygu aktarımı ihtiyacı üzerine kuruluyor. Bir çocuğun eline ver çalabildiği bir alet, ritmik bir alet mesela, çoğu şöyle bir içgüdüyle çalgıya vuruyor; önce tekrarlı bir ritmik motif buluyor. Sonra ondan sıkılmaya başlayınca etrafında gezinmeye başlıyor. İşte hepimiz doğaçlamaya yatkınız aslında. Bu bir çeşit oyun çünkü. Fakat yetişkin insanlar doğaçlamadan korkuyor. Anlamamaktan da korkuyor. Anlamadığın yerlere duygusal olarak savrulacağına, bu çoğu insan için çok korkutucu bir durum, bildiği ritmik motiflerin dışına çıkmak istemiyor, bildiğini tekrar ediyor da ediyor. Halbuki çocukken uzayıp gidebiliyordu o fikirden sıkılınca. Nerede kırıyorlarsa bizim içimizle olan güvenli oyuncu ilişkimizi, güvensiz sıkıcı insanlara dönüştürülüyoruz. O doğaçlamacı ruhtur kaybolan, caz müziğinin maceracılığından korkan, kaçınan. Anlamadığı şeyi dinlemekten korkan insanlarla çevriliyiz. İnsanların çoğu zaten konuşurken de birbirini dinlemiyor. Ben Eleştirel Dinleme (Critical Listening) diye bir dersi Bilgi Müzik’te mecburi ders programına koydurmuştum. Senelerce de verdim o dersi. Dersin adı Psikoloji biliminden geliyor. Birisini konuşurken dinleyemeyen, çocuğunun ne anlatmaya çalıştığını dinleyemeyen insanların iyi müzik dinleyicisi olmasını imkanlı bulmuyorum. İyi müzisyen olması da biraz zor. Kulak müthiş eğitilmeye yatkın bir organ. Hayatı boyunca aynı şarkıları bıkmadan dinleyen, sonra gidip barda klüpte de onlarla eğlenen kişi aslında kulaklarını yanında götürmüyor. Bana çağdaş müzik eserlerim için “bunları neden yazıyorsun?” diye soranlar oluyor bazen. İçimden geliyor. Kulaklarım bunu duyuyor, seviyorum. Demek ki aslında mümkün ben de bir insan olduğuma göre bu müziği içselleştirebilmek. Sevgili kompozisyon hocam İlhan Usmanbaş icracılar bestecilerin 100 yıl arkasından geliyor derdi. Daha icracı arkadan geliyor senin kulak nasıl duysun? Kulak açacak örneklerle günlük hayatta karşılaşamıyoruz ki. Filmlerde eski tınılar. Çağdaş Sanat Müzesine gidiyorsun, aşağıda hediyelik eşya dükkanında Bach çalıyor. E oldu mu şimdi? Müzik niye çağdaşlaşamıyor? Bunun üzerine seminerler veriyorum bazen ben. En dayanamadığım konu dinleyici ve üretken insan arasındaki bu görünmez bariyerler. Tabii konu aslında yine politik! Ben bu konuda saatlerce konuşabilirim o yüzden burada bırakıyorum. Caz müziğinin reklamı kötü yapılıyor diyelim özetle. Bir de pratik bilgi vereyim, yanlış dönemlerden başlayarak dinleniyor. Yakın dönemden başlayarak geriye doğru gidilmeli. İçinde onlarca değişik stil barındıran bir janra sonuçta. Ve sürekli yenileniyor. Şans verilse insanın içindeki vahşi Ben’i çıkartan bir modu vardır. Keşke herkes o vahşiliği dinlese de sadece müzikte yaşasa ve yaşatsa.
Ulvi Yaman: Caz ve Kadın üzerine biraz konuşalım mı? Cazın ilk yıllarında kadınların yalnızca solist olarak kabulü gibi bir algı olsa da aslında piyano çalan kadınların daha rahat kabul gördüğünü biliyoruz. 2. Dünya savaşından sonra erkeklerin askere gitmesiyle kadınlar cazda kendilerine biraz daha rahat yer bulabildi. Bugün cazda kadınların yeri, kendilerini kanıtlayabilme zorlukları vb. üzerine neler söylemek istersin.
