“Vatandaş Devletin İşgali Altında!”

0
393

Sinan: Çok katmanlı bir yapı bu… 6-7 ay önce yaptığımız röportajda siz zaten bunun uçlarını vermeye başladığını, şiddetin artık sokağa çok daha elle tutulur şekilde yansıyacağını söylemiştiniz. Devletin otoriterleşmesiyle ortaya çıkan şiddet ile sokağın şiddeti arasında sıkışmaya başladık. Bu aslında sizin “istila edilmiş” olarak tanımladığınız vatandaşın devlete güvensizliğinin bir tezahürü değil mi?

Neşe Özgen: Tam da bundan söz ediyoruz aslında. Yıkım yerine inşa sözü vermek zorunda olan devletler dönemiyle karşı karşıyayız. Nazi Almanyası gibi yıkım sözü verenler yıkılıp gittiler. Japon imparatorluğu mesela… Değişmek zorunda kaldı. Bizim 1. Dünya savaşından öğrendiğimiz şey cumhuriyet düşüncesi olmuştu. 2. Dünya savaşından ise demokrasiyi öğrendik. Eksiğiyle gediğiyle öğrendik. En azından halklar olarak öğrendik.

Sinan: Çok iddialı bir şey söylemiyor musunuz?

Neşe Özgen: Ortalama insanın kapasitesindeki geriletme, bu öğrendiklerimizin unutulmasıyla sonuçlanıyor. Asıl meselemiz bu. Her yerde ortalama vardır ama ortalamanın seviyesinin yükseltilmesi bir toplumu biraz daha ileriye götürür. Yoksa ortalama olmak kötü bir şey değildir toplumlar için. Hangi ortalamanın oraya çektiğine bakmamız lazım. Hangi ortalama lokomotif oluyor?

Sinan: Vasatı neyin belirlediği de önemli?

Neşe Özgen: Tabi çok önemlidir. Yani vasat sadece bir ev ve bir araba üzerine odaklanmış bir hayat sürüyor ve bunun için yan komşusunu otobüse son anda binmişken çekip, aşağı indirip kendisi binmeyi göze alacak kadar şiddet doluysa eğer, siz de böyle bir vasata yönlendiriliyorsunuz demektir. Ama yanındakiyle beraber yürümeyi ve ortaklaşmayı dikkate alan bir vasat da iyi bir vasattır öte yandan. Yani ortalamayı yükseltmek gerekir.

Bizim devletimiz yıkım sözü vererek ilerliyor. İnşa sözü vermiyor. Verdiği tek söz inşaat. Çünkü “inşa” dan anladığı şey inşaat. Yeniden inşaat ve metropolleştirme! Nüfusu kompaktlaştırma ve bir yere toplama. Böyle sadece sokağın kendi defacto adaleti meşrulaşır. Çünkü eğer istihbarat bilgileriniz ve karşıtlık üzerine geliştirilmiş gerçek bir devlet yapınız yoksa, orada bile zafiyetiniz varsa, bir de üstelik diğer kamusal alanlardaki demokrasinin ilerletilmesine de dikkat etmiyorsanız, o zaman hakikaten sadece sokaktaki yıkımı meşrulaştıran bir devlet olarak kalırsınız. Nitekim şu anda yaygınlaşmakta olan da bu! En çok yakındığımız şey de bu değil mi? Birisi ölüyor mesela… Bu bir sinemacı olabilir, bir yazar olabilir, bir entelektüel olabilir. Yani saygı göstermemiz gereken bir insan. Ama ne oluyor? Türkiye bütün terbiyesini, sağduyusunu, ahlakını, biriktirdiği ne varsa unutmuş gibi bir yıkma hareketine başlıyor. Çünkü vatandaş alanını istila etmiş bir devlet ahlakıyla karşı karşıyayız artık.

Peki ama kamusal alandaki tıkanıklığı nasıl açabiliriz? Ben “imkanlandırma” üzerine konuşmak istiyorum bu noktada. İnsanların hayallerini; hayal edebilme kapasitelerine, onların iradelerine saygılı olarak geliştirebilme görevimiz var bizim. Ben buna “imkanlandırma” demek ve bu konuda neler yapabileceğimiz üzerine düşünmek, konuşmak istiyorum. Mesela yeni, bağımsız iktisat alanları açılabilmeli. Bağımsız eğitim alanları açılabilmeli. Farkındasınız, 3 bin kadar öğretim üyesi, 30 bin öğretmen, toplamda 100 bine yakın insan işini kaybetti ve Türkiye’nin kılı kıpırdamıyor. CHP’ye başvurarak işi takip etmesini isteyenler, biraz sendikalı gruplar ve biraz da Kürt hareketi içinde olanlar dışında toplumun kılı kıpırdamıyor. Oysa biliyoruz ki 20 bin civarında tutuklu insan var. Kapatılan okulların 120 bin öğrencisi var. Üniversitelerde işinden edilmiş ve bundan sonra ne olacağını bilmeyen 8 bin civarında öğretim üyesi ve çalışanı var.

