Sinan: Her halde özel hayatınızla, profesyonel hayatınızla ilgili sorulmayan soru, bilinmeyen nokta kalmamıştır. Magazincilerin gözdesi oldunuz hep. Bu röportajı yapmak istememizin nedeni, aslında önümüze konan bu magazin ikonunun gerisinde entelektüel derinliğe sahip bir insanın göz kırpması… O pırıltılı magazin ikonunun arkasında bir öncü, bedel ödemiş ve cesur bir insan var. Biz o insanı yakından tanımak istiyoruz. O insanın ipuçlarını arıyoruz…
Cemil İpekçi: İnsanların bana bu kadar çok ilgi göstermesi görsel medyayla birlikte başladı. Yazılı basındaki Cemil ile görsel medyadaki Cemil arasında bir fark var. Görsel medyadaki Cemil İpekçi gerçek Cemil’i yansıtmaya daha yakın aslında… İş hayatına 1971’de girdim ben,Zeki Triko’da… 75’te kendi atölyemi açtığımda artık belirli bir muhitte, belirli şehirlerde ismim vardı. Ama biliyorsunuz, o zamanlar daha çok yazılı medya baskındı. Görsel medya bu kadar yaygın ve etkili değildi. Onun için insanlar bugünkü kadar tanımıyordu. Gerçi tabii, ben de o zamanlar aynı Cemil değildim. 22 yaşın çılgınlığı vardı üzerimde… Bu ilginin nedenlerine gelince; güzel bir varlık olarak doğmuşum. Yani baktığınızda hem kadınsı, hem de erkeksi bir güzelliğim var. Hele 20’li yaşlardayken, ikisini çok güzel bir araya getirmiştim. Saçlarım belime kadar uzun, anlamını çok iyi bildiğim gözlerim… Tabii şurası da çok önemli: Allah Cemil’i yarattı ama Cemil de Cemil İpekçi’yi yarattı… Çünkü 15-16 yaşlarıma kadar olan Cemil ile 16 yaşımdan sonraki Cemil arasındaki fark çok büyük!
Sinan: Aralarında hiçbir ortak payda yok mu?
Cemil İpekçi: Aralarındaki müşterek nokta, hayal kurmak… Hâla hayal dünyasında mutlu olabilmek… Hâla bebekleriyle, oyuncaklarıyla mutlu olan; bunlardan tıpkı 6-7 yaşlarındaki kadar haz alan, hâla elma şekerini çok seven, hâla balonları çok seven, hâla şaşıran, hâla hayatında “olabilir mi bu?” diye soran bir Cemil var… Ama o günkü Cemil ile bugünkü Cemil’in ne fiziği aynı ne de hayatındaki cüretkarlığı aynı… Cemil 15 yaşına kadar çok sakin, çok sessiz bir çocuktu. Düşünebiliyor musunuz, hayatındaki ilk arkadaşı 11 yaşında olmuş… O yaşa kadar tek bir arkadaşı bile yok! O kadar ki, ilkokul 5. Sınıfın ikinci yarısına kadar sınıfta yanıma kimseyi oturtmadım ben… Mektepte kimseyle konuşmadım. Bütün bir dört buçuk sene boyunca! Evimize gelen misafir çocuklarıyla konuşmadım, odama kimseyi sokmadım…
Sinan: Neden?
Cemil İpekçi: Sokmadım işte! Megalomanca bulabilirsiniz belki ama çok aptal buluyordum yaşıtlarımı. Çünkü ben hem çok çocuk oldum ama hem de tam anlamıyla çocuk olamadım. Biliyor musunuz, 4 buçuk yaşıma kadar konuşmamışım ben. Anneme “Eyüp Sultan’a götür de dili açılsın” demişler. İşte “sabah vakti sal da, kanarya suyu içir, konuştur” demişler. Ki annem böyle şeylere de inanmazdı ama götürmüş, o sudan içirmiş. Eve gelmişiz ve ben bugün konuştuğum gibi konuşmaya başlamışım. Annem, “o kadar çok konuştun ki acaba bu suyu çok mu içirdim?” diye endişelendim derdi… 5 yaşında doktora götürmüşler, acaba geri zekâlı mıyım diye… Çok iyi hatırlıyorum, dadım beni bir kenara koyardı “otur” diye, 10 saat beni almasın orada oturur beklerdim. Tabii çok gariplerine gidiyor, çünkü benden üç yaş küçük bir erkek kardeşim var… Ablam var, normal dolaşan oynayan çocuklar bunlar. Ama beni bir yere koyuyorlar duruyorum öylece… Geri zekâlı olduğumu düşünmeleri o kadar da garip değil yani… Bense çok iyi hatırlıyorum, oturduğum yerde “ne kadar aptallar” derdim kendi kendime… “Bu yaptıkları şeyler ne kadar aptalca!”… Ve hayal kurmaya devam ederdim…
Sinan: Bu “erken bir olgunlaşma” mıydı yoksa aslında doğuştan, karakterinizde var olan bir özellik miydi?
Cemil İpekçi: Doğuştan bence! Yıllardır reenkarnasyonla, parapsikolojiyle, metafizikle uğraşırım. Doğarken bazı konularda bilinçli doğdum ben. Mesela ilk gobleni 4 yaşında yapmışım. 5 yaşında harika bir palto dikmişim. 6 yaşında ablama etek diktim. Annem bütün bunları saklamış, üzerlerine tek tek yazmış. Vefat ettiğinde dolabından çıktı hepsi… Bunlar öyle o yaşlardaki bir çocuğun yapabileceği şeyler değil… Leyla Gencer, annemin dayısının kızı, kardeş çocukları yani… Çubuklu’daki köşkte o da orta bölümde oturuyordu. Leyla teyzem opera çalışırdı. 5 yaşındaki bir çocuk operadan ne anlar? O yaştaki bir çocuğun hayran hayran opera dinleyebilmesi, Lelma teyzem Butterfly’ı söylediğinde ağlaması için daha önce Butterfly’ı duymuş olması gerekir… İtalyanca da bilmiyorum. Bazı insanlar daha doğarken açık doğuyor gibime geliyor… Ama tabii çocuk taraflarım da var…
Ulvi: Nasıl bir çocuktunuz?
Cemil İpekçi: 15 yaşımdayken çok şişman bir çocuktum! 1.60 boyunda ve tam 98 kilo! 15 yaşına kadar hep yemek yiyen, kitap okuyan, hayal kuran bir çocuktum. 15 yaşında yeğenime aşık olmuştum, Zeynep diye çok sevdiğim bir kuzenim vardı. Denize gidiyoruz, o güne kadar kilolarıma aldırmıyorum hiç. Zeynep “ay ne kadar iğrençsin” dedi. Eve geldim ve bir yemin ettim “bu kelimeyi bir daha duymayacağım!” diye. İki buçuk ay içinde zannediyorum 30 kilo verdim. Birden boyum attı, spora başladım. Tam 3 ay boyunca sokağa çıkmadım. 3 ayın sonunda böyle Paul Mc’Cartney gibi, aynı o Beatles tarzına uygun saçını kestirmiş, boyu 1.80’e yakın uzamış, incecik ve hoş bir varlık olarak çıktım ortaya. Bu arada aylarca aynanın karşısında bir kadına nasıl bakmalıyım, bir erkeğe nasıl bakmalıyım, nasıl gülmeliyim, en güzel yerim neresi diye talimle bir Cemil yarattım.
Sinan: Her şey bir yeminle başladı yani?
Cemil İpekçi: Evet, Akademiye girdiğimde de öyle bir yemin etmiştim. “Herkes bana hayran olacak! Herkes! Kadınlar ve erkekler bana aşık olacak!” diye… Artık kuantum mu dersiniz ne dersiniz fakat o Cemil gitti! Senelerce… Gitti! 1971’de Türkiye’ye döndüğüm zaman, mesela o da bir kuantum bence, aile “hoş geldin” yemeği verdi. Yemekte çok ukala bir halam da vardı, şimdi rahmetli oldu. Gerçekten ukala kadındı, tipik bir beyaz Türk! 3 ay Roma’da yaşar, 2 kelime Türkçe konuşuyorsa 3 kelime Fransızca konuşur falan… “Ne olacaksın?” dedi. “Tasarımcıyım? Tasarımcı olacağım” dedim. Şaşırdı, “nasıl yani? Terzi mi olacaksın?” dedi, “hayır” dedim, “basbayağı tasarımcı olacağım işte”… Halam kahkahalarla güldü, “kim giyer senin pazenini, şile bezini? Bir Türk tasarımcı ha?” deyip gülmeye devam etti… O gün bir yemin daha ettim. İçimden “sen de giyeceksin ve bir gün gelecek bütün bu Türkiye hudutlarındaki insanlar beni tanıyacak” dedim… “Ödüller alacağım ve bu yetmeyecek, talebelerim de ödül alacak!” Bence bu da bir kuantumdu muhakkak ki! Başka bir cemilin yaratılışıydı o… Nitekim o konuşmanın yapıldığı geceden sadece 4 yıl sonra, 1975’te Rezzan halam yazları benim şile bezi elbiselerimi giymeye başlamıştı bile…
Sinan: Prensipler! Bu derece kararlılık ilginç.
Cemil İpekçi: Ama son 10 seneme bakıyorum… Annemi kaybettim, 18 sene oldu… Bu hayatta iki kişinin hiç ölmeyeceğini zannetmiştim. Bir annem bir de Zeki Müren! Zeki Bey’in hayatımda çok önemli bir rolü var. Söylediği birkaç kelime ile hayatımı örerken kullandığım en sağlam taşları vermiştir bana… Parapsikolojiyle, reenkarnasyonla, ölüm araştırmalarıyla haşır neşirken hayatın bir yerde ne kadar anlamsız ama bir yerde de ne kadar anlamlı olduğunu fark ediyorsunuz. Annemi de kaybettikten sonra hayatımda belki de ilk kez ölümle yüz yüze geldim. Kendimi ne kadar yormuş olduğumun farkına varmaya başladım. Derken, beraber olduğum arkadaşımla sekiz sene sonra ayrıldığımda bir kalp sorunu yaşadım. 3 sene önce bir stent takıldı, hiç unutmuyorum çok korkuyordum! Hala da korkuyorum ölmekten… Ama o gün nasıl bir şey olduysa artık… Beni ameliyathaneye götürürlerken müthiş bir koşuşturmaca yaşıyorlardı. İşte herkes bağrışıyor, “Gidiyor! Gidiyor! Bitti! Durdu!” diye… Çok tuhaf ama o an hiç bir korku hissetmedim… Sadece ne kadar güzel bir altmış yıl geçirdiğime şükrettiğimi hatırlıyorum. Çünkü gerçekten çok güzel bir altmış yılı bırakmıştım arkamda… Gözümü yoğun bakımda açtım. 5 gün sonra hastaneden çıkarken doktorum koluma girdi. Çok ta hoş bir doktordu, koluma girdi ve “arabaya binmeyelim” dedi. Firüzağa’ya kahveye git ve bir kahve, bir elektronik sigara iç dedi. O kahvemi içip, sigarayı yaktığım dakika artık bir hiç olduğumu anlamıştım… Hakikaten evrende bir hiç olduğumu, sadece kendim için çok önemli olduğumu ve insanlara bunu yansıttığımı, insanların da aslında bir yansımayı gördüklerini anlamıştım… Son üç yıldan beri hayatımda bu çok önemli bir hakikate dönüştü… Siz ne hissediyorsanız insanlar onu görüyor… Siz kendinizi hakikaten çirkin görüyorsanız herkes sizin çirkin olduğunuzu görüyor! Siz kendinizin güzel olduğunu görüyorsanız, herkes o güzelliği görüyor! Çünkü neyseniz o yansıyor… Ben bir hiç olduğumun ama bu hiçliğin içinde de çok güçlü bir hiç olduğumun farkına vardım. O kadar emek verilmiş bir yaşam ki… O kadar emek vermiş, bedeller ödenmiş bir yaşam ki… Her şeyin bedeli ödenmiş… Aşklarımın bedeli ödenmiş, eşcinselliğimin bedeli ödenmiş… Türkiye’de doğan bir eşcinsel olmanın, İpekçi olarak doğmanın, Karaköy Börekçisi Hasan Bey’in torunu olmanın bedeli ödenmiş… Hepsi de ödenmiş! Çünkü ben yüklü bir reenkarnasyonla doğmuşum. Türkiye’de ve dünyada insanların aptalca bir biçimde sınıflayıp “asalet” olarak adlandırdığı, anne tarafından 700 yıllık, baba tarafından 500 yıllık bir geçmişle o sınıfın çocuğu olarak doğmuşum… Tarihi bir kişiliğin, Sabetay Sevi’nin torunuyum… Tarihe geçmiş, 1480 de İspanya’dan gelmiş. Yahudi’ymiş Müslüman olmuş. Böyle bir çocuğum işte… Türkiye’de ama Türkiye’ye de hiç uymayan… Müslüman mahallesinde salyangoz satar gibi bir adam…
“elbette çok şanslı olduğumun farkındayım. ipekçi ailesinde doğdum, çok büyük bir zenginlik içerisinde doğdum. hayata başlarken hayat zaten bana bir çok şeyi hazırlamıştı”
Sinan: En başından beri bir farkındalık var…
Cemil İpekçi: Evet!
