İthaka’dan Uzakta: Lloret de Mar

0
22

Yaşına göre bir hayli genç duruyordu. Hakkında açılmış ve sadece başarılarla dolu bir geçmişin izlerini taşıyan Wikipedia sayfasına göre 70 yaşındaydı. Şairin internetteki fotoğrafları ise tam tersini söylüyordu. Gözaltlarındaki birkaç kırışıklığı saymazsak, geriye doğru taradığı gri saçları, fit vücuduyla Dumas en fazla 60 gösteriyordu. Bir hayli hareketli geçen ilk gençlik yıllarına rağmen, zamana ona iyi davranmıştı belli ki.

Didier Dumas’ın evi Barcelona’nın kuzeydoğu bölgesinde yer alan Lloret de Mar isimli bir tatil bölgesindeydi. Turkuaz renkli denizi, kıyı şeridi boyu uzanan altın rengindeki sahili ve Akdeniz’in belki de en ılıman sıcaklığına sahip Lloret de Mar, uzun yıllardır zengin turistlerin, yatlarını limana demir atıp “Biraz da buralarda takılalım” diyen milyonerlerin uğrak yeriydi. Lloret de Mar, baharla birlikte tanıtımı başlayan ve sürekli Gyps Kings melodilerinin çaldığı otel tanıtım reklamlarını andırıyordu.

Cebi dolu turist kafilesi popülasyonuyla paralel olarak suç oranı şehirde bir hayli yüksekti. Lloret de Mar’ta “Ne yenir?”, “Nerede gezilir?” temalı internet sitelerinde hemen hemen her kullanıcının ilk yorumu cüzdanınıza dikkat edin şeklindeydi. Sosyal medyada dolaşan bir habere göre de kendilerine Zorro adını veren bir grup hırsız çetesi tek bir gecede tam beş evi soymuşlar ve evlerin duvarlarına “Zenginleri yiyeceğiz” yazısı yazmışlardı. Hırsızlar henüz yakalanmamış olmasına rağmen, internette birçok hayran kitlesi edinmişlerdi.

Şairliği bıraktıktan sonra Lloret de Mar’a taşınmıştı Dumas.  “Günlerimi Jules Vernes romanı gibi hiç bitmeyecek bir tatildeymiş gibi geçiyorum” demişti, Guardian’daki bir röportajında.  “Dünya kirlendi. Kelimeler masumene değil artık ve sözüm kalmadı” diyerek şairine bir şekilde röportajı bitiriyordu.

Canal Plus’un siyah beyaz olarak çekilen tüm hayatını ve gelecek planlarını anlattığı Tüm Unutulmuş Renklere adlı belgeselde yazmayı planladığı anı kitabından bahsediyordu. “Merhaba Deniz Ben Geldim” kitabın ismi bu olacaktı. Tüm hayatını olduğu gibi ortaya dökecekti. “Bu hayatı ben yaşadım. Zaman evrenin tek hâkimi. Onu yenmek mümkün değil. Gerisi teferruat” demişti, kendisiyle röportaj yapan kel gazeteciye.  İçinde Abidin Sermet’e dair bir şey var mıydı? Funda belki bu kitap üzerinden bir bilgi edinebiliriz düşünse de bana kalırsa şair, anı kitabı olarak aşklarını, cinsel yaşamanı ve bir takım kıytırık edebiyat dedikodusu paylaşacaktı kitabında. Kitap yayımlanınca da tüm dikkatler onun üzerine çekilecek, magazin basını şairin hayatının peşine düşecekti. Açıkçası doğru düzgün tek bir kitabını okumamıştım, hayatını da merak etmiyordum. Abidin Sermet hakkında öğreneceklerimizi öğrenip buradan ayrılmak gibi kısa vadeli bir planım vardı.