Selen Gülün: Bu soru çok genel! Biraz kişiselleştirerek toparlayayım…
Ulvi Yaman: Sen nasıl anlatmak istiyorsan
Selen Gülün: Caz müziği genel olarak maço geleneği olan bir müzik. Güçle üflemek, kuvvetli akorlar çalmak, hızlı çalmak, vurmak ve bunun gibi her şey aslında bir aleti “adam akıllı” kontrol edebilmek olarak nitelendirilmiş. Hep anlattığım hikayedir Türkiye’deki erkekler kulübü hali benim 90’larda ortamda aşırı bunalmama hatta biraz da depresyona girmeme sebep olmuştu. Kendi müziğimi o zaman da yazıyordum ama kimseye kendimi ciddiye aldırtamıyordum çalmak anlamında. Şarkı söyleyerek para kazanmaya başladım. Tüm işler sadece şarkıcılık adına geliyordu, yani bildiğin piyasa beni piyanist olarak kabul etmedi ama şarkıcı olmaya doğru iteledi. Ben de bunalıp Berklee’ye başvurdum. Burs alınca basıp gittim. Orada başıma ne geldi? Gittiğimde okulun yüzde 10’u kız öğrenciydi ve sayıyı arttırmak için Müzik Terapisi bölümü açtılar ki böylece sayı yüzde 15’e çıktı Derste de hocalarımdan birisi bana “kız gibi çalma” diye uyarıda bulununca inanmazsın, rahatladım. O zaman anladım ki sorun bende değil. Sorun daha büyük! Björk’un geçen sene Pitchfork’ta yayınlanan Görünmez Kadın diye çok önemli bir röportajı var. Orada şöyle diyor ‘genç kız arkadaşlarıma şunu demek isterdim; hayır yanılmıyorsunuz, yaşadıklarınızın hepsi gerçek!’. Bir kadın olarak ne kadar uğraşsa da kendi yaptığı müziğin kredisinin hep birlikte çalıştığı diğer erkek müzisyenlere verilmiş olmasından yakınıyordu. Bir yapılanın kadın müzisyen isen 5 yapılması gerektiğinden de… Referansı ondan verdim, ben söyleyince kişisel algılanıyor çünkü bu konudaki çalışmalarım ve hassasiyetim bilindiği için. Şimdi sen sana ‘erkek gibi çalma’ dense ne hissederdin? Bunun küfür gibi, bir zayıflık, müzisyenlikte bir çeşit eksiklik gibi yüzüne vurulmasına ne denir ki? Kadın gibi çalmak ne demek bir kere? Ben yaptığım seminerlerde çalıyorum insanlara müzikler ve soruyorum icracı kadın mı? erkek mi? diye! Görmesen bilemezsin öyle bir kod yok müzikte, ama tabii yüzyıllardır saklanmış kadın besteciler de doğaçlamacılar da dinleyici algısından. Müzik tarihi kitaplarında hala kadın bestecilerin esamesi okunmuyor. Neden? Açık ve net konuşacağım, caz müziğinde bu durumun diğer müzik stillerine göre daha abartılı olduğunu iddia edebilirim. Neden dersen yine bir çalgıyı (aleti) kontrol etmek durumunun kadına yakıştırılamamasından başlayabiliriz. O zaman sen de diyebilirsin ki; e ama bizim senfoni orkestrasında bütün orkestranın yarısından fazlası kadın müzisyen. Şimdi bu da çok büyük başarıdır aslında, hor görmemek lazım. Ama aynı yüzdeyi köklü orkestralarda, bir Berlin Filarmoni’de, Viyana Senfoni Orkestrası’nda görebiliyor musun? Enstrümanların sadece bazılarının kadına yakıştırılması durumu vardır mesela. Nefesli çalgıları üflemeleri kadınların tuhaf kaçar nedense. Nefs, ruhunu üflemesi kadınların tarihsel olarak bakılırsa büyük problem oluşturuyor bir çok toplumda. Vurmalı ve telli çalgılar, ya da şarkı söylemek ise uygun gelir. Şimdi alacaksın eline trombonu, trompeti var gücünle üfleyeceksin diye bakarsan bir müziğin tanımına haklı olabilirsin. Ama müzik yapmanın yolu tek midir? Kişi kendini çalgıyı başka türlü çalarak ifade edemez diye bir kural mi var? Elbette yok!
Ulvi Yaman: Ragtime, büyük orkestralar, bebop, fusion…Caz sürekli devinen, kendini yenileyen bir müzik dalı, bundan sonrası için caz nereye gidiyor, nasıl bir gelişim göstereceğini ve ne tarafa doğru evrileceğini düşünüyorsun. Etnik Müzik ve caz ilişkisi üzerine bir şeyler söylemek ister misin?