Sinan: Çok iradi, kararlar üzerine kurulmuş bir hayat… Ama aynı zamanda da üzerinde taşıdığınız veya öyle gösterilmek istenen naif bir kimlik var. Hangisi gerçek Cemil İpekçi?
Cemil İpekçi: Kabul etmek lazım, erkeklerin de bir andropoz olayı var. Artık andropoz mudur nedir bilmiyorum ama 64 yaşına giriyorum… 3-4 sene önce kendimi birden bire çok yorgun hissettim ve kendi kendime sordum, “ben aslında hangi Cemil’im?” O kendi yarattığım Cemil miyim? Yoksa o hiç kimseyle konuşmayan şişko Cemil miyim? Ya da o hiç büyümeyen çocuk Cemil mi? Aslında hepsi benim! Kimsenin tek bir kişiliği yok, hepimizin bin bir kişiliği var. Yeter ki onların çıkmalarına müsaade edelim. Bence insanlardaki en büyük bedbahtlık, en büyük mutsuzluk etraf tarafından verilmiş kişiliği oynamak ve bir kişilik içinde, size ait olmayan bir kişilik içinde hapis olmak! Bence bu hakiki bir hapis! Bundan daha büyük bir hapis hayatı yok. Ya aslında size ait olmayan bir kişiliği dayatıyorlar ya da insanlar içinizdeki sizlerden sadece birini görüyor ve o kişilikten dolayı sizi damgalıyor ve siz aslında hiç istemediğiniz halde bütün bir ömür boyu o oluyorsunuz… Oysa içinizde belki yüz, belki bin farklı kişilik var. Şimdi bakın ben bu yaşımdayım ve sevgilime para harcıyorsam bunu kompleks konusu yapmam. Çünkü sonuçta para da ben’im, şöhret de ben’im, güzellik de ben’im. Bunların hepsi ben’im… İnsan sonuçta illaki bir şey için yöneliyor birisine. Gelsin de ne için geliyorsa gelsin… İlla kaşıma, gözüme gelmesi şart değil ki? Önemli olan gelmesi… Geldikten sonra da sizin onu elinizde tutup tutamadığınız önemli… Yani aslında neye geldiğinin de farkında olabilmeniz çok önemli… Kendinizi avutmamanız, aldatmamanız çok önemli. Neye geldiğini bilecek ve o kapıdan muamele edeceksiniz. Hangi kapıdan içeriye aldıysanız o kapıdan muamele edeceksiniz. Benim için önemli olan içeriye girmesi… İçeriye girdikten sonra ben onu salon salomanje dolaştırırım zaten. Ama son üç seneden beri önemsemiyorum hiçbir şeyi… Tutkularımın zaman içerisinde yok olduğunu gördüm. Pek çok tutkum yok oldu artık… Mesela eski eşyaları hala çok seviyorum. Ama artık satın almıyorum.
Ulvi: Bir kırılma noktası var mı?
Cemil İpekçi: O kalp sorununu ve stent takılmasını yeniden doğuş olarak kabul ediyorum. Bu “ikinci yaşam” daha ne kadar sürer bilemiyorum ama o bende en büyük kırılma noktalarından biriydi… yani bir 17 yaşında zayıfladıktan sonra bir de o… Hayatın ne kadar pamuk ipliğine bağlı olduğunu görüyorsunuz ve her saniyesinin bir bonus olduğunu anlıyorsunuz. Bu noktada artık “anı yaşamak” giriyor devreye… Artık istemediğim hiç bir şeyi yapmıyorum.
Ulvi: Ama değişmeyen tek şey samimiyet galiba?
Cemil İpekçi: Vallahi onu da bilmiyorum! Artık biraz tuhaf düşünmeye başladım. Acaba kullandığımız kelimeler, tarifler hakikaten duygularımıza uygun mu emin değilim. Samimiyet dediğimiz şey ne acaba? Bütün bu kavramların arasında bir kavram karmaşası yaşıyorum ben… Samimiyet ne, namus ne, edepli olmak ne?
Ulvi: Kendinizi olduğu gibi ifade etmek, saklamamak, bir maske takmamak, oynamamaktan söz ediyorum.
Cemil İpekçi: Ben o maskeyi hiç takmadım! 4-5 yaşımı da hatırlıyorum, o zaman da neysem oydum bugünde ben neysem oyum. Bunun için özel bir mücadele de vermedim. Bu, ana kromozomlarımdaki en kuvvetli yapım. Hayatımda hiçbir zaman kaybediyor muyum kazanıyor muyum diye bir meselem olmadı bundan dolayı… Ne alkışlar ne de yerden yere vurmalar değiştiremedi bunu. Çünkü bu bana ait bir şey… Kendi kendimi alkışladığım anlar; her yaş günümde, her yılbaşında kendime aldığım hediye çok önemli oldu benim için. Kendi kendimi şımartmam çok önemli oldu… Buna isteyen megalomani, isteyen narsisizm diyebilir. Ama içimdeki ses bu ve bunun doğru olduğunu düşünüyorum. Kendinizle kavga edeceksiniz ama kavga ettiğinizde kendinize kırılmayıp yeniden ve yeniden seveceksiniz kendinizi. “Ben yanlış bir şey yaptım!”, “Ben hata yaptım” diyecek, kendinize kızacak ama sonra yeniden kendinizle barışacaksınız. Talebelerime hep “sakın saçmalamaktan, aptallık yapmaktan, hata yapmaktan korkmayın” diyorum. Çünkü hepimizin saçmalama hakkı mahfuzdur. Mükemmel olmak diye bir kaide yok. Çünkü aslında mükemmeliyet diye bir şey yok!
Sinan: Bunun farkında olmak da bir tekâmül gerektiriyor…
Cemil İpekçi: Evet ama ben bunu 5 yaşında da hissediyordum. Mükemmellik diye bir şey de, mükemmelliğin ölçüsü de yok… Mükemmellik kriterleri yıllara, yüzyıllara göre değişiyor. Ayıplar değişiyor. Dünkü ayıplar bugün artık ayıp değil. Dün ayıp olmayan şeyler de bugünün ayıbı… Namus kavramı değişiyor, edep kavramı değişiyor. O yüzden de kendini sevmek çok önemli diyorum. Sanırım doğduğum günden beri kendimi çok sevdim. Hala da çok seviyorum. Bir daha reenkarne olsam ki olacağız ama Cemil olmayacak, o kim olacaksa olsun umurumda değil. Ben bu Cemil’i çok sevdim. Bu Cemil’in fiziğini, düşünme tarzını sevdim. Bu Cemil’in içindeki kadını seviyorum. Bu Cemil’in içindeki erkeği seviyorum. İkisinin birbirlerine olan aşklarını, birbirlerini şımartmasını seviyorum. Bu yüzden hayatım boyunca başkalarının beni sevmesinden çok kendi kendimi sevmekten haz aldım. İnsanlar beni seviyorsa, benim kendi kendimi sevmemin yansımasını seviyorlar aslında… Çünkü siz kendinizi sevmiyorsanız kimsenin sizi sevmesi mümkün değil. Siz kendinizi her dakika yargılıyorsanız insanlar da sizi her dakika yargılayacaklardır. Siz kendinizden utanıyorsanız insanlar da sizden utanacaktır. Beni beğenmeyen için ben eğri bir dal olabilirim ama doğadaki bütün dallar düz değil ki?
Sinan: Söyledikleriniz 2011 Türkiye’si için kolay anlaşılabilir şeyler. Ama siz bunları daha 70’lerde söylemeye, yaşamaya başladınız. Aslında 70’lerden itibaren kişisel devrimlerinizi yapa yapa geldiniz ve bu Türkiye’deki pek çok algının da değişmesine yardımcı oldu…
Cemil İpekçi: Tabii…
Sinan: Bu cesareti tetikleyen şeyi az çok anlayabiliyorum ama bu devrimlerin de bir bedeli olmalı?
Cemil İpekçi: Olmaz olur mu? Ülkeye döndüğüm zamanı hatırlıyorum. Mevsim yazdı… Hiç unutmuyorum, kanarya sarısı bir salopet giymiştim. Ama çıplak vücuduma giymiştim, öyle giyiyordum çünkü… Ayağımda 15 santimlik mantarlı sabolar vardı. Saçım belime kadar, kulağımda koca tüy küpe ve gözlerim makyajlı. Gelip pasaportumu verdim, polis benimle İngilizce konuşuyor. Ay ben Türkçe konuşuyorum, adam benimle İngilizce konuşuyor ısrarla. Mars’tan gelmişim gibi bakıyor. Sadece polis değil, herkes bakıyor… Sanki bir uçan daire inmiş gibi. Babam karşılamıştı beni, sordum: “Baba niye bakıyor herkes böyle?” diye… “Sen evden çıkarken bir aynaya baktın mı evladım?” dedi… (Kahkahalar) Tarabya Otelinde kalırdık o zamanlar mesela… Otelden plaja geçişimde trafik duruyordu! Çünkü ilk kez tanga görüyorlardı. Sene 71! Bir tek önü var tanganın, arkası ip! Yani hiçbir zaman insanlar bunları yadırgar mı yadırgamaz mı diye düşünmedim. “Ben böyle istiyorum” dedim ve ne istiyorsam onu yaptım. Tabii ki bunlardan dolayı “i.ne” dendi, “yumuşak” dendi. Gazeteler yazdı bunları. Nefret edenler oldu. Bütün bunlar hiçbir zaman üzmedi beni…
Sinan: Hiç mi öfkelenmediniz?
Cemil İpekçi: Hiç etkilenmedim! Sokakta binlerce köpek havlıyor, her köpeğin havlamasına ses veremem! (Kahkahalar) Sokakta köpekler havlıyor, kediler miyavlıyor diye oturup düşünmeye kalkarsam evimde rahat oturamam. Onlar havlıyor diye de hayat tarzımı değiştiremem.
Sinan: Tabii siz oldukça korunaklıydınız aslında. Sizi her halinizle kucaklayan bir aileniz vardı. Çok şanslıydınız bu anlamıyla…
Cemil İpekçi: Elbette! Çok ender anne ve babaya sahip bir insanım. Bundan çok büyük bir güç buluyorsunuz. 19 yaşında ilk kez bir erkekle birlikte olduğumda bunu hemen o gün babamla paylaşmak istedim. Konuşmaya giderken küçük valizimi de hazırladım ama… Yani evden gitmeye, kovulmaya hazırdım. “Sizinle önemli bir şey konuşacağım” dedim. “Nedir?” dedi. “Bir erkekle beraber oldum” dedim. Babam baktı ve sadece tek bir soru sordu: “Nasıl hissettin?”…
Ulvi: Siz ne yanıt verdiniz?
Cemil İpekçi: “Galiba kendimi buldum baba” dedim… Babam “beni dört duvar arasında ne yaptığın değil hayatta ne yaptığın ilgilendiriyor evladım” dedi ve anneme dönüp “kalk, kalk! Bu da önemli bir şey söyleyecek zannettim” dedi…
Sinan: Vaaaaaaaayyyy!