Belgesel bugünün seyircisi için bile demode, klişe ve didaktikti. Siyah beyaz çekilmişti. Her bir karede Dumas, kasıntılı bir şekilde poz kesiyordu. Sigarası sürekli yanık ve günün belirli evrelerinde olduğumuzu gösterecek şekilde kahve ve şarap vardı önünde. Bazen eski ahşap kütüphanesinin önündeydi, raflardan rastgele kitaplar alıyor, yalandan bakıyor ve yerine koyuyordu. Ara sahnelerde yönetmen onun eserlerine yakın plan yapıyor, duvarlardaki resimlere, yıllar içinde aldığı ödüllere odaklanıyordu. Jacques Chirac’ın elinden aldığı devlet nişanını, Eugene Delacroix’in meşhur tablosu Halka Yol Gösteren Özgürlük’ün dev bir kopyası salonda sergileniyordu. Belgeselin bir kısmı Funda’nın da şimdi kiracı olarak oturduğu evde geçiyordu. Dumas, ilk iki kitabını burada öğrenciyken yazdığını söylüyordu. Ona ailesinden kalmıştı. Manevi değeri olduğu için satmak istemediğini, yıllar içinde öğrencilere, sanatçılara kiraya verdiğini belirtiyordu.

Belgeselin sonunda Dumas, bir kış sabahı üzerinde yakaları kalkmış siyah paltosu, kirli sakalı, ağzında sigarasıyla kumsalda yürüyordu. Tasmasını bıraktığı köpeği kumsalın üzerinde heyecanla ve özgürce koşturuyordu. Dalgalar güçlerini açık denizden ve rüzgârdan alıp kıyıya şiddetli bir şekilde vuruyordu. Dumas’ın yüzünde melankolik hatta hüzünlü bir ifade vardı. Kameraya efkarlı bir gülümsemeyle baktıktan sonra sırtını bize yani seyirciye dönüp kumsalda yürüyüp kayboluyordu. Kamera önce onun ayak izlerine odaklanıp, sonra yukarıya doğru kaydığında bir kuş süzülüyordu. Ardından son yazdığı şiiri okuyordu Dumas:

“Ne ölüm

Ne yaşam

Umurumda değil artık

Hayat bitmeyecek bir sonsuzluk

Dünya kirli bir bahçe

Sözcüklerin anlamı yok eğer değişmezse bu düzen

Bir tek sen, bir tek senin yeşil gözlerin tahammül ettiriyor bana bu yüzyılı

İzin ver evime döneyim

Her şeyiyle sahte, didaktik ve numaracı bir belgeseldi. Dumas’ı öven, göklere çıkaran hatta onu Mesih gibi gösteren filmdi. Filmi zorlukla bitirmiş, bir saat kadar süren belgeselin her bir dakikası bir yüzyıla bedeldi neredeyse.

Didier Dumas, esas şöhretini ve servetini Enrico Macias  ve Serge Gainsbourg için yazdığı şarkı sözleriyle elde etmişti. 1971 yılında Gainsbourg için yazdığı “Boynunu öpmek istiyorum” şarkı sözleriyle ciddi bir sükse elde etmişti. Dumas’ın kapalı, metaforlarla örülü bir hayli erotik olan sözleri Jane Birkin için yazıp yazmadığı uzun yıllar Fransız magazin basınını meşgul etmişti. “Boynunu öpmek istiyorum, siyah saçlarını elimde gezdirmek, boynunu öpmek istiyorum, bir hayatı bir hayata bağlayan bir nehir gibi seni yanında hissetmek istiyorum”  Dumas, Gainsbourg ve Birkin’in bu konundaki sessizlikleri kafa karıştırıcıydı. Gainsbourg ve Dumas’ın birbirleriyle konuşmadıkları da biliniyordu müzik camiası içinde.

Yol boyu internette yaptığım araştırmalar şairin, şairlik dışında tüm hayatını hedonist zevklerle geçmişti anlaşılan. Dumas, kendini beğenmiş, işlerine aşık, narsistik bir kişiliğe sahip biriydi anlaşılan. Neredeyse tüm fotoğraflarında partilerde yanında farklı güzel kadınlarla, elinden hiç düşürmediği sigarası, şarap kadehi ve kırmızı fularıyla ortamdan ortama akmıştı. Yıllardır doğru dürüst tek bir dize yazmamış, üç roman, iki deneme kitabıyla da aradığını bulamamış, 90’lı yılların başında iyice liberal çizgiye kaymıştı. “68 kuşağı olarak hatanın çoğu bizde. Değiştiremedik dünyayı.” demişti bir söyleşisinde.