Sinan: Hatırlamaya çalışıyorum ama hayır, 12 Eylül döneminde de yoktu böyle bir şey: Devlet size suç örgütüne üye olmadığınızı kanıtlama, belgeleme zorunluluğu getirdi. Bunun üzerinde bile doğru dürüst tartışılmaması, bunun sıradanlaşması korkunç bir şey!

Neşe Özgen: Evet maalesef! Masumiyet karinesi işlemiyor artık. Aksi ispatlanıncaya kadar suçsuzdur insanlar. Suçlandığınızda kendinizi temize çıkarmanız değil, suçu isnat edenin bunu kanıtlaması, belgelemesi gerekir. Bu, bizim 12 Eylül’de dahi karşılaşmadığımız, karşılaştığımızda da hukuki yollarla aşabildiğimiz, nadir bir durumdu. 12 Eylül’de de çok uzun süre gözaltılar ve işkenceyle bir suçu kabul etmeye zorlama olayları çoktu. 90 günlük gözaltından çıksalar da, üzerlerine atılı suçu işkencede zorla kabul etmek durumunda kalmış olsalar da hakimlerin, çok iyi hazırlanmış hukuk dosyaları olan avukatlar aracılığıyla yapılan itirazları dikkate almak zorunda kaldıklarını bilir, buna güvenirdik. Ve her şeye rağmen o dönemde pek çok mahkeme hukuka uygun, adil kararlar vermiştir. Adil karar vermeyenler de uluslar arası mahkemelerde geri döndü zaten.

90’lardan itibaren başlayan masumiyet karinesinin geriletilmesi yani devletin suçlaştırma alanlarının öncelikle Kürt bölgelerindeki insanlara uygulanarak sonra bütün topluma yaygınlaştırılarak tevdi edilmesi, yapılandırılması ve insanların buna itirazının “ama zaten Kürt bölgelerindeki isyancıya yapılıyor bu” diye meşrulaştırmaları ve buradan geri adım atmaları şimdiki sonucu hazırladı. Şimdi herkesin üzerinde aynı mesele var. Herkes terör örgütü suçlusu aslında! Potansiyel olarak veya kinetik olarak. Hepimizi “uyuyan hücre” olarak görüyor devlet. En ufak bir muhalif zihniyette hemen üzerimize en yüksek suçu atabilir. Bu “muhalif zihniyet” ne olabilir. Örneğin; gece saat 12’de genç bir kadının eve kendi başına gelmekte ısrar etmesi olabilir. Yani o kadar yüksek bir suçlaştırma alanından söz etmiyoruz. Ya da kadının doğurmak istememesi ve kocasının iznine tabi olmadan kendi bedeni üzerine karar vermek isteyerek kürtaj hakkını talep etmesi olabilir.

Sinan: Diyorsunuz ki, en temel hakları dile getirmek bile en ağır suçlamayla karşı karşıya kalmak için yeterli… Üstelik falanca terör örgütünün üyesi olmadığınızı kanıtlamak da sizin göreviniz?

Neşe Özgen: Evet! Örneğin öldükten sonra beden bütünlüğünüz bozulmadan kendi dini vecibelerinizle defnedilmeyi, hatta cenazenizin gömülmesini istemek de sizi suçlular listesine taşıyabilir. En temel insan haklarında bile çok gerilemiş durumdayız artık. İşte buna karşı kamusal alanlar geliştirmeye çalışmamız, alternatife doğru geçebilmemiz ve bu alternatifin örgütlenme yollarını arama görevlerimiz var. Bakın insanlar aslında devleti nasıl dolandıracaklarını iyi bilirler. Nasıl bilirler? 18 kez değiştirilmiş imar kanununun 30. Kez değiştirileceğini de bilirler. Herhangi bir yeri işgal ederek ev yapmışsa, geçmişte devlete rüşvet vererek, sonra TOKİ’ye vererek, şimdilerde müteahhit şirketlerine vererek bunu zaten meşrulaştırabileceğini biliyor insanlar. Böyle bir hafızası, birikimi var. Bu aslında bir tür aşındırma girişimidir. Doğrudan bir vatandaşlık girişimi olmasa da, devletle pazarlığı dolaylı yollara taşıma girişimidir ve insanlar bunu bilirler. Oysa bizim yapmamız gereken şey kamusal alanların örgütlenmesini gerçekleştirebilmek, yeni imkanlandırmalar yaratmak. Bu aşındırıcı mekanizmayı örgütlü ve muhalif bir sese doğru çevirebilmek ve insanlara dayanışmayı yeniden hatırlatabilmek… “İnsan insanın kurdudur” a kadar geriletilmiş, hamlaştırılmış bir aklı yeniden daha ileriye doğru büyük bir hızla çekebilmek… Ben çok umutsuz değilim. Eğer Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti, sonucunu kendisinin dahi çok tahayyül edemediği plansız programsız bir savaşlaştırma politikasının sonuçlarını ne yazık ki büyük acılarla almaya başlarsa, bundan hemen sonra bir toplumsal muhalefetin yükseleceğini söyleyebiliriz.