Cemil İpekçi: Vefat edene kadar gözümün sürmesini hep babam aldı. Annem de keza hep yanımda oldu. Böyle bir çocuk, annesi ve babası bu kadar yanında hissettiren bir çocuksan eğer, sen de böyle bir karakterdeysen üstelik zaten çok güçlü oluyorsun… Gücün oradan geliyor… Elbette ben pek çok konuda birçok insandan 5-0 önde olduğumun bilincindeyim. İpekçi olarak doğmanın, fakir doğmamanın, çok büyük maddi imkânlar içerisinde doğmanın, böyle bir anne ve babanın çocuğu olmanın 5-0 durumu vardı… Bütün bu şartlar oluşmasaydı da ben varoşta ya da doğuda başka bir ailenin çocuğu olarak doğsaydım ne olurdu? Herhalde evden kaçar transseksüel olurdum. Yine kaçardım ama… Orada yaşayamazdım ama bu kadar artılarım olabilir miydi? Çünkü eğitimim için babam para ödedi. Çocukluğumdan beri kitaplarımı babam aldı. “Hayat sana çok kolay” dedikleri zaman tabii ki haksız değil insanlar. Hayata kendi başıma başlayana kadar, bana o kadar büyük kolaylıklar sağlanmıştı ki zaten… Bu yüzden de farklı olanları yargılamıyorum. Farklı yaşayanlar, saklayarak, saklanarak yaşayanlar, bundan ızdırap duyanlar var… Onları yargılamıyorum. Şartlar çok önemli çünkü… Böyle bir şansla doğmuşum, bu benim şansım…
“orhan gazi’den itibaren bütün padişah anaları 500 yıldır dönme. osmanlı’da orta asya türk kanından eser mi kalır yahu?”
Sinan: Gerçi burada da gayet iyi yaşıyorsunuz ama yurt dışında harikulade bir hayat da sürdürebilirdiniz. Hiç bir risk almadan, hiç bir bedel ödemek zorunda kalmadan?
Cemil İpekçi: Toplamda 17 yıl yurtdışındaydım zaten…
Sinan: Döndünüz ama? Neden?
Cemil İpekçi: 6 sene Belçika’da kaldım. Sonra 78’de kuzenimi ziyaret için 15 günlüğüne Nice’e gittim ama 6 sene de orada kaldım. Gittim hemen oturma müsaadelerimi aldım, bir butik açtım, ev tuttum falan… Sonra 2 sene Münih’te, 1-2 sene kadar Paris’te, 2 sene kadar da Londra’da yaşadım. Ama size bir şey söyleyeyim; Türk olmasaydım da (gerçi Türklüğümüz tartışılır hepimizin) Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olmasaydım da yine bu topraklarda yaşardım. Osmanlı’nın politik tarihiyle iftihar etmiyorum ama Osmanlı denilen hanedanın fethettiği topraklarla yaptığı sentezden, kültür sentezinden çok etkileniyorum çünkü… Bütün topraklardan parçaları toplayıp hepsini öyle bir harmanlamış ki, zannediyorum Avrupalı da olsaydım Anadolu çok bağlardı beni kendisine… Binlerce yıllık medeniyetlerin geliştiği bir coğrafya burası! Bütün o medeniyetlerin esintileri kalmış bu topraklarda. Yine burayı seçerdim yani… Bir yabancı olsaydım yine İstanbul’da yaşardım. İstanbul bir kadın! Öyle bir kadın ki herkesi kendine aşık edebiliyor. Eşcinsel olsanız bile aşık olmamanız mümkün değil o kadına… Ne kadar uğraşırsanız uğraşın, onu harap etmeniz mümkün değil. Bir kez kucakladı mı sizi öyle kolayca kopamıyorsunuz. Dünyanın hiçbir şehri İstanbul’un verdiği lezzeti, hazzı vermedi bana…
Sinan: Satır arasında riskli bir ifade kullandınız.?
Cemil İpekçi: Nedir o?
Sinan: “Osmanlı’nın tarihiyle çok övünmüyorum ama” diye başlayan bir cümle kurdunuz… Çok önemli bir vurgu bu bence…
Cemil İpekçi: Osmanlı tarihi o kadar yanlış öğretiliyor ki! Yani Osmanlı İmparatorluğu’nun Tudor Hanedanından ya da Medici’lerden ne farkı var? Biz Osmanlı’yı kutsallaştırıyoruz. Neredeyse din ile bir tutuyoruz. Her padişahı tövbe yarabbi peygamber gibi görmek, göstermek istiyoruz. Sultanları sultan gibi göstermek istiyoruz. Hayır efendim, gerçek hiç de öyle değil! Kaldı ki, Orhan Gazi ’den itibaren Türk kanı bile kalmamış… Her bir anne farklı bir ırktan olursa, 500 sene sonra genetik olarak artık sizde Orta Asya Türk kanı kalabilir mi Allah aşkına? Mümkün değil! Şimdi biz bunları daha yeni yeni konuşabilmeye, öğrenmeye başlıyoruz. Ama ben çok erken yaşlarda, babamın verdiği kitaplar sayesinde öğrenmiştim. Osmanlı’da, mesela babaannemin evinde Türkçe konuşmak yasaktı. Osmanlı-Selanikli bir aile… “Türkçeyi köylüler konuşur” denirdi. O yüzden hepimiz Fransızca konuşurduk. Son yıllara kadar annemle Türkçe kavga edemedim inanır mısın? Fransızca kavga ettim. Hala kavga ederken Fransızca ediyorum, hala Fransızca düşünebiliyorum. Sarayda da böyleydi. Son dönemlere kadar Türkçe çok az kullanılmış. Daha çok Fransızca, İtalyanca, en son dönemde de Almanca, hatta Rusça kullanılmış. Şimdi bunları söylediğinde Osmanlı’ya hakaret ediliyormuş sanılıyor ama gerçek bu… Osmanlı tarihinde de birçok katliamlar var. Çocuklarını öldürmeleri var, aldatmalar var. Padişahlar da çok sefahatler sürmüş… Rakılar da içmişler, şaraplarda içmişler, hepsini yapmışlar yani… Ben zaten kralların ve padişahların peygamberleştirilmesini anlamıyorum! İmparatorluğun kültür kısmı beni ilgilendiriyor, politik kısmıyla ilgilenmiyorum. Kültür kısmında muazzam bir güzellik meydana çıkmış çünkü… Müthiş bir kültürel harman… Türk kahvesi dediğimiz kahve bile Türk kahvesi değil, İran kahvesi! İran’ı aldıktan sonra girmiş o kahve… Ama İran tarzı değil, daha bir sulu olarak, bizim tarzımızda pişmiş… Yaprak sarması! Kendimizi ikiye ayırsak bizlere ait değil! Yunanlılara da ait değil… Ege bölgesinde Karya döneminde, Baküs bayramında yenilen bereket yemeklerinden bir tanesi ki bizde bu Hıdrellez’e tekabül ediyor… 6 Mayıs gecesinde, Hıdrellez’de muhakkak bir zeytinyağlı yapılır. Yaprak sarması, kuzu yenir. Pirinç berekettir mesela, o yüzden pirinç yenir. “7 ot salatası” yenir. Aynı yemek Baküs bayramında da var, yani bize ta oradan kalkıp gelmiş… Baklavaların, böreklerin bizle alakası yok! Orta Asya’da o dönemlerde kim baklava yapıyor Allah aşkına? Araplara mahsus bir tatlı bu… Lokum keza öyle… Türklere ait tek şey kımız, pastırma… “Bastırma”dan pastırma… İşte aşure var bir de… Anlatabiliyor muyum? Biz her şeyi Türklüğün içine sığıştırmaya bakıyoruz. Oysa Osmanlı’da böyle bir dert, çaba yok…Belki bu yüzden seviyorum Osmanlı’yı…
Sinan: Emperyal bir zenginlik ve çeşitlilik Osmanlı’nınki…
Cemil İpekçi: Her şeyi almış! Bugün maalesef yenmiyor Türkiye’de ama sarayda, bu “Muhteşem Yüzyıl”ı seyrederken çok gülüyorum, mesela bıldırcın istiyor Hürrem Sultan! Bıldırcın değil esasında o. Güvercin! Çünkü esasında yenen ballı güvercin… Pilav üzerinde ballı güvercin… Fransızlara ait bir yemek… O zaman alınmış Fransız köle ve cariyelerin ve işte gelen elçilerin öğrettiği bir yemek. Biz onu filmde kalkıp bıldırcın yaptık! Bıldırcın mıldırcın değil o, güvercin! Saray mutfağında Fransız etkisi çok fazla… Bütün Louis dönemleri, özellikle de 16. Louis dönemi çok etkili. Yufkanın içinde dondurma, fırına verilip üstüne nar şerbeti dökülür… Frambuaz şerbeti… Tamamen bir Fransız delicates tatlısı ve aynısı Osmanlı reçetesinde de var sarayda… Çünkü saraya gelen her yabancı kadın, her yabancı cariye, köle 7-8 yaşında gelmemiş ki? 13’ünde, 15’inde gelen var… E bunlar geldiklerinde tabii “ben de şu yemeği bir deneyeyim” diyorlar… Giriyorlar mutfağa aşçı yamağı oluyorlar… Ya da terziler var mesela… Benim bir koleksiyonum var, henüz yapmadım. “African-Ottoman” adıyla yapacağım o koleksiyonu… 17. yüzyılda Fatih’le beraber zenciler girmeye başlıyor. Mesela Orhan Gazi zamanında siyahîler yok. Sonraları Sudanlı siyahî harem ağaları ve kadınlar girmeye başlıyor… Tabii o alınan kadınlar ve erkekler de kendi baş bağlama tarzlarını devam ettiriyorlar ve bundan etkilenen sultanlar da var… O büyük altın bilezikler, gerdanlıklar, büyük küpeler, türban tarzları falan oradan etkilenerek aldıkları şeyler… Bir siyahî Afrika etkisi başlıyor, özellikle de Sudan etkisi… Bunlar çok önemli etkileşimler. Her gittikleri yerden, her gelenden bir etki, bir esinti alıyor. Hele saray memba olduğu için bunun en güzel sentezini oluşturuyor. Yemekte, sanatta… Heykel yok mesela ama resim…
Sinan: Minyatür var?
Ulvi: Resim de var… Sarayda var bir biçimde…
Cemil İpekçi: Evet resim, Fatih öncesinden beri var. Hatta o kadar ilginç ki, Levni’nin hayatını incelerseniz göreceksiniz. Levni kitabı kapalı duruyor kütüphanede. Kapalı olursa günah değil, açtığın zaman günah… Açıp bakıp kapatıyorsunuz… Açıktaki resim günah, kapalısı sorun olmuyor. O döneme ilişkin en büyük minyatürleri, belgeleri Levni’den alıyoruz. Kostüm tarihini de Levni’den öğreniyoruz.
Ulvi: Surname’lerden…
Cemil İpekçi: Evet, bütün yazılarından alıyoruz. Çok önemli.
Sinan: Cumhuriyetin tek tipleştirme anlayışı, bu muhteşem zenginliğin büyük ölçüde çoraklaştığı bir iklim yaratmadı mı sizce?