Zaman onu çoktan unutmuştu. Üzerine düşünülmesi gereken esas konu bu değildi elbet. Emekliliğini böyle bir yerde geçiren birinin şairliği bırakmasına üzülecek değildim. Esas soru, Abidin Sermet’le nasıl tanıştığı idi. Aralarında nasıl bir bağlantı vardı?

Funda hem hayranı olduğu şairle hem de ev sahibiyle tanışacağı için heyecanlıydı. Yanına imzalaması için ilk kitaplarından biri Dans Eden Akdeniz Balığı kitabını almıştı, onun bir de portresini çekmeyi umuyordu.  Hayat ne garip? Benim İstanbul’daki ev sahibim turizm acentesi sahibi, kazandığının büyük bir kısmıyla ev almış, kiraya zaman konusunda zaman zaman sıkıntılar yaşadığımız biriydi. Funda’nın ise şairdi. Beşiktaş’ta kötü tesisatlı, zor ısınan, kutu gibi bir eve dünya kadar kira ödüyordum Funda ise Paris’in en güzel yerlerinden birinde daha kötü koşullarda daha az kirayla oturuyordu.

Funda’nın Dumas’ın evinde kalma hikâyesi, birkaç tesadüf zincirinin birbirine eklenmesiyle mümkün olmuştu. Bundan yaklaşık bir yıl önce Tülay German üzerine bir belgesel film projesi için Paris’teki film kooperatifinden burs almayı başarmıştı. Dünyanın en kalabalık şehirlerinden birinde öğrenci bursuyla kiralık ev bulmak dünyanın zorlu işlerinden biriydi. Mucize en beklenmedik ve giderek belli bir yaş grubunun kullandığı Facebook’tan gelmişti. Hesabını kapatmayı düşündüğü bir dönemde şansını bir de buradan denemek istemiş ve o sıralarda Paris’te tarih doktorası yapan Eda’dan geri dönüş yapmıştı. Saha araştırması için Beyrut’a gitmesi gerekiyordu ve üç aylığına evinde kalabileceğini yazmıştı ona.

Eve yerleştikten birkaç gün sonra buzdolabının üzerindeki fotoğraflar, dev bir kütüphanenin yer aldığı salondaki imzalı kitaplar, duvarlardaki afişler dikkatini çekmeye başlamıştı. Bu kişiyi bir yerden tanıyordu ama nereden? İşin gizemi Eda’yla yazışınca ortaya çıkmıştı. Gayet sakin ve normal bir şeymiş gibi “Ah, evet, söylemeyi unuttum değil mi? Didier Dumas diye eski bir şairin evi. Bir süre burada yaşamış, şimdilerde satmaya kıyamadığı için kiraya vermiş. Hayat”.

Evet, tam olarak öyleydi; hayat. Şimdi Abidin Sermet sayesinde ev sahibiyle yüz yüze tanışmak üzereydi.

Uzun ve yorucu geçen bir yolculuğun ardından Lloret de Mar’a ulaşmıştık. Tatil sezonu olduğu için uçak ve trenlerde boş yer yoktu.  Kalan yerler ise bir hayli pahalıydı. Otobüsle seyahat günümüz dünyası için at arabası nostaljisine dönüşmüştü. Bizi Lloret de Mar’a götürecek otobüs, bakımsız, eski ve yolcuların farklı milletlerden oluştuğu bir firmanındı. Yol boyu neredeyse her yerleşim yerinde duruyor ve başka yolcu alıyordu. İtalyanca, Portekizce ve Çince konuşuluyordu. Herkes aynı anda konuşuyor, fotoğraf çekiyor, internetten videolar izliyordu. Kimse kimseyi anlamıyordu, üstelik yolun bir kısmında klima bozulmuştu. Abidin Sermet işi, giderek canımı sıkmaya başlamıştı. Şayet, Dumas’tan da istediğim yanıtları alamaz isem bu işi bırakacaktım. Nokta!