Selen Gülün: Aslında Caz hakkında bu anlamda ileriye yönelik konuşmak biraz zor. Sonuçta her türlü öğeye açık olabilecek, içine alabilecek bir müzik stili. Zaten amaç, kaynamak, kaynaşmak olunca dünyanın her yerinden tınılar, ritimler, diziler, tavırlar içine sızmış ve halen de sızıyor. Müziğe bossa nova, samba, afro cuban türünde caz dediğinde hep yerel bilgiler vermiş, tavır belirlemiş oluyorsun aslında. Yani her çeşit füzyona açık bir müzik. Doğaçlama bu müziğin doğasında var. Primitif (geleneksel) müziklerde de doğaçlamanın var olduğunu biliyoruz. Dolayısıyla kesişme noktaları sağlam. İki dilin karıştığı noktadaki müziğe genellikle Dünya Müziği (World Music) deniyor. Bu bir çeşit pazarlama stratejisi açıkçası ve ben bazı örneklerini pek dinleyemiyorum. İki etnik müzik çalgı üstadını diğer iki ünlü afro amerikalı caz üstadı ile bir araya getirip hadi şimdi birlikte çalın diyen festivaller var. Bayılıyorlar böyle işler yapmaya. Sen bir araya getirmesen onlar tercih etse birlikte çalsa daha organik olabilecek bir buluşma amorf bir müziğe dönüşüyor. Sonuçta o yapaylık her anında belli oluyor o konserin. Nadir iyi sonuç çıktığını gördüm bu buluşmalardan. Ama üstatlar bir araya gelsin, çalsın, döksün içindekileri karşılıklı. Yoksa neden çalıyoruz ki biz bu müziği? Bu karşılaşmalar için. Her karşılıklı doğaçlama çalmaya Caz demek de bana doğru gelmiyor. 2o. Yüzyılın sonlarına doğru iyice popülerleşmiş Hiphop, rap tarzı müziklerin de kökeni Caz’dır. Davul, saksafon çok yeni aletler ve yerlerini ve karakterlerini bu müzik stilinde buldular. Her geçen gün bu çalgılarda ustalaşan “yok artık daha neler !“ diyebileceğimiz gelişmişlik seviyesinde çalan virtüöz müzisyenler yetişiyor. Hiphop stil olarak artık onlarca başka tarzın annesi oldu. Bir yandan globalleşme ile müziğin içine durmadan başka melodik, armonik ögeler giriyor. Bir tek Amerikalılar, Avrupalılar yok işin içinde artık tüm dünyada çalınan, dünya vatandaşlarının kendini bildiği gibi anlatmaya çabaladığı bir müzik dili Caz.
Ulvi Yaman: Yanılmıyorsam Frank Sinatra’nın “caz yaşadığın anla ilgilidir. modern olmak gelecekle değil, şimdiki zamanla ilgilidir.” Caz ve modernizm hakkında neler söylemek istersin? Caz bir yandan çok geleneklere bağlı, standartlar vs. ama öte yandan çok yenilikçi…
Selen Gülün: Cazın şimdiki zamanla ilgili olması üzerine bir kaç laf etmiş oldum önceki sorularında ama belki şöyle bir bakış açısıyla yeniden anlatmaya çalışabilirim; Cazın bu zamanla, o anda olup bitenle ilgililiği beni en çok heyecanlandıran hali. Klasik Caz parçaları diye halen çalıp dinlemekte olduğumuz, Standart Caz parçaları diye geçen müziklerdeki ortak nokta o dönemin ünlü müzikal filmlerinin popüler olmuş şarkılar olmalarıdır. Melodileri caz müzisyenleri tarafından yeniden yorumlanıp, kaydedilip değerlendirilirdi. Sonradan bu form müziğin de bestecileri olunca kendine ait bir dili oluşabilmeye başlamış diyelim. Miles Davis, John Coltrane, Wayne Shorter, Charles Mingus gibi müzisyenlerin yorumculuktan kendi müziklerini çalmaya başladıklarında müziği nerelere getirdiklerine bir bakın. Caz zaman içinde sürekli devinip içine başka türleri almış, başka enstrümanları almış güncellenmiş. Charlie Parker’ın Stravinsky’e ve müziğine olan hayranlığı bilinir, Miles Davis otobiyografisinde Julliard Müzik Okulu’nun kütüphanesinde dönemin bestecilerinin eserlerini çalıştığını anlatır. Türler arasındaki geçişgenlik devamlı. Doğaçlama müzik, caz ve yeni müzik (contemporary classical music) arasındaki çizgi incecik oldu, hepsi birbirinden besleniyor. Bir noktaya parmak basmak isterim. Caz’da Klasik formu takip eden, yorumlayan müzisyenler ile sürekli açılım içinde olup yeniyi arayanlar aynı müzik tarzı içinde anılıyor ama aslında hayat görüşümüz ve yaşayış şekillerimiz çok farklı. Klasik müzik türleri içinde de böyle bir ayrım vardır. Hayatın kendisinin sürekli devinim içinde olduğunu düşünürsek sabit bir türün içinde benzer şekillerde müzik icra etmek bana hiç uygun değil. Caz olsun veya olmasın.