Cemil İpekçi: Ben şöyle bakıyorum konuya. Osmanlı dönemindeki demokrasiyi, laikliği maalesef Cumhuriyet kurulduktan koruyup sürdürememişiz. Şu anda hiç laik de değiliz demokrat da değiliz. Osmanlı döneminde bu topraklarda yaşayan Hıristiyanlara, Musevilere, Ermenilere gösterilen kabulün çok uzağındayız. Padişah tarafından korunuyorlardı, kendi mahkemeleri vardı, bayramları kutlanıyordu. Demokrasiye geçtikten sonra muazzam bir ırkçılığa yöneldi devlet. Muazzam! Bunda zannediyorum devletin adına Türk denmesinin de etkisi var. Çünkü Osmanlı hepsini kapsayan bir şeydi. Türkiye Cumhuriyeti dediğinizde, Türk bir ırka mahsus bir isim. Bakın Amerika’da herkes Amerikalıyım diyor. Amerika bir kıtanın ismi… Amerika’da yaşadığım için Amerikalıyım diyor aslına bakarsanız. Peki ya Türk’üm dediğinizde? Bu kadar milletten, Çerkez’i, Abaza’sı, Kürt’ü, Ermeni’si, dönmesi devşirmesi için “Türk’üm” demek çok zor geliyor. Bir etnik grubun ismini kalkıp Cumhuriyetin ismi olarak koymuşlar. Bugün bu yüzden bütün bu sorunları yaşıyoruz. Hep söylerim, keşke Mustafa Kemal Atatürk Osmanlı Cumhuriyeti deseydi bu devletin adına. Böyle olsaydı bence bu Kürt sorununu bile yaşamayacaktık. Eski imparatorluklara bakın… Fransız İmparatorluğu Fransız Cumhuriyeti olmuş. Alman İmparatorluğu Alman Cumhuriyeti olmuş. Biz de çok rahat Osmanlı Cumhuriyeti olabilirdik. Osmanlı Cumhuriyeti adı benimsenseydi zannediyorum dünyaya karşı da çok farklı duracaktık. Bunu birçok yerde hissedebiliyorum. Mesela Kudüs’te çok hissettim bunu… Kudüs’ü gezerken Müslüman kısmına geçtim. Yanımda iki Yahudi arkadaşım da var. Tabii onlar Yahudi oldukları için, çok ters davranışlarla karşılaştılar Kudüs’ün Müslüman kesiminde. Bir yerde kahve içmek için oturduk. Servisi yapan adam nerelisiniz diye sordu. “Osmanlıyım” dedim. Biliyor musunuz, o dakikadan itibaren kalkana kadar bana “Efendi” diye hitap ettiler, servisi yaparken geri geri çekilerek yaptılar. Benzer şeyleri Lübnan’da da Fransa’da da gördüm. Osmanlı olduğunuzu söylediğinizde size olan hayranlıkları, duruşları farklılaşıyor. Fakat Türk dediğinde kendisinin kötü bir kopyası olarak görüyor, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşına “benim kötü bir kopyamsın” diye bakıyor mesela Fransız. Onun için yurtdışına gittiğimde, blue-jean bile giysem şalvar modelidir. Şalvarımı giyerek gezerim. Mesela Nice’te yaşarken rahmetli Grace Kelly kendi adının verildiği bir müzik salonu açmıştı. Açılışta bizim bir piyanistimizin resitali de vardı. Ben de protokol davetlisiydim ve ön sıranın bir arkasında oturuyorum. En önde rahmetli Grace Kelliy, Prenses Caroline ve Stephanie de oturuyor. Geceye siyah şalvarım, siyah pelerinim, uzun siyah çizmelerim ve üstümde de mareşal gibi eskilerle işlenmiş ceketimle katıldım. Hiç unutmuyorum, hepsi dönüp baktılar ve “Mösyö nerelisiniz?” diye soranlara “Osmanlıyım” cevabını verdim verdiğimde bana hayranlıkla baktıklarını gördüm. Siz Türk olduğunuzu hele ki o batı kılığında söylediğinizde sizi o kadar aşağılık görüyorlar ki… Çünkü kötü bir kopyayız ve kimse o kötü kopyaya saygı duymuyor. Ben de bir Hintliyi Amerikalı kılığında gördüğümde saygı duymuyorum. Ama karşımda Hintli gibi bir Hintli gördüğümde çok saygı duyuyorum.
Sinan: Ama Türkiye son birkaç yüzyılını, özellikle de Cumhuriyet dönemini büyük bir batılılaşma çabasıyla geçirdi?
Cemil İpekçi: Çok büyük bir yanlış bu! Bence Atatürk’ü yanlış anlamaktır bu…
“o zavallıyı cihangirde gördüm astragan kalpağı, kırmızı atkısıyla. farkedilmek için çırpınıyordu. bunlar farkedilmek için saldırırlar hep…”
Sinan: Siz de batıyı yaşamış ama yüzünüzü doğuya doğru dönmüş bir insansınız. Ama oryantalist değilsiniz?
Cemil İpekçi: Aaa, kim demiş? Çok oryantalistim! Hem de çok!
Sinan: E hadi biraz o konuyu deşelim…
Cemil İpekçi: Bence en önemli şey, öncelikle oryantalizmin ne olduğunu tanımlamak… Batı kültürünü iyi biliyorsanız ve evrensel kültürü de iyi biliyorsanız, “Orient”a o gözle bakıp; bir de orada yaşayıp, onu hazmedip, ondan bir şeyler çıkartabiliyorsanız oryantalist olabilirsiniz… Osman Hamdi oryantalist bir ressam değildi mesela. Ama bir sürü Fransız oryantalist ressam var. Eğer siz dışarıyı hiç bilmiyorsanız ve o kültürü benimsememişseniz de oryantalist olamazsınız. Oryantalistolmanız için hakikaten dünya kültürünün, batı kültürünün içinde yaşamış yoğrulmuş olmanız ve o dünya kültürüyle buraya, doğuya bakmak gerekir. Ben çok oryantalist olduğumu düşünüyorum. Çok alaturka olduğumu düşünüyorum. Çünkü alaturka olabilmek çok önemli bir şeydir. Ben hiç “a la Frenk” olmadım ama son derece alaturkayımdır. Örfümde, adetimde, yemeğimde, tabağımda, elimle yememde hep alaturkayımdır. Hala isterse en büyük davet olsun beni ilgilendirmez. Salatamı da elimle alır yerim, tavuğumu da elimle alır yerim. Sonrasında peçeteme siliş şeklim de farklıdır. Batılı olmayı hiçbir zaman kabul etmedim. Çünkü batılı değilim! Yani 500 sene önce büyük büyük babam İspanya’dan gelmiş ama üzerinden 500 sene, 700 sene geçmiş… Nasıl batılı olabilirim, batılı kalabilirim hala? Ha, batıyı hissedebilirim ama batılı değilim ben! Onlar gibi olmak mecburiyetinde hiç değilim!
Sinan: Atalarınızın 500 yıl önce İspanya’dan geldiğini söyleyince ister istemez ailenizle ilgili “sabetaycılık” iddialarına girmek durumundayım.
Cemil İpekçi: Sabetaycı değilim! Sabetay Sevi ’nin torunuyum… Sabetaycı olmak, Sabetayist olmak çok ayrı bir şey… Sabetayizm mezhep gibi, tarikat gibi bir şey. Ama benim ailem; ben, babam, büyük babam, büyük babamın babası… Herhalde 5. nesildir ki bu, 200-250 yıldır Sabetayist olmadığımızı biliyorum. Ha, ama çok mu Müslümanız? Hayır çok Müslüman da değiliz. Zaten Sabetay Sevi de İslam dinini kabul ettiğinde Bektaşi olmuş. Sünni- Hanefi terbiyesiyle değil de Bektaşi terbiyesiyle yoğrulduk. Annem hem anne tarafından hem de baba tarafından koyu Bektaşi bir ailenin çocuğu olduğu için de ben doğrudan Bektaşi kültürüyle yetişme şansını buldum. O yüzden Sabetaycı olmadığım da, Sünni ve Hanefiolmadığım da kesin.
Sinan: Buna açıklık getirmek istedim, çünkü biliyorsunuz Yalçın Küçük çok uğraştı bu konularla…
Cemil İpekçi: O zavallı her şeyi birbirine karıştırmış, yalan yanlış çarpıtmış. Babam mesela Kabataş Liselidir, babamı Galatasaray Liseli yapıvermiş. Doktordu, mühendis yapıvermiş. Anneannem 4 kız, 1 erkek kardeştir, anneannemi 1 kız-1 erkek kardeş yapmış. Anneciğim zavallı, hayatında Selanik ile en küçük bir ilgisi olmayan, Safranbolu- Erzincan- Bağdat karışımı bir kadıncağızdı. Annemi bile Sabetayist yapmış. Leyla teyzemin annesi Polonyalı, babası Safranbolu’lu. Onu da Sabetayist yapıvermiş. Yani maşallah, onun Sabetayist yapmadığı kimse kalmamış! Herkesi, İnönü’nün hanımını bile… Onu nereden yaptı hiç anlamıyorum mesela… Cumhuriyet döneminde bu memlekete kim fayda getirmiş, medeniyet getirmişse onun için Sabetayist olmuş. Ama tabii bu bir açıklama da getiriyor aslında… Onun Sabetayizmle suçladığı bunca insan, memlekete bu kadar faydalı insanlar olduklarına göre, demek kendisi o kadar faydasız bir yerden geliyormuş ki kompleks yapmış! Bunu ancak kompleksli bir insan yapabilir çünkü. Selanik’lilikle, Sabetayizmle en küçük bir alakası olmayan kişileri Sabetaycı yapmış. Araştırmıyorum ama Sabetaycı insan kaldıysa belki 50, belki 100 kişi kaldıysa kalmıştır… De ki 1-2 aile vardır eğer hala varsa… Benim de “olabilir” diyebileceğim 1-2 aile belki hala sürdürüyorlardır örf ve adetlerini… Ama geri kalanı zaten yok olmuş gitmiş… Daha babamın döneminde “yabancı” dediğimiz insanlarla evlilik başlamış. 4-5 yüzyıl hep kendi aralarında evlenmişler ama babamın jenerasyonuyla artık “yabancı” denilen Samsunlu, Ankaralı, İstanbullu, Adanalı kadınlarla evlenmeye başlanılmış… Kadınlar da “yabancı” kocalar almışlar. Asimile bile olmamışlar yani, kendi kendilerini yok etmişler bir anlamda… Sabetaycılık denilen şey çökmüş, bitmiş kendiliğinden zaten… Tarihte var evet, incelerseniz ne Yahudi ne de Müslüman olan bir tarikat. İkisinin arasında bir şey… Alevilik ve Bektaşiliğin de Müslümanlıkla, Müslümanlığın Sünni-Hanefi yorumuyla ne kadar alakası var? Baktığınız zaman Kuran’a uymaz mesela. Bu da öyle, Kuran’a uymayan çok başka bir tarikat gibi düşünülebilir… Eh tarikatları saymaya kalksak binlercesi var. Ayrım yapmaya kalkarsanız, “Dönme” denilen kavramı deşmeye kalkarsanız işin ucunu bulamazsınız zaten… Hani şu Muhteşem Yüzyıl’da Parga’lı İbrahim ne güzel söylüyor: “Dönmek nedir ki?” diye başlayan replikte. Yani ona bakarsanız bütün bir saray dönme zaten. Padişah anaları dönme. Dönme olmayan var mı bu ülkede? Doğu’da, Güneydoğu’da köylerin hadi dörtte üçü demeyeyim ama en az yarısı zorla Ermeni’likten Müslümanlığa çevrilmemiş mi? Karadeniz mesela? En son Müslüman olan bölgedir. Büyük kayıplar verdikten sonra Müslüman oldular. Hepsi Rum, Pontus… Çerkezler mesela, aslen hristiyandırlar. Geldikten sonra Müslüman oldular. Bir arkadaşım depresyona girdi mesela bu mevzu yüzünden. Gayet koyu Müslüman bir aile, anne Gürcü, baba Çerkez… Annenin başı örtülü falan… Çok merak etti ailesinin köklerini, Gürcistan’a gitti, buldu köklerini… Dedesinin kardeşlerini falan buldu… Baktı Hıristiyanlar! Ne Türk ne Müslüman… Gürcü ve Hıristiyan! Bunalıma girdi! (Kahkahalar) Yani “dönmelik” diye bir şey varsa, herkes dönme! Hz. Muhammed efendimiz de Müslüman bir ailede doğmadı ki? Sara, Fatma Anamız mesela… Yahudi bir tüccar kadın, sonradan Müslüman olmuş. Dönmeyen yok ki oturup bunun tartışmasını yapalım, kim döndü, kim dönmedi, kim yarıda kaldı, kim ortada kaldı, kim dönerken ıslık çaldı diye…
Sinan: Dönmelik ırkçı ve saldırgan bir ifade olarak kullanılıyor
Cemil İpekçi: Saldırganlık hep olacak! “Başarısız muhterisler” diye çok sevdiğim bir tabir vardır. Hayatındaki çirkinlikler, yaradılışlarındaki çirkinliklerden başka bir farkındalıkları olmayanlar için saldırmak, ısırmak çok şey fark ettirir bazı insanlara… Sokak köpeklerini fark etmezsiniz çoğu zaman. Hangisini fark edersiniz? Kudurmuşsa, saldırıyorsa fark edersiniz. Saldıranı herkes fark eder. İnsanlar için de böyledir. Kendisini fark ettiremediği için kuduran insanlar var. Bunları yazanlara bakıyorum mesela… 2 kişi var… İkisini de gördüğünüzde zaten “yahu bu nedir” diyorsunuz… Bir tanesini Cihangir’de görmüştüm mesela… Gördüğünde biraz da ne yapacağımdan çekindi… O astragan şapkası, kırmızı kaşkoluyla Cihangir kahvesinde oturuyor. Ne işin var Cihangir kahvesinde? Önüne koymuş 20 tane eski kitap, oturmuş etrafı seyrediyor. Herkesin kendisini fark etmesini istiyor. (Kahkahalar) Bu kadar fark edilmek istiyorsan indir pantalonunu, kıçını göster! Aynı şey! Farkedilirsin! Ama bunlara tarih karar verecek. Tarihte bir yerleri olmayacak. Hayat boyunca hep alay edilecekler.