Esas yorucu olan bu değildi. Didier Dumas’ın evini bulmak işin en zorlu kısımlarındandı. Acentadan kiraladığımız dikiz aynasında elma şeklinde parfümün olduğu, koltukların sigara küllerinden delik deşik olduğu, direksiyonun tam ortasında Barcelona logosunun takıldığı hareket etmesi bile mucize olan kırmızı renkli bir  Seat’la Dumas’ın Funda’ya Whastapp’tan gönderdiği konum bizi her seferinde bizi sineklerin uçuştuğu, yağ kokulu, müşterisiz bir balık lokantasının önüne götürüyordu. Bu işte bir yanlışlık vardı. Dumas neden bize bu adresi vermişti ki? Bir tür oyalama taktiği mi? Gazeteci atlatması mı? Abidin Sermet’in ortaya çıkmaması gereken bir sırrı mı koruyordu? Funda’nın benim sorularıma karşı daha gerçekçi bir yorumu vardı. “Dumas, bize evinin konumu yerine canlı konum göndermiş”. Şehirde ilk iki saatimizi kaybolarak geçirdiğimiz için karnımız acıkmıştı. Google haritalarından bütçemize en uygun gözüken  Restaurant Al Freskito isimli bir yere oturduk. Balık ürünleri ağırlıklı bir yerde. Hızlıca  bir şeyler atıştırıp yeniden Dumas’ı aramak durumunda kaldık.

Dumas’ın evi şehrin yüksek tepelerinden birinde doğrudan deniz gören bir yerdeki villalardan biriydi. Şair, bizi çıplak ayakları, solmuş bir  yelkenli tişörtü ve güneş yanığı suratıyla karşıladı. Mesafesini koruyan ama samimiyeti bırakmayan bir şekilde elimizi sıktı. Zamanın kısıtlı olduğunu akşama doğru Barcelona’ya gidip Villas – Matas’ın son romanın kutlanacağı bir etkinliğe gitmesi gerektiğini hatırlatarak bizi narenciye ağaçlı, bakımı iyi yapılmış çimenlikli arka bahçesine götürdü.

Kalın köklü, büyük yapraklı ağacın altındaki ahşap masaya Funda’ya birlikte oturduk. Masanın üzerinde üzerinde FC. Barcelona logosu bulunan kahve bardağı, dolu kül tablası, kaldığı yeri unutmamak için ters çevrilmiş Yeats’in tüm şiirlerinin yer aldığı bir kitap ve not defteri vardı.  Dumas, gözümün not defterine kaydığını görünce ayıp bir şey yaparken yakalanmış bir çocuk mahcubiyetiyle hızlıca kapadı. Ellerini çapraz bir şekilde kapatarak “Evet, sizi dinliyorum” pozisyonuna geçti.

Zamandan tasarruf etmek için ona hemen Abidin Sermet’in imzaladığı kitabı uzattım. Funda, bir hayli heyecanlı gözüküyordu. Sürekli saçıyla oynuyordu. Açık mavi renkli yakın gözlüğünü taktı. Kitabı eline alıp, ilk sayfasını çevirdi. “Dostum Didier’e, bu güzel günün hatırasına” yazısına eliyle dokundu. Gözleri eski bir hatırayı anmaya çalışırcasına nemlenmişti ama çaktırmamaya çalışıyordu. Yüzünde melankolik bir ifade vardı. Ruh halinden çıkmaz istercesine kitabı önemsiz bir nesne gibi kenara koydu.

“Göt herif” dedi. İngilizcesi, bir Fransıza göre bir hayli aksansızdı.

“Bana en sevmediğim romanını imzalamıştı.” dedi. Sonra da çapkın bir gülümsemeyle “Biraz sarhoştuk o gece, anlarsınız… Gençlik işte, Ne zaman başladığı ne zaman  bittiği anlaşılmıyor. 30 yıldan fazla geçmiş üzerinden, hayat.”

Hepimiz aynı anda sustuk. Rüzgâr peşine taktığı kekik, deniz ve türlü endemik  bitki kokusuyla önce ağaç yapraklarını hışırdattı, sonra aramızda  dolaştı, Abidin Sermet’in kitabının sayfalarını çevirdi.

“Evi kiralarken, kitaplarımı okuyabilirseniz demiştiniz. Abidin Sermet’in romanlarını pek severim. Sizin kitaplığınızda çıkınca çok şaşırdım. Kemal da onun hakkında haber yapmaya çalıştığı için belki hakkında birkaç bir şey öğreniriz diye yanınıza gelelim” dedik, Funda.