Ulvi Yaman: Festivallerde, konserlerde çalmak ile sanatçının dinleyiciyle daha yakın olduğu caz bar/klüp tarzı yerler arasında bir fark var mı sanatçı açısından?
Selen Gülün: Ne çalındığına bağlı. Küçük kulüpler Caz müziğinin dilinin asıl oluşup geliştiği yerler. Usta müzisyenlerin gençlerle karşılaştığı, yakından takip ve başta belki de ustaları taklit etmek ile bu müzikte ilerlemeye başlamanın mümkün olduğu yerlerdir kulüpler. Usta / çırak ilişkisi müziğin her alanında var ama herhalde en büyüleyici hali Caz müziğindedir. Bir kere jam session geleneği var. Sen gidip usta müzisyenlerle çalıp, dersini alır başını öne eğip evine dönersin. Orada anlarsın ne eksik, neyin iyi, ne çalışman lazım… Hepimizin başına geldi. Küçüklüğümüzde Naima vardı, Egoist vardı Arnavutköy’de evden gizlice kaçar gider Can Ayer, Gürol Ağırbaş, Cem Aksel, İmer Demirer, Ali Perret, Caz Kozlu, Erkan Oğur izlerdik. Yakın temasta nasıl nefes alıyorlarmış ona kadar bakarsın o yaşlarda. Sahnede çok eğlenilir mesela bu beni çok etkilemişti. Enstrüman çalıp eğlenmek klasik müzik eğitiminde yoktur. Seyirciler de eğlenir, çünkü yakın temas bir iştir. Bütün kulüp o anda yapılan müziğe bir nevi eşlik eder. Ben bu yakınlık yüzünden bayılıyorum küçük kulüplerde çalmaya. Festivallerde olaylar biraz değişik. Bir sergileme ortamı oluşur. Eğer büyük salonda çalıyorsan zaten araya bir mesafe, ciddiyet havası girer. Sen çalarsın, konser biter gidersin. Bir de tabii festivaller biraz ticari ortamlar, eninde sonunda bunun çalınan müzik üzerinde etkisi olmadığını söylesem yalan olur. Dünyayı dolaşabiliyoruz festivaller sayesinde bu düzene çok da itiraz etme hakkim yok. Geçen sene Mozambik’te More Jazz festivalinde 3000 kişiye çaldım mesela açık sahnede, inanılmaz bir deneyimdi. Yerel müzisyen olduğunda ve festivalde çaldığında tükenen biletler ile düzenli aynı şehirde sezon boyunca kulüplerde çaldığında 15-20 kişiye çalmak meselesi tabii asıl bizi düşündüren.
Ulvi Yaman: Selen kimleri dinler?
Selen Gülün: Bu soru bana her sorulduğunda bir sure düşünmem gerekiyor. O kadar değişiyor ki zaman içinde. En iyisi ilk aklıma gelenleri söyleyeyim. Benim için sabitim bazı besteciler var Henri Duttileux, Pascal Dusapin, Kaija Saariaho, Salvatore Scciarrino, ve elbette Anton Webern. Onun dışında caz dediğinde dinlemeyi sevdiğim kendi dönemimden piyanistlerden Brad Mehldau, Jon Balke, Robert Glasper, Jason Moran, Geri Allen, Bugge Wesseltoft’u sayabilirim. Her zaman severek dinlediğim müzisyenlerin başında Bill Frisell, Tomasz Stanko, Michael Mantler, Eberhard Weber, Esbjorn Svensson, Louis Sclavis gibi genellikle Avrupa kökenli müzisyenler geliyor. Supersilent, The Bad Plus, EST albümlerini seviyorum. Eskiden ECM albümleri dinlemeye çok meraklıydım zamanla hevesim geçti. ACT ve Nonesuch records’un yayınladığı albümleri takip ediyorum. Yeni dönem müzisyenlerden Danimarkalı gitarist Jacob Bro’nun süper yavaş ve tane tane işlenmiş müziğini seviyorum. Wayne Shorter, Miles Davis, Charles Mingus, Ornette Coleman, John Coltrane, Cecil Taylor’in neyi varsa dinlerim. Türkiye’de Aydın Esen ne yapsa takip ederim, hocamdır. Türkiye’deki müzisyenlerle çok içli dişli olduğum ve meraklı birisi olduğum için kendi camiamdan herkesi yakından takip ediyorum. Albümlerini satın alıyorum, muhakkak dinliyorum. Replikas’ı dinlerdim severek ve sonra Barkın Engin’in yaptıklarını, Tuna Pase’yi takip ediyorum. Say say bitmez bir yerde durmam lazım sanırım. Sadece entelektüel müzik dinlediğim sanılmasın. Pop ve Rock müziğinden sevdiğim kişiler ve grupları da dinliyorum.