Sinan: Ama belirli bir kesimi etkiliyorlar… Ülkenin bu kadar kutuplaştığı bir ortamda hele…
Cemil İpekçi: Etkiler tabii ki… Olacak, olması da gerekiyordu zaten… Bu çok doğal bir şey… 80 yıllık cumhuriyette unutmayın ki 24 saatte şalvar çıkarıp pantalon giydi insanlar… Fes çıkarıp şapka giydiler… Kadınlar birden bire başlarındaki sıkma başı çıkarıp perma yaptırıp, şapka takıp, eldiven giyip topuklu ayakkabı giydiler… Çok afedersiniz, 80 sene zor durdu! (Kahkahalar) Allah’tan Pompadour elbiselerini giymedik yani… 80 sene önce Fransa’ya gidip Fransız’a zorla fes, ferace giydirseydiniz kaç sene dururdu? Bunlar da kafasını açacaktı, tekrar öbürünü giyecekti. İnsanların adetlerini, alışkanlıklarını değiştirmesi o kadar çabuk ve kolay olmuyor. Öyle dört saatte, bir yılda olacak şeyler değil bunlar… Zaten çok demokratik bir şey de değil. Mesela bu kılık kıyafet kanununu çok anti demokratik buluyorum ben. Baktığınızda bir Mao Çin’inde olmuş bu kanun bir de Türkiye’de. Dünyanın hiçbir yerinde kılık-kıyafet kanunu diye bir şey yok. Nasıl istiyorsak öyle giyinebilmek dünyadaki en tabii hakkımız. Ben yarın Budist olabilirim, portakal rengi giyebilirim. Beni giysimle, inancımla yargılaman kadar anti laik, faşist bir olgu daha olamaz. Faşizmi tasvir etmek istiyorsanız, aynı Hitler Almanya’sı gibi biliyorsunuz… Ari ırk diyecek, mavi göz olacak, Alman olacaksınız… Burada da işte kostümlerle oluyor bu işler. Pantolon giyeceksin, kravat takacaksın, başın açık olacak… Niye? Çağdaş ve demokrat olabilmek için! Böylesine faşist bir kavram olabilir mi? Atatürk’ün bu devrimleri yaptığı dönem ve şartlarda bunlar doğru görülebilir ama doğrular da dönemlere göre doğru veya yanlıştır. 100 yıl öncesinin doğrusu, 100 yıl sonra doğru kalmayabilir. 20’li yaşlardayken sola falan meraklıydık. Babam 14 yaşındayken Nazım Hikmet’i okutuyordu bana. Orhan Veli’yi okuyorum, bir yandan da bana Marx’ı Lenin’i anlatıyor. Sol tandanslıyız o dönemlerde… Ama ne oldu sonra? Sol bizle öyle çok öpüşecek bir şey değildi çünkü… Osmanlı topraklarında yaşamış insanların solu olamaz… Nasıl ki Fransızlar hiçbir zaman solcu olamayacaklarsa, Osmanlı topraklarında yaşayanların da solu olamaz. 79’da Mitterand geldiğinde Fransa’daydım. Sol geldi diye bayram ediyorlar. Akşam Nice’te, Cannes’da çadırlar kuruldu. Şampanya ve havyarla solun gelişi kutlandı! Fransız’ın solu da ancak şampanya ve havyarla olur! Fransa bir Rusya olmaz anlatabiliyor muyum? Onun için bu Osmanlı topraklarında solla öpüşülemez. Solla öpüşülebilecek yerler var, öpüşülemeyecek yerler var. Rusya ile öpüştü işte! Ne kadar öpüşebildi tartışılır. Birkaç büyük şehir dışında geri kalan her yer Sibirya zaten. Komünizm yaşanır yani orada, hiçbir şeyleri yoktu ki? Ama bakın, Rusya bile dayanamadı yani… Sosyal adalet diye bir şey var, buna inanıyorum ama komünizm son derece anti demokratik bir şey, son derece insana aykırı bir şey… İnsanlar eşit doğmaz çünkü… İnsanlar eşit doğmaz ama kanunlar karşısında, devlet karşısında eşit olabilirler. Hatta aynı kanunları eşit olarak uyguladığınızda bile insanların hayatları eşit olamıyor. Ne zekâ olarak, ne fizik olarak, ne yetenek olarak eşit doğmuyor ki insanlar? Ancak eşit kanuni hakları olabilir… Herkese okuma hakkı verirsiniz mesela ama herkese okuma mecburiyeti koyamazsınız. Bakın İpekçi’lerin oğlu olarak ben Akademi’yi bitirdi. Ama aynı İpekçi’lerin oğlu olan erkek kardeşim 10. Sınıfta okulu bırakıp ticarete başladı. Aynı anne babanın dölünden, aynı ekonomik şartlardan, aynı kültürel ortamdan olan 2 kardeş bile farklıyız… Herkes aynı şekilde değerlendirilemez çünkü… Herkesin yeteneği, ilgi alanı, yönelimi aynı değil. Doğadaki adalet bile farklı. Aynı hakları sunun ama o hakları kullanma biçimi bile farklı.
“canım bir gün bıyığımın altında göğüs görmek isteyebilir, göğüs yaptırırım. canım ister çırağan’da şahane bir kadınla evlenirim”
Sinan: Kadın giysileriyle, kadın modasıyla ilgili bir insansınız. Dinin ve ideolojilerin özellikle kadın bedeni üzerinden bir kapışma yaşamasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Örneğin Müslüman bir erkek o kafa yapısıyla Meclis’e ve istediği her ortama girebilirken, Müslüman bir kadının sadece giysisi nedeniyle kısıtlanmasını nasıl yorumluyorsunuz?
Cemil İpekçi: Ben bir kadının örtünmek istemesini çok doğal buluyorum. Başını bağlayan bir kadına yapılan haksızlığı kabul edemiyorum. İnanmasına, Müslüman olmasına da gerek yok, başını bağlamak istiyorsa, bağlayabilir…
Sinan: Tartışmalar niçin hep kadın üzerinden yürütülüyor?
Cemil İpekçi: Kadın üzerinden, ama hep ve her zaman kadın üzerinden! Demokrat Parti zamanında da kadın üzerinden değil miydi? 11 yaşındaydım Adnan Menderes asıldığında. O dönemde de hangi kadın Monica Vitti gibiyse, hangi kadın seksiyse, çok dekolteyse o sınıf iş bulabiliyordu… Hangi sekreter en Bridget Bardot havasındaysa o alınıyordu işe. Orada da kadından prim yapıldı, bugün de kadından prim yapılıyor. Bunun biraz da kadınların aptallığından kaynaklandığını düşünüyorum. Kadınlar, kadın haklarını bu kadar savunurken aslında hem açık hem de kapalı kadının kullanılmakta olduğunun farkına varabilseler ve birleşip erkeklere karşı çıkarak “hayır kardeşim, artık beni kullanamazsın” diyebilseler… Bu aralar “başörtülü aday yoksa oy da yok” diye bir kampanya yürüttüler mesela. Bence bütün kadınlar birleşip, “300 kadın yoksa oy da yok” demeli, Türkiye’deki tek bir kadın bile oy vermemeliydi yeterli kadın aday göstermeyen partilere…
Sinan: İster başı açık, ister kapalı olsun… Öncelikle kadın olsun!
Cemil İpekçi: Başı açık ya da kapalı… Ama temel sorunları aynı! Ben kadınları anlamıyorum, tıpkı Alevi’leri anlamadığım gibi… Hem bu kadar büyük bir topluluk olup hem bu kadar kullanılmış, bu kadar yok olmuş bir topluluk olmak anlaşılır gibi değil! Cem evleri bile kabul edilmemiş! Bir araya gelip bir parti kursalardı 350-400 milletvekilleri olurdu. Laiklik ilkesi de, anayasa da her şey de ona göre olurdu. Yapmadığımız şeylerden şikayet etmeyi seven bir milletiz biz. O yüzden artık ideolojileri de safsata buluyorum. En son Ekim ayında böyle bir geldiler bana! Olur benim böyle gelme senelerim. Kesin büyük değişimler geçiriyorum yine. Niye daha önce seyretmemişim bilmiyorum ama The Tudors’un, Spartacus’ün tüm bölümlerini aldım. 15 günde 5’er, 6’şar oturdum seyrettim. Bir de hayatımın en önemli kitaplarından biri, “Tarih Sümer’de Başlar”, bir hanımın yazdığı kitap… Kalınca bir kitap, sıkıla sıkıla okuduğumda orada da görmüştüm ki bundan 5-6 bin yıl önce bile insanlar aynı… Sümer’de de, Spartacus’ün döneminde de, Tudor Hanedanı döneminde de, Osmanlı’da da… Biliyorsunuz, Sümerler döneminde çok tanrılı bir inanış var. Sürekli bir savaş hali. O dönemde de bir senato var, kral var, Yahudi’ler, Ermeni’ler gibi ticaretle, sanatla uğraşan kavimler var. Rumlar gibi meyhanecilik yapanlar var. Kavga, savaş bitmiyor. Diyorlar ki tanrıları dörde indirelim de kavgalar bitsin. Tanrıları dörde indiriyorlar ama kavga bitmiyor. Sonra bir karar veriyorlar, tanrıları put olmaktan çıkartıp görünmez ilan edelim, yukarıdan bize bilgi veriyorlar diyelim. İşte belirli aralıklarla çıkıp “bugün gökten şu tanrı şu haberleri gönderdi” demeye başlıyorlar. ilk vahiyler geliyor. Daha o zaman Yahudilik falan, tek tanrılı dinler yok… Bunları okuyunca fenalık geçirmeye başlıyorsunuz. İlk tanrının nasıl yaratıldığını görüyorsunuz. Bir de üstüne bu Spartacus’ü, Tudor’ları seyredince baktım, ayol ideoloji diye bir şey yok! Koltuk savaşı aynı, aşk aynı, seks açlığı aynı, ölümsüz olduğunu zannetmek aynı, canavarlık aynı… Hiiç bir şey değişmemiş çocuklar! Ay bütün ideoloji duygularım yok oldu! Şu anda ne komünistim, ne sosyalistim, ne kapitalistim, ne radikalim, ne oyum ne buyum! Hiçbir şey yok! Var mıyım, yok muyum onu bile bilmiyorum! Yani ondan bile şüphedeyim. Hakikaten, acaba hani rüyadayken hakikati mi yaşıyorum, hakikati yaşarken aslında rüyada mıyım, ben ne kadar varım ne kadar yoğum onun bile şüphesindeyim. Hiçbir şey de yapmaya niyetim yok! Yok! İdeolojilerin hepsi safsata çünkü… Aynı eski dönemlerin safsataları gibi. Ben artık sadece canımın yapmak istediğini yapmak istiyorum.
Sinan: Eh zaten canınızın istediğini yapıyor, canınızın istediğini söylüyorsunuz. Her açıklamanız da olay yaratıyor.
Cemil İpekçi: Yaratıyor, çünkü canım ne istiyorsa onu yapıyorum. Mesela yarın birden bire canım göğüs yaptırmak isteyebilir. Bıyığımın altında bir göğüs görmek isteyebilirim… Arkasından ne bileyim hiç ummayacağınız şekilde bir kadına aşık olup Çırağan’da büyük bir düğün de yapabilirim! (Kahkahalar)
Sinan: Bıyığınızı keser misiniz mesela?
Cemil İpekçi: Bıyığımı da kesebilirim, burnumu da!
Sinan: Ciddi mi? Bıyıksız bir Cemil İpekçi?
Cemil İpekçi: Tabii bıyığımı da kesebilirim! Ama bıyığımı kestiğim zaman bir şeyler yapmam lazım. Burnumu sevmiyorum çünkü. Yakıştırmıyorum, o zaman burun ameliyatı da olmam gerekiyor. Kemerini düzleştirip biraz da dudağımı kaldırmam gerekir. Çene kemiklerimi de düzeltmem gerekir ki yüzüm ona yakışsın. Ama bu operasyonlara karar verdiğim gün bıyığımı da keserim, saç ta ektirebilirim…
Sinan: Cemil Bey, bıyık niye var Allah aşkına?