Didier Dumas gözlüğünü masaya koydu. Etkileyici olacağını düşündüğü bir ses tonuyla “Onca kitap arasından bula bula Abidin’i buldunuz demek” dedi. Sonra da güldü. “Gerçi böylesine güzel bir kiracımın ancak böylesine güzel bir edebi zevki olur.” İhtiyar flört salvolarına başlamıştı. “Genç adam, böylesine güzel bir sevgiliye sahip olduğun için kendini saçlı hissetmelisin” dedi, hiç bana bakmadan. “Biz sevgili değiliz” Funda’nın ağzından o an en son çıkması gereken cümle çıkmıştı. “Demek hâlâ açılamadın genç adam Matmazel’e? Ne yazık, zaman geçiyor. Geç kaldığına üzülme”.

İnanılmaz bir şekilde olaylar Abidin Sermet’ten adı henüz konmayan ilişkimize gelmişti. İhtiyar işini iyi biliyordu ama ben de yılların gazetecisiyim elbette. Konuyu değiştirmek için sorularımı yazdığım not defterimi çıkarmaya hazırlarken, elinde buzlu bardakta limonataların olduğu bardağı taşıyan, beline kadar gelen siyah düz saçlı, uzun boylu, mini kot şortu, beyaz askılı tişörtüyle bir kadın çıplak ayaklarıyla bahçeye girdi. Dudağına yakın, sağ yanağında noktayı andıran beni vardı. İnsanı etki alacak bir gülümsemeye sahipti. Hiçbir şey söylemeden limonataları masaya koyup gitti. Dumas, “Merci Angelina” dedi, arkasından. Kimdi ki bu kadın sevgilisi mi, arkadaşı mı, yardımcısı mı?  Dumas, dikkatimizin dağıldığını anlayınca bir açıklama yapma ihtiyacı duydu. “Angelina, kişisel yardım” dedi.

Sigara paketinden bir sigara çıkarıp yaktı. Dumanın tamamını içine çekti neredeyse. “İsterseniz söyleşiye geçelim” demeye hazırlanırken, Dumas, konuyu bu sefer de başka bir yere getirdi. “ Barınma artık dünyanın temel sorunu. Kiralar pahalı, evler eski. İğrenç bir denklem. Barcelona mesela, rezalet durumda. Yerli halk kalacak yer bulamıyor. Turistler her yerde. İnanır mısınız, ben buraya taşındığımda üç tane yapı ya vardı ya yoktu. Akın akın gelmeye başladılar. Neyse ki, ben güzel kiracım sayesinde böyle sorunlarla karşılaşmıyorum.” Yüzünü Funda’ya dönmüştü tamamen. Dumas, bu çapkın salvolar üzerine bir hayli çalışmıştı ki belli ki ve böylesine ucuz numaralarla kadınları kandırabileceğini düşünüyordu hâlâ.

“Teşekkür ederim.” dedi Funda mahcup bir ifadeyle.

“Açıkçası beni aradığınızda bozulmuş bir kombi veya tesisat sorunu için aradığınız düşünmüştüm ve korkmuştum. Soru beklemediğim yerden geldi. Demek Abidin’i  arıyorsunuz. Herkes onu arar.” dedi şen bir kahkahayla.

Zamanımız azdı ve günün yarısını hiçbir şey yapamadan geçirmiştik. Artık ipleri ele almanın zamanı gelmişti. Yoksa hem Funda’yı hem de Abidin Sermet gizemini kaybedecektim.

“Onu en son ne zaman gördünüz?” dedim, ciddi bir ses tonuyla.

Dumas, beni ciddi  bir ifadeyle süzdü. Aramızda kısa bir rekabet ortamı doğmuştu. Otorite, güç ve tüm bunların ortasında Funda.

“Arkadaşınız tam bir gazeteci Funda. Hemen yanıt almak istiyor. Hayat böyle bir şey değil. Mösyö.”

“Sizin zamanınızı almak istemiyoruz, o yüzden konuya girmek istedim.”

Sigarasını söndürdü Dumas.  Burnundan kalan dumanı bir boğa gibi dışarı savurdu.