Ulvi Yaman: Tokyo’ya yerleşmek gibi radikal bir karara imza attın. Biraz anlatır mısın Tokyo seçimindeki kriterlerini? Japon caz dinleyicisi, caza bakışı ile Türkiye’deki caz dinleyicisini karşılaştırır mısın?
Selen Gülün: Ben Bilgi Üniversitesindeki görevimi ülkeden bir süre gideyim, başka insanlarla çalışayım diye bırakmış, Berlin’e gidip yaşarım diye planlar yapmaya başlamıştım. 2014’te Japonya’nın en büyük müzik dağıtımcısı Disc Union bana eposta yazdı ve 2010’da çıkan Answers albümümü Japonya’da dağıtmak istedi. Ben de Pozitif’e yönlendirdim, onlar yolladılar albüm ve ben sonrasını takip etmedim. Aylar sonra sosyal medya’dan bir takipçim Tokyo’ya geldiğinde caz albümleri sıralamasında benim albümü 6. Sırada görmüş, fotoğrafını çekip yolladı. Ben de çok sevindim ve aklımın bir köşesinde acaba çalınabilir mi Japonya’da diye bir soru vardı. Başka bir arkadaşım senin Engin Yenidünya ile tanışman gerekiyor diye bizi facebook üzerinden bir araya getirdi. Engin 12 senedir Tokyo’da yaşıyor ve düzenle işinin yanında proje ilgisini çekerse film yapımcılığı, sanatçı menajerliği gibi işler de yapıyor. Ciddi bir çevresi var. İlk konserleri o ayarladı, Haziran 2015’te Electrik Jinja’da çaldım. Disc Union’da da albüm için bir imza günü ve mini solo konser ayarladık. İmzaya gelen insanlar evlerindeki Answers albümlerini getirdiler, yanlarında küçük hediyelerle. Oturup sessizlik içinde konseri izlediler. Aşağı yukarı her parçayı tanıyorlardı. 2013’te çıkan Başka albümümü getirmiştim yanımda. O da 4 numaraya kadar çıktı o ayki satışlarda. Sonra ben iki kez daha geldim Japonya’ya. Her seferinde inanılmaz memnun ayrıldım. Biraz gezme şansım da oldu Hiroşima, Kyoto, farklı küçük kasabalar. Her zaman duyardım Caz müziğin olan ilgiyi ama bu kadarını beklemiyordum doğrusu. Her yerde caz çalıyor gerçekten, kafelerde, restoranlarda, dükkânlarda… Yüzlerce irili ufaklı kulüp var şehirde her gece insanlar müzik dinlemeye gidiyor. 24 saat bir hayat var. Bunun dışında Türkiye’de insanların kabalığından da bıkmıştım gerçekten düşündüm, Berlin’e gideceğim yine itiş kakış, kavga dövüş olacak muhakkak. Huzuru seçtim denebilir. Bunca aydır sadece bir kere kavga gördüm, onlar da yabancıydı. Konserlerimde gelenler çekingen bile olsa, İngilizce biraz sorun burada, muhakkak gelip konuşuyorlar. Bir çoğu albüm almadan gitmiyor. Farklı Japon müzisyenlerle genellikle kendi müziğimi çalıyorum. Yavaş yavaş bir çevre yapmaya da başladım. Çok fazla müzisyen var. Çalışkanlar ve mis gibi çalıyorlar. Müzisyene güven duygusu özlemi içindeydim, o konuda da çok rahat ediyorum. Fakat müzisyen olarak iş bulmak bu yüzden çok çok zor. Bunu da söylemeden geçmeyeyim. Şu anki durumumda müzik yazabilen birisi olmanın ve eğitmen olmanın avantaj olduğunu görüyorum. Çalışma vizen olmadan kulüplerde çalamıyorsun ve bu gerçek bir sorun. Artist vizesi alayım desen alabilmen neredeyse imkânsız. Bir şekilde iş bulmanız ve geçerli vizeniz olması gerekiyor orada burada çalabilmek için bile. Burada dışarıdan gelen bir müzisyen için işler asla Avrupa’da olduğu kadar kolay değil. Bir de buradan başka bir dünyaya açılabilme şansı beni çok heyecanlandırdı. Avustralya’da Syndey’de çaldım mesela, Kamboçya’da çaldım. Yeni insanlar, yeni sesler, yeni coğrafyalar…