Cemil İpekçi: Bıyık niye var? Çünkü çok sinirlenmiştim! 21 yaşındaydım, bıyığım yoktu, saçlarım uzun falan. Bir sevgilim vardı o sırada “karıcığım” dedi bana! “Efendim!?” dedim… (Kahkahalar) Nereden çıktı bu “karıcığım?” “E işte karımsın” dedi. “Ben kimsenin ne karısı olabilirim ne kocası olabilirim” dedim. (Kahkahalar) Sonra düşündüm, ben öyle bir şey yapmalıyım ki, bu herifler en baştan, daha gelirken görsünler. Bunlar benim kadın olduğuma falan inanıyorlar herhalde! Çünkü kadınsı da bir güzelliğim var. Saçlarım uzun, makyaj yapıyorum. Bıyığı bıraktım ki daha kafadan gelirken görsün ki bu kadın değil… (Kahkahalar) Ya bu kadar aptal bir laf olamazdı: “Karıcığım!”… Mardin’de tuvalete giriyorum, adam gayet kibarca arkasını dönüyor. Hani bana müsaade ediyor yapmam için. Ay dedim niye arkanızı dönüyorsunuz? Aynı organ bende de var. Yani dönmenizi gerektirecek, farklı bir şey yok ki! (Kahkahalar) Kadın müsaadesi! Böyle arkanızı dönüyorsunuz falan… Ay yok! Kimsenin ne karısı ne kocası olamam ben. Çünkü ne kadınım ne de çok hakiki bir erkeğim. Kendimi böyle bir şeyle adlandırmak da istemiyorum! Ben bir insanım! Bir yaratık, bir varlık… Herhangi bir varlığım. Duygularım o gün neyi söylüyorsa onu yapıyorum. Dikkat etmem gereken doğanın temel kanunları vardır. Hiçbir canlıya, hatta sadece canlılara değil, cansızlara bile zarar vermemek… Bir kayaya bile… Mesela et yerken çok rahatsız oluyorum. Vejetaryen değilim ama çok rahatsız oluyorum. Gün geçtikçe daha çok rahatsız oluyorum. O hayvanları kestiklerini düşündükçe kendimi kötü hissediyorum. Balığı yerken, hatta otu bile yerken kötü hissediyorum. O marulları falan kopartıp yerken delirdim mi nedir, binlerce defa özür diliyorum. Sen yetiştin, ben de seni yiyorum ama eğer ben yemezsem böcekler yiyecek zaten diyorum… Kendi kendime nedenler bulmaya çalışıyorum. Çünkü zarar vermeden yaşadım hep ve böyle bir doğrum var… Ha, ama nasıl istersem giyinir, koynuma kimi istersem alırım o başka bir şey… Benim belden aşağım beni ilgilendirir. Erkekliği belden aşağıma koymam yani. Ayol orası çok makbul bir yer olsaydı orada gül çıkardı! (Kahkahalar) Erkekliğini oraya koyan insanları da hiç anlamıyorum. Erkekliğini s.çtığı yere koyuyor (Kahkahalar) ve ben erkeğim diyor! Ve orası onun erkekliğini temsil ediyor! Eğer çok makbul olsa oradan gül çıkardı kardeşim! Yani işemezdik, s.çmazdık! (Kahkahalar)
Sinan: Mecliste kadın milletvekili görmek istiyorsunuz, peki eşcinsel milletvekili görmek istiyor musunuz?
Cemil İpekçi: Tabii ki! Ama sadece bunu görmüyorum… Bunu daha geniş alalım o zaman. Ben kadın da görmek istiyorum, eşcinsel de görmek istiyorum, gayrimüslim de görmek istiyorum… Gayrimüslimin içinde Ermeni de, Rum da, Musevi de, Yezidi de istiyorum! Müslümanların içinde toplumun her kesiminden insanı da görmek istiyorum. Her şeyden önce ben şunu savunuyorum: Bu seçim de dahil olmak üzere Türkiye’de milletvekili dokunulmazlığı kalkmadan ve üniversite mezunu olmak mecburiyeti getirilmeden Türkiye hakiki anlamda çağdaş demokratik bir devlete sahip olamaz. Araba kullanmak için bile lise diplomanız olması gerekiyorsa, milleti idare etmek için ilkokul diploması yetmemeli. Bunun da bir sınıflaması olması gerekiyor… Atatürk’ün kurduğu mecliste gayrimüslim de var, radikal Müslüman da var… Hoca da var hacı da var, o da var bu da var! Her kesimi var! Böyle bir format koyamazsınız… Yok, o illaki kravatlı olacak! Hayır, olamaz böyle bir şey! Beni onun ne giydiği alakadar etmiyor ki? Millet Meclisindeki adamların ne iş yaptığı ilgilendiriyor… Bana ne kravat takmış, kostüm takmış, başına takke takmış, onu takmış… Bu son derece yanlış bir öğreti ve bugün değişmese bile 15-20 yıl sonra Türkiye bunu da aşacak… Aşacak! 15-20 sene sonra bence çok büyük bir patlama geçirebilir Türkiye… Bütün bunları aşacak… Bu topraklar aslına dönmeye başladı çünkü! Biliyorsunuz, Osmanlı’da vezirlerin, paşaların kaç tanesi Ermeni, Rum, Yahudi’ydi… Saray bunu yapmışsa, laik bir cumhuriyetin yapmaması diye bir şey olabilir mi? Türkiye Cumhuriyeti olarak şunu anlamamız gerekiyor artık: Yani sen cebine parayı koyacak, Almanya’da, Fransa’da gidip kat alacaksın, han alacaksın, şirket kuracaksın, cami yapmaya kalkacaksın, ama o gelip senin memleketinde kilise açamayacak, mal mülk alamayacak! Yok öyle yağma şekerim! Sen anca kendi kendini aldatırsın! Her şeyin bizim hakkımız olması diye bir şey yok yani… Biz görür müyüz, sanmıyorum. Ama bunları kabul eden bir dönem gelecek…
Ulvi: Kendinizi azınlık hissediyor musunuz? Azınlık deyince insanların aklına hep cinsel olarak ya da etnik olarak geliyor… Ben mental olarak soruyorum… Kendinizi mental anlamda, düşünce tarzı olarak azınlık hissediyor musunuz?
Cemil İpekçi: Hayır ben azınlık hissetmiyorum. Daha megaloman biçimde “uniqe” hissediyorum! (Kahkahalar) Azınlık olabilmem için kendi eşdeğerimde birilerini görmem lazım. Hayır, görmedim böyle birini… Şöyle kendi eşdeğerimde bir grupla beraber olsaydım azınlık olduğumuzu hissedecektim… Haaa, azınlık olan bir aileye mensubum ama kendimi hiç azınlık hissetmiyorum. Azınlık hissettiğiniz dakika zaten bir tarikat olur. Mesela ben gay kulüp de sevmem hiç! Çok tuhaf bulurum. Sırf gaylerin gittiği bir kulübe gittiğimde kendimi temerküz kampına atılmış Yahudiler gibi hissediyorum. Var ya öyle “biz bizeyiz, kimseler yok, mutluyuz”… Azınlık duygusu o işte. Hayır, hiç öyle hissetmiyorum. Benim kirpiğimi boyamamdan, topuklu giymemden rahatsız olabilirsin. Bir ödül töreninde, bir toplantıda sevgilimin yanımda olmasından rahatsız olabilirsin. Ne alakası var? Ben senin yanımda olmandan çok mu mutluyum sanki? Ben seni nasıl kabul ediyorsam sen de beni kabul etmek mecburiyetindesin. Bir kadınsın ve yanında gudubet bir herif var mesela… Benim çok mu hoşuma gidiyor senin gudubet kocanı görmek! (Kahkahalar) Seni çok mu seviyorum yani? Ben seni çekiyorsam sen de beni çekeceksin!
Sinan: Az önce “Türkiye aslına doğru dönüyor” dediniz. Kimisi için bu endişe verici bir şey ama?
Cemil İpekçi: Bence asıl endişe vermesi gerekenler o endişeli insanlar! Maalesef böyle zavallılardan oluşan bir grubumuz var! Bunların Atatürkçülüğü de tuhaf. Ben hep dua ediyorum, Allah’ım ne olursun son bir mucizeni göster! Hz. Musa’yı, Hz. İsa’yı, Hz. Muhammed efendimizi, Atatürk’ü, hepsini gerisin geriye yolla! Herhalde Hz. İsa’nın ilk işi Vatikan’ı yerle bir etmek olurdu. Hz. Muhammed efendimiz herhalde önce bu sözde Müslümanım diyenleri yok ederdi. Atatürk inse Atatürkçülerin çoğunu yok ederdi herhalde! Çünkü bir sürü insan onların arkasına sığınıp öylesine rant elde edip, onları o kadar yanlış temsil ediyorlar ki! O yüzden çok zavallı buluyorum onları.
Sinan: Tedirginlik duyuyor musunuz?
Cemil İpekçi: Hayır hiç duymuyorum! Hiç! Tehdit bile var biliyorsunuz… Evrende ne çağırırsanız o olur… Kader demeyeyim ama evrim teorisine göre doğduğunuz anda bazı ana başlıklar var, belli bir gün öleceğiz hepimiz. Hiç istemiyorum ama öleceğiz… Ölüm nedeniniz bir tuğla olabilir, su içerken boğazınıza kaçmış bir damla olabilir, kanser olabilir, araba kazası olabilir… Ya da birisi sizi öldürmüş olabilir? Yani Azrail denilen o canavar bir şekilde çıkacak karşına! Ben korkularla yaşayamam!
Sinan: Mardin de ne oldu?
Cemil İpekçi: Mardin’de o defile sırasında… Tuhaf olan şu, onlar Mardinli değildi! 100 kişiydiler işte… Protesto ettiler “Camide defile yapılmaz” diye… Hâlbuki biliyorsun, orası Camii de değil aslında… Medresenin yanında bir camii var ama defile medresede! Orada diziler çekilmiş oysa… Elimizde kasetler var, rakılı sofralar, dansözler oynatılmış falan. Hiç ses çıkartmamışlar o zaman. Orası senelerce küçük çocukların becerildiği, fahişelerin çalıştığı izbe bir yerdi. Aslında o protesto Vali beye yönelik bir protestoydu. Çünkü Vali çok namuslu bir adam! Mardin’in yüzde 80’i elektrik parası ödemiyor, kaçak elektrik kullanıyordu. Vali duruma el koydu. O güzelim taş evlerin üzerine kaçak evler yapmışlar, onları yıktı. Rant kaybına uğrayanlar defileyi bahane ettiler. Nitekim Vali’yi yerinden de ettiler. 15 gün önce merkeze alındı. Çünkü bu dünyada her şey bu insanların inandığı tek tanrının, paranın yüzünden… O para, o güç var ya işte, onu kaybetmemek için insanlar kendi öz evlatlarını feda etmişler. Osmanlı tarihine bak, kadınlar kendi çocuklarını öldürmüşler yahu…
Ulvi: Nasıl bir protestoydu?
Cemil İpekçi: İşte biz defile yapmadan orada namaz kıldılar. TV kameraları önünde… O bir ay kadar gündemde olmamıştım herhalde… Türkiye Cemil İpekçi defilesiyle sarsıldı.
Sinan: İş ölüm tehdidine kadar geldi dayandı…
Cemil İpekçi: Evet, ölüm tehditleri geldi tabii…
Sinan: Hala koruma var mı?