Sinan: Nasıl bir acıdan söz ediyorsunuz?

Neşe Özgen: Biliyorsunuz, Türkiye gayet plansız programsız biçimde kendisini savaşa sürükleyen bir hükümetle karşı karşıya. Çok bilinçli yapıldığını sanmıyorum ben bunun. Suriye’den bir paye sağlayarak, geçmişteki parlak itibarı yeniden elde etme gayreti vb., aslında kişiselleşmiş bir hırsın hükümeti ele geçirdiğini düşünüyorum. Hadsiz, hesapsız, nereye gittiğini bilmeden, kiminle ittifak yaptığına çok da dikkat etmeden, buna yönelik eleştirileri nasıl karşılayacağına dair bir B planı dahi oluşturmadan; ne yerel ne ulusal ne de uluslararası anlaşma imkanlarını dikkate dahi almadan,  paldır küldür orduyu sınır ötesine geçmeye ve bazı grupların yanında durmaya zorladılar! Hükümet bunun sorumluluğundan kaçamaz ve bu sorumluluğun hesabını da vermek durumundadır. Ama ne yazık ki içine düşürüldüğü bu bataklık şu an Türkiye’nin çözebileceği bir mesele olmaktan çıktı. Ben Suriye’deki yapılaşmaları, her an değişen ittifakları, kimin kimi bombaladığını, kimin hangi grubun yanında ya da karşısında durduğunu izlemekte zorlanıyorum. Ki ben son derece dikkatli ve geniş bir menüden, uluslar arası ve alternatif haber kaynaklarından konuyu izleyebilen bir insanım. Ama öyle bir noktaya gelindi ki artık ben dahi izlemekte zorlanıyorum.

Sinan: Ama zaten Ortadoğululaşmak, Suriyeleşmek bu değil mi?

Neşe Özgen: Evet budur! Biz biliyoruz ki AKP iktidarı ve aslında son karar verici merci olarak ifade edilen Erdoğan, yüksek ve yapılanmış bir politikayla girmiş değil bu işlere. Bu yapı içeride ve dışarıda savaştan, gerilim, kargaşa ve krizden medet umarak, beslenerek ayakta durabiliyor. İktidarını yıkıma borçlu bu anlamıyla… Ama bu yıkım ve çatışma, içeride bir çok soruna yol açtı. Bu kadar belirsizleşmiş bir uluslar arası platformda, bu kadar yüksek bir çatışma ve yıkım politikası izliyorsanız iyi bir bürokrasiniz, iyi bir devlet geleneğiniz, iyi bir istihbaratınız, daha önemlisi gerçek bir planınız ve programınız olmalı. Aksi takdirde burnunuzu sadece ve sadece çamura sokmuş olursunuz. Sayısız grup, ABD ve Rusya’nın sürekli değişen planları ve hangisinin gerçek plana dahil  olup olmadığını anlayamadığımız yeni yapılanmalar karşısında her şey birbirine karışıyor. TSK sokulduğu bataklıkta yalnızlaştırılıyor. Türkiye toplumu çok ağır bir bedel ödemenin eşiğine getiriliyor.

Sinan: ABD ve Rusya’nın her an değişen politikaları olduğunu zannetmiyorum açıkçası. Ajanda içerisinde yeni durumlara göre değişen ittifaklar söz konusu gibi? Sonuçta bir yol haritaları var ama Türkiye’nin böyle bir ajandasının da olmadığını söylüyorsunuz anladığım kadarıyla?

Neşe Özgen: Türkiye’nin bir ajandasının “olmadığını” görüyor değilim… “Olduğunu” göremiyorum… Buna dair bir belirti de vermiyor.