Ulvi Yaman: Biraz Japonya’dan bahsedelim, Selen’in Japonya’sı nasıl? Günlük hayat, seni çeken şeyler, kültür, sanat yeme içme kültürü açısından…
Selen Gülün: Benim Japonya’m huzurlu, sakin ve müzik dolu. Japon yemeklerinin bir kısmını çok seviyorum. 13 senedir tavuk ve et yemediğim bir yemek düzenim var. Burada o açıdan maalesef zorlanıyorum, müthiş et üzerine kurulu bir yemek kültürleri var. Market alışverişi son derece pahalı ve Türkiye’de yüzüne bakmadığımız kök sebzeler bile el yakıyor. En büyük şikayetim bir karpuza 80 dolar filan vermek zorunda kalmak. Gerçekten bazen dışarıda yemek daha ucuz olabiliyor ama orada verdikleri şeylerin bir çoğunu da ben yiyemiyorum. Pirinç bütün öğünlerde muhakkak var. Ben çok alışkın değilimdir pirinç yemeye elbette kilo aldım bir denge tutturmaya çalışırken arada. Sake’yi çok seviyorum çok mutlu bir içecek. İzakaya kültürleri bizim meyhane kültürüne benziyor, oralara gitmeyi seviyorum. Neyse ki her yerde her çeşit mutfak var, İtalyan, Hint… Tokyo’da 160.000 restoran var, dünyanın mutfağı var burada. Michelin yıldızlı restoran sayısı New York, Paris gibi şehirlerden fazla. Dışarıda yemek bu açıdan eğlenceli bir deneyim. İklim Türkiye’ye çok benziyor. Yazın yağmur sezonu var, o biraz sıkıcı. Hava hem sıcak hem yağıyor ve karanlık benim Akdenizli kanıma bir tuhaf geldi. Ama sonbahar muhteşem geçti. Ortalık birden festivaller ile coştu. Kahve festivalleri, Tokyo Film festivali, yerel caz festivalleri. Tek bir semtin, Sound Crusing Minato-ku festivalinde onlarca konser ve kulüp vardı mesela 1 hafta boyunca gezdik. Ben haftanın 3 günü Noah Studios denen Tokyo’nun bir çok semtine dağılmış çalışma odaları olan, her türlü piyano ve ekipmanı bulabileceğin stüdyolarda çalışmaya gidiyorum. Konserler yoğun olunca formda kalmak gerekiyor. Onun dışında tanıştığım insanların konserlerine gidiyorum, müzik piyasasını tanımaya çalışıyorum. Kulüplerde konserlere ara bir zamanda gelen çok az oluyor. Önemli kulüpler hemen her gece dolu. Bir çok yere önceden rezervasyon yaptırmak gerekiyor. İnsanlar birbirine müthiş saygılı. Toplu taşımalarda itiş kakış oluyor ama onun bile tuhaf bir kültürü var. Spor yapıyorlar. Ben de düzenli yüzüyorum, arada yoga’ya gidiyorum. Bir kere dağa yürümeye gittik, 70 yaş üstü kadınlar erkekler kilometrelerce dağ yürüyüşü yapıyor teçhizatlı. Uzun ve sağlıklı yaşıyorlar bu sebepten. Maraton koşmak mesela çok önemli Japonlar için. Bütün büyük şehirlerin kendine ait maraton yarışları var. Kabalığa çok az maruz kaldım. Ne kadar Japonca konuşursun konuş bizdeki gibi hep yabancı, yabancı kalıyor. Yabancı kelimesi için Gaijin kullanıyorlar. Ne yaparsan yap bir yerden sonra kültürün içine lokal birisi gibi girmen çok zor, sen Gaijinsin hep. Kültüre ve sanata müthiş önem veriyorlar ve yakından takip ediyorlar. Ben yeni bir projeye başladım, içinde Japon edebiyatı da olacak. Zaten çok sevdiğim yazarları vardı şimdi daha yakından Japon edebiyatı takip etmeye çalışıyorum. Japonca öğrenmeyi deniyorum. Müziğini dinlemeye, anlamaya çalışıyorum. Başlı başına bir proje bana burada yaşamaya çalışmak.
Ulvi Yaman: Twitter’ı aktif olarak kullanıyorsun. Sosyal medya için ne düşünüyorsun bir sanatçı olarak?