Cemil İpekçi: Var hala, var. Başlarda çok sıkılmıştım, ben sevmem öyle bir şöhreti ama şimdi hoşuma gitmeye başladı. (Kahkahalar) E bakıyorum benim kadar şöhret olmayanlar bile hemen parayla iki koruma tutuyor bir yere girerken. Çok hoş bir şeymiş; yanı başında kapı açılıyor, oturuyorsun orada üç tane bekliyor. (Kahkahalar) İşte bir Ankara’ya gidiyorum haber veriliyor, arabalar karşılıyor… Eh ben bir şöhretim, starım. Yapsınlar hayatım niye yapmasınlar? Tehdit olmasa da yapsınlar yani (Kahkahalar) Bu Hollywood’a (yüzünü gösteriyor) az mı? (Kahkahalar)
Çok güzel bir hikâye vardır, bayılıyorum. Başka bir yerde de anlattım. Tabii yaşım geçiyor ya, hala bu yaşımda hoş olmamı, ameliyatsız yüzümü kıskanır kadınlar. Gaylerin içinde de var o kıskançlık. 63 yaşımdayım ama göstermiyorum. Bir hanım var, ismini vermeyeceğim, çok güzel bir kadındı, anlatılmaz bir kadındı vaktiyle. O da 65-66 yaşlarındadır. Muhteşem bir kadın, hafiftir de biraz. Muazzam zengin, yani parayla pulla satın alabileceğin bir kadın değil. Çok zengin de bir sevgilisi var, adam çok kıskanç. Oraya buraya çıkamazsın deyip duruyor. Hanım bir kutuya mücevherleri doldurup, “bunlar yüzünden mi? Bana bunları aldın diye mi çıkamam?” diyor. “Gel benimle” deyip tuvalete gidiyor ve mücevherleri tuvalete atıp sifonu çektikten sonra “haydi şimdi defol” diyor. Böyle bir kadın yani… Müthiş bir şey! Çok büyük kürkler giyerdi, beyaz tilkiler falan. Bir başka kadın daha var, bizimki kadar geçerli bir karı değil ama bizimkini fena halde kıskanırdı. İşte bizimki beyaz tilki giyiyor, öbürü anca kızıl tilki… Bizimkinde kocaman bir tek taş, ötekinde küçük bir tek taş. Havaalanında karşılaşıyorlar bir gün. Bizimki yine gri tilkisi, pırlantaları içerisinde… Öbürkü kendine göre ondan beş sınıf aşağıda. “Ne kadar güzelsin şekerim” diyor bizimkine… “e tabii bu havalı tilkiler, pırlantalar olunca…” diyor. Bizimki şak diye tilkiyi atıyor omzundan… “Bu gider şekerim” diyor… Pırlantaları çıkarıp “bunlar da gider şekerim…” diyor. Yüzünü gösterip, “ya bunu ne yapacaksın? Bu Hollywood’u şekerim?” (Kahkahalar)
Ya işte… Ya bunu ne yapacaksın? Ben de televizyonda bir gün dedim ki “hasetler şöhretimi kıskanıyor, mücevherlerimi kıskanıyor… Bunlar gider, bunlar gider, ya hala bu yaşta şunları ne yapacaksın? Bu Hollywood’u?” dedim… Hiç bir şeyim olmasa, bu Hollywood bakışım yetiyor dedim. Onun için kıskanmasınlar boşu boşuna… Hiç kıskanmasınlar. Hoş örneklerdir bunlar hayatımda…
Bak mesela Zeki Bey’in söylediği laflardan bir tanesini hiç unutmam… Hayatım boyunca hiç bir şeye alınmamıştım, ama böyle tam yirmi yaşındayım. Hakkımda gazetede çıkan ilk yazıydı… Hangi dergi hatırlamıyorum şimdi, Hafta Sonu, Ses mes gibi, o zamanlar haftalık çıkan bir dergiydi işte… Saçıma başıma dair bir şeyler yazılmış, “İpekçi’lerin oğlu cemiyet dışı hayatıyla çok ilgi çekiyor” diye yazmışlar. Ameliyatla kadın olacağımı, sosyetedeki bütün erkeklerin de kadın olmamı beklediğini ve evlenmek için sıraya girdiklerini yazmışlar… (Kahkahalar) Çok da güzelim hakikaten! Peşimde de çok kişi var! Tarabya’da otelde kalıyoruz, sabah gazeteyi odama getirdiler. Ay ben çok kötü oldum, babam çok güç verdi… Akşam aşağıya indim, lobide oturmuş gazeteyi okuyorum. Zeki Bey de o zaman akşam üstleri çaya geliyor Tarabya Oteli’ne. Babamla tanışıyorlar tabii, geldi oturdu Zeki Bey. Beni görünce “Neyin var? Kötü görünüyorsun, ağlıyorsun?” dedi. “Bakın neler yazmışlar benim için” dedim. Zeki Bey baktı ve “Bu gazeteciler boşuna yer vermezler, bir gün çok meşhur olacaksın sen” dedi. “Yalnız, insanlar senin yüzüne vurmadan hakikatleri sen onların yüzüne vur ki, onların yüzüne vurabileceği hiçbir şey kalmasın” dedi… Bu nasihat çok önemlidir hayatımda. Babama da gösterdiğimde “üzülmeni anlamıyorum” demişti. “Anlamıyorum, çünkü bunu yazanlar senin cemiyetinde değil. Senin cemiyetin başka” demişti. Ben bu laflardan çok etkilenmişimdir. Çünkü Allah’ın, inandığım Rabbin, o sonsuz, bilmediğimiz kavramın bizlerle çeşitli vasıtalarla konuştuğuna çok inanırım ben. Her saniye konuşur bizimle. Şu an sizin ağzınızdan çıkacak bir kelimeyle bile bana bir şey söyleyebilir. Önemli olan farkındalık. Çünkü bir kelimede, bir harekette her bir sorunuza bir cevap, hayatınıza yön verebilecek bir yer vardır…
Beyti Dost’un bir lafı vardır. Dünya Sevgi Birliği’nde, 1974’te o celseye gelmişti… O da benim hayatıma çok yön vermiştir mesela… Demişti ki, “siz esasında yaşam denilen nehirdeki bir saz parçasısınız, ama bu saz parçası olarak giderken bazen çok güzel kıyıda bir yere rast gelebilirsiniz… Sakın oraya tutunmayın! Çünkü ona bakarken haz alırsınız ama bir süre sonra orada kalmak için güç sarf edeceğinizden, hem onu görmezsiniz hem de hırpalanırsınız… Bırakın kendinizi! Sağda güzellik olabilir, solda çirkinlik olabilir, ama o sizi götüreceği yere götürecektir” Doğru… Hayat öyle bir şey… Hayatta ne gördüğümüz güzelliklere tutunmak gerekiyor, ne gördüğümüz çirkinliklerin kalıcı olduğunu zannetmemiz gerekiyor… Yaşam güzellik ve çirkinlik kavramı içinde geçiyor ama ne o en doğru, ne o en kötü…
Ulvi: Bir şey eksik kaldı. Ben onu tamamlayalım diye soracağım: Mardin’den söz ederken bir tepki alındı dedik, kaldı… Ama biliyorum ki Mardin’de insanlarla çok iyi bir ilişkiniz var. Ben oradayken insanlar çok güzel şeyler söylüyorlardı hakkınızda…
Cemil İpekçi: Ben Mardin’i bırakmıyorum, yine gideceğim. Hayatımdaki en güzel şeylerden biri oldu Mardin ve Diyarbakır… Şırnak’ta o insanları tanımak; tarihi açıdan, kültürel açıdan, her açıdan… Tabii ki olacak… Her yerde bir şey olacak… Hayat pembe değil, alaim-i sema… Her renk mevcut, içinden tek bir rengi ayıramazsınız… Hayatı olduğu gibi, gökkuşağı gibi alırsanız ve öyle severseniz çok güzel… Bir tanesine bakmak mümkün değil yani…
Sinan: Zeki bey önemli bir figür hayatınızda…
Cemil İpekçi: Çoook! Bak mesela yine 32-33 yaşlarındayım. Bir sevgilim vardı, 26-27 yaşlarında. Yani düşün, ben 32-33’üm, o 26! Kavga ettim, bodruma gittim… Sabaha kadar içtik ettik falan, deniz kenarında viskilerimizi içiyoruz. Ağlıyorum! “Ah Zeki Bey” dedim “ne olacak, yaşlanıyorum da?” dedim… “32 yaşındayım, sevgilim de genç” dedim… Döndü, “hiç üzme canını” dedi. “Bir gün senin için gelmeseler de şöhretin için gelecekler canım” dedi ve o kadar doğru ki, hayatta önemli olan insanların yemlerinin ne olduğunu bulabilmek! Sepetinizde bir yem değil bin bir yem bulunduruyorsanız hep balık avlarsınız. Hep bir sazan vardır muhakkak! Önemli olan sizin sepetinizdeki yemlerin kalitesi, çokluğu ve oltayı iyi kullanmanız… O oltayı iyi kullanıyorsanız, yemleriniz de bolsa hep balık var…
Sinan: Kadın-erkek, heteroseksüel- gay…
Cemil İpekçi: Hiç fark etmez!
Sinan: Zeki Bey’i özellikle vurguladım. Siz çok daha cesursunuz Zeki Bey’den. Çünkü Zeki Bey özel hayatıyla ilgili hiç bir zaman sizinki kadar açık ve net davranmadı…
Cemil İpekçi: Zeki bey kendi döneminde zaten bundan daha fazla cesur olamazdı. Zeki Bey bence benden daha cesurdu… Belki hiç söylemedi ama, ben yedi sekiz yaşındaydım onu ilk kez sahnede gördüğümde. Tepebaşı’nda. Topuklu ayakkabılarla, makyajla çıkmak kadar bir cesaret olabilir mi yani?
Sinan: Ama Paşa’nın “Paşa” olduğu bir dönemde artık söyleyebilirdi…
Cemil İpekçi: Hayır söyleyemezdi! Belirli bir noktadan sonra artık bir imajdır… Biliyorsun, sanatçıların belli bir imajı vardır ve Zeki Bey bilinen, ama söylemeden de her şeyi yapan, bence çok cesur bir adamdı… Zeki bey gibi bir kişilik acaba kaç yüz yılda bir gelebilir, onu hiç bilemiyorum… Bir gün bir meslektaşım bana kazık atmaya kalktı. Oysa çok yardım etmiştim başlarken… Zeki Bey’e anlattım. Bana döndü dedi ki “bak unutma, geçtiğin her köprüyü yıkacaksın ki arkandan gelenler olamasın”
Adı gibi zeki, muazzam bir ruhu olan, kime nasıl davranacağını bu kadar bilen bir cesaret örneğidir Zeki Bey… Ölümü bile bir cesaret örneğidir. Biliyorsunuz, vefat etmeden önce o günkü çekim Halikarnas’ta yapılacaktı. Evinden sadece 10 adım ötede… İzmir’i istiyor, ilaçlarını yanına almıyor, mikrofon başında herkesi etkiliyor… Öyle vefat etmeyip de evinde ölseydi, belki o kadar olmayacaktı…
Ama sahnede mikrofonuyla öldü… O haliyle o çekimi yapacak kadar cesur, ölümü bile öyle karşılayabilecek kadar cesur biriydi… Çok genç vefat etti! 62-63 tü o da… Çok gençti benim için. Keşke 80’lerini, 90’larını bulabilseydi…
Sinan: Yine de iki ayrı ekol gibi duruyorsunuz. O bir şeyleri söylemeden yaşayan ve gösteren, göstere söyleye yaşayan birisiniz. Paşa kadar güçlü olmadığınız bir yaşta bile açıkça koydunuz ortaya ne varsa… Siz ifade ediyorsunuz açıkça…
Cemil İpekçi: Evet o var… Çok tuhaf, mesela beni tanıdığı zaman 8 yaşındaymışım. Babam sahne arkasına götürmüştü… Bana hiç Cemil demedi. Hep ceylan derdi gözlerimden dolayı… Hayatımda eşine rastlanmaz bir ilgisi ve saygısı vardı. Annemi kaybettiğim zaman bir telefon açışı vardı, dinlemenizi isterdim. Hayatımdaki yeri hakikaten çok önemliydi. Bir kaç resmi vardır bende, o resimlere bakarken hala onunla konuştuğumu hissederim… Bunlar çok ulu ruhlar, çok ulu, çok büyük ruhlar… Reenkarnasyonlarında çok büyük ruhlar olduğuna inanıyorum. Çok bilge ruhlar… Öyle sadece seksle, sadece sahneyle Zeki Müren olamazsınız… Sadece sanatınızın herhangi bir şeyiyle bir isim olmanız mümkün değil. Yetenek o kadar çok insanda var ki… Asıl yaşamınızda yetenekli misiniz? Hayatınızı yaşamakta yetenekli misiniz? O çok önemli… Hayatı yaşamak çok önemli… Dua ederken “ne zaman alacaksın beni bilmiyorum” diyorum, “ama önden gitmek isteyen çok var, önden buyursunlar, benim yerime onları alıver, benim dosyamı da bir alta koyuver onları aldıkça” diyorum… Keşke elim ayağım tutarak bin yıl ömür verse bana… Çok seviyorum çocuklar hayatı… Görmeyi seviyorum, yemeği seviyorum, işitmeyi seviyorum… Hormonal olarak eskisi kadar güçlü olmasam da sevişmeyi seviyorum. Âşık olmayı seviyorum, çiçekleri seviyorum, baharı seviyorum, söylenmeyi seviyorum, kavga etmeyi seviyorum… Kendime bakmayı seviyorum. Hayat o kadar güzel bir şey ki! Ben Kur’an-ı Kerim’deki cennetin bu dünya olduğunu düşünüyorum. Ölüp de cennete gitmek için hazırlanmaya gerek yok. Bu hayattayken de cenneti yaşayabilirsin.
Sinan: Cehennemi de…
Cemil İpekçi: Cehennemi de yaşayabilirsiniz evet. Bu dünyadayken cenneti yaşamayan zaten öbür dünyada nasıl yaşayacak cenneti? Bektaşinin bir fıkrası var, bayılıyorum ona da. Biz Bektaşilerde çok fıkra var biliyorsunuz:
“Bektaşi hamamdaymış, yıkanıyor. Yanında da bir softa varmış. Abdest yok ya Bektaşilikte, yıkanılır sadece. Softa bakmış bizimki abdest almıyor, “bre kâfir!” demiş, “bilmez misin ki abdest cennetin direklerinden biridir, neden abdest almadın?”. Bektaşi dönmüş, “o ne biçim bir direk ki bir osurukta yıkılıyor” demiş.”
Sinan: Bir gününüz nasıl geçiyor?
Cemil İpekçi: Son zamanlarda çok aynı geçiyor. Biraz ondan sıkılıyorum galiba. Genelde evdeyim, kahvaltımı ediyorum buraya geliyorum…
Sinan: Erken mi kalkarsınız?
Cemil İpekçi: Hayır! Çocukluğumdan beri gececiyimdir. Hatta alay ederler benimle vampir gibisin diye. Akşam karanlığıyla doğmaya başlarım ben. O ay, mehtap ve gece… Hele yaz gecelerine doyamam, 4’ten 5’ten evvel yatmam yaz gecelerinde. Aman bir yaz gecesini daha kaçırmayayım diye… Gecenin o hafif serinliği, sıcaklığı çok başka türlü oluyor. En sevmediğim saatler de sabah 8’le öğlen 12 arasıdır. O saatler bana, tenime kötü geliyor. Hiç anlamam o sabahleyin 7 buçukta şarkı söyleyerek kahve içerek kalkanları. Eskiden mecburdum ama son 10 senedir kendime o mecburiyeti kaldırdım. Sabah 4-5 gibi yatıyorum, öğlen 11-12 gibi kalkıyorum. Kraliçe Elizabeth gelse bile kalkmıyorum! Anca bir uçak varsa mecbursam kalkıyorum biniyorum… Ama bir sürü çok ciddi protokol toplantılarına bile gitmiyorum sabahsa eğer… Saat 2 gibi buraya geliyorum. Hele son bir senedir daha da keyifli hale getirdim işi. Kalkıyorum, 2’ye kadar evden telefonlarımı hallediyorum. Asistanlarımla toplantıyı evde yapıyorum. Sonra buraya geliyorum işte. Bekir’le barışalı beri de daha da rutin oldu…
Sinan: Cemil İpekçi kaç kişilik bir marka?
Cemil İpekçi: Oooo çok büyük! Burada 20 kişi var ama bunların yanları manları da var. Toplamda kaç kişi bilmiyorum ama kalabalık. Burası tekke gibidir. Aşık olan bakarsınız çalışmaz üç saat oturur. Aşıksa, öyle bir derdi varsa sesimi bile çıkarmam. (Kahkahalar) Hastaysa, bu kadar bir ilaç çantam var, 39 ateşin olsa çalışmak mecburiyetindesin! Hemen veririm bir iğne ona… Çalışacaksın! Ama aşkın varsa çalışmayabilirsin, izin verebilirim o gün. Çünkü o kaybedilmeyecek bir duygu ve bir histir, onun ilacını veremem sana… Bunun dışında çok serbest ve rahatlardır. Çalışırken saatleri yok. Kendim sevmediğim gibi yanımda çalışanlara da saat koymam. İşi veririm sadece. Yani bu iş yarın 3’te bitecek! İster bu gece yap, ister yarın sabah gelip yap… 3’te bitecek ama!
Sinan: Zor bir patron musunuz?
Cemil İpekçi: Zorum herhalde… Ama terk eden de hiç yok beni. Emir vermem. Emir verilmesinden hoşlanmadığım gibi hiç emretmem…
Sinan: (Gülüyor) Emre gerek yok, bakmanız yeterli sanki?
Cemil İpekçi: Bakmam. Ben “iş arkadaşı” olarak alıyorum. Ben buranın tasarımcısıyım, onlar terzisi, öbürkü osu, öbürkü busu! Biz Cemil İpekçi ismi altında çalışıyoruz. Aptala tahammülüm yok! Bir de kullanılmaya tahammülüm yok. Sen burada gizli gizli çalışıyor gibi görünüp maaş alıyorsun, öbürkü eşşek gibi çalışıyor, maaş alıyor. Yok öyle bir şey!
Sinan: Adil misiniz?
Cemil İpekçi: Çok adilim! Mesela şunda da çok adilimdir bak. Sen 10 senedir çalışıyorsun, öbürkü geldi 1 sene önce, ama senin önüne geçti… O senden daha yüksek maaş alır! Çalışsaydın sen de 10 seneden beri bu kadar? Ya da çok daha yeteneği vardır, öndedir… Hiç öyle kıdemliyim havası atamazsın ve en büyük bağrışım burada birbirlerine herhangi bir hakarette bulundukları ya da birbirlerine bir şey yaptıklarındadır. Katiyen müsaade etmem! Hiç biri birbiriyle ricasız konuşamaz!
Sinan: Bu duygusallığın arkasında disiplinli bir patron var yani.
Cemil İpekçi: Tabii! Bu doğanın disiplini zaten… Hepimiz birbirimize saygılı ve terbiyeli olmak mecburiyetindeyiz. Birbirimizi sevmek mecburiyetinde değiliz. Hoşlanmak mecburiyetimiz de yok ama birbirimize saygı duymak mecburiyetindeyiz.
Ulvi: Gerçekleştiremediğiniz bir hayal var mı?
Cemil İpekçi: Çok seneler evvel vardı, artık geçti. “Too late to sad your dad” demişler… (Kahkahalar) Balet olmak istemiştim. 2 sene gitmiştim sonra babam derslerimi bırakırım diye bıraktırmıştı. Hayatımda en olmak istediğim şey aslında oryantal baletlikti… Sonra Belçika’da okurken okulun tam arkasında da Bejar’ın stüdyosu vardı. 2-3 sene Bejar’ın o dans atölyesinde kendimi tatmin ettim. Çok iyi dans ederim, çok iyi oryantal yaparım. Ama hayatımda en çok istediğim şey sahnede olabilmekti… Hayallerimin yüzde 70’i sahne üzerinedir. Müzik dinlerken kendimi sahnede hayal ederim. Merdivenlerden iniyorum, müthiş kılıklar, ışıklar içindeyim… İşte maalesef bir tek podyumda, defilelerin selam bölümünde çıkarak tatmin oluyorum. Ama hani bundan dolayı üzgün müsün dersen, hayır değilim. Ona bakarsan babam doktor olmamı çok isterdi. Büyükbabam da doktordu çünkü, cerrahtı. Babam jinekologdu. Babama kızardım, niye hep doktor olmamı istedin, ben bu kadar sanatçıyım diye… “Çünkü çok araştırmacı bir yapın var” dedi. “Ben sana doktor olup ta cerrahlık yap demedim. Ama bir şey bulurdun mutlaka…” dedi. Hakikaten, mesela iyi bir estetik doktoru olabilirdim. En çok da genetikçi olmak isteyebilirdim mesela… Hala internette, orada burada genetikle çok ilgilenirim. Aslında bir sürü şey varmış olmak istediğim… Şarkıcı olmak isterdim mesela. Gerçi para kazandım o işten, Belçika’da talebeyken geceleri birkaç kulüpte çalışıyordum. Fransızca, İngilizce şarkılar söyledim. Fransızca çok güzel şarkı söylerim bak… Şarkıcı değil disörüm, Brel gibi… İnce bir sesim yok, son derece kalın ve erkeksi bir sesim var… Ama sesim alaturkaya yatkın değil. Şimdi genç olsaydım, bu devirde bu teknolojiyle ve fiziğimle muhakkak sahnede olurdum… Gerçi ona bakarsan dansçı olarak da resimlerim var. Paris’te 78’de 1 ay kadar çalıştım. Sezen Aksu, Zerrin Özer, Seher Şeniz’le birlikte iki defa Olympia’ya çıkıp sahnede dans ettim. O resimlerim hala durur. Ama bütün bunlar “keşke” dedirtmiyor, üzmüyor beni… Çünkü bir insanın yapmak isteyebileceği o kadar çok güzel şeyler var ki, hepsini yapabilmeniz zaten mümkün değil. Ben en çok olmak istediklerimden bir tanesinde yeteri kadar tatmin oluyorum. Zaten tam anlamıyla tatmin olabilmek diye bir şey yok. Hiçbir konuda yok. Bence “budur işte, oh be!” dediğin dakika zaten elveda diyorsun.
Sinan: Yaşanmamış aşk var mı?
Cemil İpekçi: Hiç bir aşkı istediğim aşk gibi yaşamadım ve yaşayamayacağım… O, o kadar başka türlü bir aşk ki… Çocukken de öyle bir şey beklerdim, çok tuhaf bir şey… Hala da o var… Böyle sokakta giderken bir köşeden biri çıkacak, birbirimize bakacağız, bir şey söylemeden gelecek ve beni boynumdan öpecek! Hep böyle bir şey var hayalimde… Ama ben aşklarımı kendi hayallerimle de zenginleştiriyorum aslına bakarsan. Karşımdakini de yönetiyorum… Yönetmediğim bir aşk da olmadı hiç. Yaşadığım aşkların her biri kitap olur. Hakikaten çok güzel şeyler yaşadım. Aşklarımı yazacağım muhakkak. Tabii ki isimlerini vermeyeceğim, sadece duygularımı yazacağım. Çünkü onların içinde o kadar güzel şeyler var ki… Bak mesela bir Portekizli aşkım vardı. Hayatımda aldığım en güzel mektubu yazmıştır… Kitabıma mektuplarımı koymak istemem ama o mektubu koymak isterim bak… Lizbon’da bir kulüpte tanıştık… Tanıştık ve çıktı… Sabah hiç konuşmuyor, sadece “doğayı mı seversin yaşamayı mı?” dedi… “Yaşamayı severim” dedim. Ve sabahın o saatinde beni onların böyle sucuk gibi yaptıkları bir şey var, öyle bir yere götürdü. Bizim işkembe çorbası içtiğimiz gibi, onların da içkiden sonra gidip yedikleri bir şey… İşte 1 hafta kadar çok hoş bir aşk yaşadık ama benim Brüksel’e geri dönmem gerekiyor… Bu arada hep yağmur yağıyor… Hep yağmur! Sürekli yağmur altında yürüyoruz, yağmur altında dolaşıyoruz. Çok sakin birisi… Brüksel’e döndükten 3-4 gün sonra bir mektup geldi. Bütün bir sayfa, çizgi ve nokta, çizgi ve nokta, çizgi ve nokta! “Lizbon’da yağmur!” Bu hayatımda aldığım en güzel mektuptur…
Sinan: Daha ne olsun? Daha ne desin adam?
Cemil İpekçi: Yani bu kadar güzel bir haftayı, o haftanın ardından üzüntüsünü, gözünün yaşını anlatan, beraberliği ve ayrılığı anlatan bu kadar iyi bir mektup olamaz… Benim için o kadar kıymetli bir mektup ki bu… Bunlar başka türlü yaşanmışlıklar, bunlar başka türlü hoşluklar bence… İnsanlar tek bir kişiye aşık oluyor diye bir şey yok… Ben bunu kabul etmiyorum… Aşk senin içinde, göğsünde yanan bir ateş, bir ışıktır. O sönmüyorsa, ona kanacak yusufçuklar hep var… Her zaman muhakkak bir yusufçuk gelip onun etrafında dönecek… Yeter ki senin içindeki o ışık sönmesin… Bak flörtöz olduğum kesin. Bakkalla da flört ediyorum, kasaptan et alırken de flört ediyorum, gördüğüm herkesle de flört ediyorum… Herkese bakıyorum. Kasaptan et alırken bir anda bakışım değişiveriyor, adamın eli ayağı titriyor. (Kahkahalar) O işveye, o cilveye, o münasebete bayılıyorum yani…
Sinan: Dileriz hiç kaybolmaz o işve, o cilve… Çok yorduk sizi çok teşekkürler…
Cemil İpekçi: Kaybolmaz, kaybolmaz!… Ay bitti mi? Ben teşekkür ederim.
BİTTİ!