Selen Gülün: Galiba o da azaldı biraz Japonya’ya geldiğimden beri. Sosyal Medya bizim için biraz da zorunluluk. Takipçilerin olması albüm, konser duyurusu yaparken işine yarıyor ama insanları eyleme geçirme konusunda ne kadar etkili onu henüz anlayamadım. Twitter benim için Gezi olayları esnasında vazgeçilmez oldu. Öncesinde bir girip çıkmıştım baktım alışkanlık yapıyor, dedim ben en iyisi çalışayım buna harcayacağım vaktim yok. Sonra Gezi zamanı elimize yapıştı malum. Ben insanlarla yakın temasta olmayı seviyorum sosyal medya’da. Normal hayatında mesafe seven birisiyim. Oradaki mecburi mesafeli ilişki benim gibi aslen içe dönük insanların işine yarıyor. Yapılan araştırmalara göre zaten biz içedönükler sosyal medyayı iyi kullanan bir grup insanmışız. Bu içe dönüklük meselesi okunmuyor olduğu için yazdıklarında o mesafe rahatlığıyla rahat rahat yazıyorsun. Ama gerçek hayatta karşılaşsam tanımadığım birisiyle o kadar kolay muhabbet edemem, bu imkansız. Troller hakkında çok değişken fikirlerim var. Gündemi ele geçirmelerine bazen çok sinirleniyorum, arada gerçek bilgiye ulaşamıyor olduğumuz için. Bir de insanların sürekli felaket haberleri paylaşmasının altında bir çeşit tatmin sezinliyorum ve bu beni üzüyor. Dikkat ediyorum sanat ile ilgili paylaşımlar yaptığımda ilgilenmeyen içinde öfke barındıran politik bir şey yazdığımda muhakkak paylaşıyor, ya da etkileşimde bulunuyor. Ben de artık pek karanlık taraftan yazmamaya çalışıyorum. Anladık ki bunun kimseye faydası yok karanlığa hizmet ediyor olmaktan başka.
Ulvi Yaman: Seçimlerde “Sandıkbaşındayız” oluşumunun önemli destekçilerinden biriydin, politikayla ilgin nasıl? Siyaset ve müzik ilişkisi konusunda neler söylemek istersin? Yurt dışına yerleşme konusunda Türkiye’nin siyasal atmosferi etkili oldu mu?
Selen Gülün: Ben politik bir aileden geliyorum. Sadece çekirdek aile değil, tüm ailem politikti. 70’lerde çocuktum 80’lerde ergen. İstanbul’daydık hep. Neler gördüm geçirdim anlatmaya gerek yok ama zor günlerdi. Tüm aile bir araya geldiğinde hep politika konuşulurdu. İstanbul Üniversitesi’nde İşletme okudum. Siyaset bir şekilde hayatımda hep vardı. Müzik ve siyaset konusunu benden önce Platon Devlet kitabında yazdı ☺ Dolayısıyla bana çok söz düşmez ama bu kadar çok duyuya birden hitap eden bir fenomenin, yani müziğin politikacıların ya da sözü etkileyici söylemek isteyen birisinin dikkatini çekmemesi imkansız, öyle değil mi? Milli marşlara bakın. Ya da aşk şarkılarına. Romeo Juliet’e aşkını daha kuvvetli ifade etmek için şarkıyla anlatmadı mı? Elbette ben müzikte kendi duruşumu da politik görüyorum. Kadın olmak, Caz müzisyeni olmak, kendini ifade etmek için maço egemenliğin yoğun olduğu bir alanı seçmek, kendi müziğini çalabilmek için ülke ülke gezmek, belki evlenmemiş çocuk sahibi olmamış olmak… Burada tüm bu saydıklarım ve daha fazlasının düşünülerek planlanarak yapılmış eylemler olduğu zannedilmesin. Ama geçmişin, okudukların, gördüklerin, yaşadıkların tercihlerini bilinçli olmasa da derinden etkiliyor. Yurt dışına yerleşme konusu benim için 2011’den beri var olan bir konuydu. Hayatımı değiştirmek istiyordum ama Türkiye’deki çıkmazlar kesin karar vermemi kolaylaştırdı. Sandık başındayız hareketine ben sonradan dahil oldum. Gezi direnişi sonrasında bir güzel, akıllı ekip insan ‘peki önümüzde seçimler var, biz bu konuda gönüllü olarak ne yapabiliriz?’ sorusunu merkeze alıp harekete geçmek istemişlerdi. Bağımsız olmak, hiç bir partiyle çalışmamak, hiç bir yerden para almadan mevcut hükümeti de dışlamadan sadece ama sadece bilimsel veri yayınlamak peşindelerdi. Ben mesela o dönemde birlikte çalıştığım arkadaşlarımın hala kime oy verdiklerini bilmiyorum! Bunun için de oy istemeyecek, bağımsız bir İstanbul Belediye Başkan adayına ihtiyaç duyuyorlardı ki onun müşahidi olarak sandıkların başında durabilsinler. Teklif bana geldi, ben de olur dedim. Bağımsız kalmak ve bilimsel veri deyince olay benim için heyecan verici oldu. Böylece İstanbul’dan bağımsız belediye başkan adayı oldum. Mevzuatı, seçmen yasasını öğrendim, televizyonlarda programlara konuştum anlattım. Teklifi kabul etmemde her partiye eşit uzaklıkta durmak çok önemli bir etkendi. Tüm derdimiz oy verilirken ve sayılırken yaşandığı iddia edilen olayların şehir efsanesi mi yoksa gerçek mi olduğunu anlamaya çalışmak ve bizim elimizdeki verilerle sonuçları karşılaştırabilmekti. Maalesef Türkiye kurumları bilimsel verileri ciddiye almaya alışkın değil. Elbette yayınlandı bu sonuçlar ama herkes spekülasyon peşinde olduğu için gerçeklerin konuşulması yine mümkün olmadı. Benim için çok stresli bir dönemdi. Bir yandan bu işler bir yandan eğitmenlik ve müzisyenlik. Arkasından gelen olaylar ve sonuçlar ise gerçek bir hayal kırıklığı. Ben öyle kalbim kırıldı diye ülkeyi terk edecek birisi değilim ama kendimi ve yaratıcı enerjimi korumam gereken bir noktaya geldim. İtiş kakıştan, bu alıp verememe durumundan yoruldum. 2011’den beri yoğunluklu olarak Kadın ve Müzik konusunda çalışıyorum. Bir kitap hazırladık İtalya’da uluslararası önemi olan bir kadın besteciler organizasyonu, Donne in Musica ile birlikte. Seneler sürdü. Türkiye’deki kendi müziğini yapan kadın müzik bestecilerinin listelendiği, biyografilerinin bulunduğu ve üç çok önemli makale, araştırmanın yer aldığı bir kitap bu. Ben de cumhuriyet dönemini yazdım. Bilgi Yayınlarından çıkacak önümüzdeki sene. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu üyesiyim, onlarla çalışmaya devam ediyorum. Bir de Kadınlar Matinesi diye bir müzik projem var 2011’den beri. Türkiye’de son dönemde aktif olan, alternatif müzik üreten kadın şarkı yazarlarının müziklerini yeniden düzenleyip onların da katılımıyla yorumladığımız bir proje. Bir albüm kaydettik. Türkiye’de kadın müzisyenlerin bir araya gelip canlı çalıp söyleyip kaydettiği ilk iştir. Yakında A.K. Müzik tarafından yayınlanıyor. Heyecanla bekliyoruz.
Ulvi Yaman: Selen müzik dışında neler yapıyor?
Selen Gülün: Çok meraklı birisi olarak başını sürekli beladan belaya sokar. Şaka bir yana bazen daha sakin bir insan olmaya özeniyorum, durduğu yerde durabilen, öyle sakince üretebilen. Ben hayatımı etkileşimler, yaşamak, görmek, öğrenmek, anlamak, yazmak, çizmek, silmek, yeniden yazmak, paylaşmak, çalışmak üzerine kurguladım. Müzik kölesi oldum belli bir yaşıma kadar şimdi kırklarımda bu durumdan silkinmeye, hayatı başka pencerelerden de görmeye çalışıyorum. Çok yakın arkadaşlarım var. Dostluklar konusunda şanslı birisiyim. Onlarla buluşup uzun uzun hayat memat hakkında muhabbet etmeyi severim. Muhakkak spor yaparım, benim fazla kaçan enerjime iyi geliyor, dengeye sokuyor. Yoga yapıyorum. Bol bol okuyorum ve geziyorum. Konser için değilse bile muhakkak farklı ülkelere gidip görmek istiyorum. Tek başıma uzun yol araba kullanmayı ve bazı benim için saklı kalmasını tercih ettiğim yerlere gidip durmayı seviyorum. Bu sene gerçi konsere gitmiştim ama İzlanda’da 2 gün boş zamanım vardı araba kiralayıp gezdim. Aklım uçtu! Eskiden hızlı arabalara ve hızlı araba kullanmaya merakım vardı, neyse ki geçti.