“Abidin’i 30 yıldır görmedim. Açıkçası o gün evde, bu kitabı imzalayan kişinin Abidin olup, olmadığından bile emin değilim. Onu ilk ve son kez orada gördüm. Evimdeki partiye gelmişti Sanırım yanında bir ya da iki yazar daha vardı. Onlar da Türk’tü”

Bu adam ya bunamıştı ya da bizim kafamızı karıştırmaya çalışıyordu.

“Nasıl yani?”

“Mösyö 30 yıllık bir  hatırayı bu kadar net hatırlamamı beklemiyorsunuz galiba… Adlarını hatırlamıyorum. Şiir kitabım yeni çıkmıştı. Ev çok kalabalıktı. Matmazel şimdi orada teşrif ettiği için daha iyi bilir. Salonum geniştir ama o kadar çok insan vardı ki o gün kutu gibi olmuştu. Ne gündü ama!”

Dumas, durdu sessizliğe gömüldü.

“Size kitabını imzalayan kişinin Abidin Sermet olduğundan neden şüphe ettiniz?” soru bu sefer Funda’dan gelmişti. Aramızdaki erkek rekabetini sezmişti belli ki…

“Çok zekice bir soru bu matmazel. Abidin’in kitapları o tarihlerde Fransızcaya yeni çevrilmeye başlanmıştı. İnsanlar onun kitaplarını merakla okuyor ve benzersiz olduğunu düşünüyordu. Gençtim, yeniye meraklıydım. Ben de aldım okudum ilk fırsatta ve çok beğendim. Sonra çevrilen tüm eserlerini okudum. Bu en az sevdiğim kitabıydı.”

Bir sigara daha yakma ihtiyacı duymuştu. Ben de limonatanın sonuna gelmiştim. Bardağın dibindeki buzlar dudağıma deyip duruyordu.

“Kim tanıştırmıştı bizi, bir yayıncı olabilir. Bak bu Abidin Sermet diye tutup kolundan getirmişti. Ayak üstü öyle laflamıştık. Sessiz, biraz içine kapanık biriydi ama nüktedandı. En az sevdiğim kitabın bu demiştim bir ara galiba. Gecenin ilerleyen zamanlarında içkinin etkisiyle böyle bir muziplik yapmak istemişti. Onun Abidin Sermet olup olmadığından şüphe etmemiştim. Hatta onun münzevi ve neredeyse hayalet gibi yaşadığından da bir haberdim. Neyse, o geceden beş yıl sonraydı sanırım. Frankfurt Kitap Fuarı’nda bir söyleşim vardı. Söyleşi bitti yemeğe gittik. Yayıncım, çevirmenim ve birkaç yazar arkadaş. Laf döndü dolaştı Man Booker Ödülleri’ne geldi. Abidin Sermet’in yazdığı son romanın İhtimaller Kuşağı’nın kısa listeye gireceği ve kazanacağı söyleniyordu. Klasik edebiyat tartışması oldu. Hasetlik, kıskançlık, ödüllere güvensizlik ve aşırı övgü. Masadakilerden biri onu hiç gören oldu mu diye sordu. Abidin’in şöhreti arttıkça görünürlüğü azalıyordu. Onu edebiyat çevrelerinde tanıyan neredeyse kimse yoktu, bu tuhaf bir durumdu gerçekten. Neyse, yanımda duran İsviçreli bir yayıncı pişkin bir ifadeyle ben tanıştım dedi. Sarhoş olmaya başlamıştı ve tüm sırlarını ortaya dökecek gibi duruyordu. Bir an için araya girmek istedim çünkü bu Abidin’in yaşamıydı. Engel olamadan telefonunu çıkarıp, Abidin Sermet’le çektirdiği fotoğrafı masadakilere gösterdi. Fotoğrafı görmemle irkilemem bir oldu çünkü benim tanıdığım Abidin bu değildi. Evimde tanıştığım bıyıklı, kıvırcık saçlı, büyük çerçeveli gözlükler takan bir adamdı. Beyrut’tan gelmiş gibiydi. Fotoğraftaki mavi gözlü, kumral saçlı delikanlıyla hiçbir alakası yoktu. “Bu adam Abidin değil dedim” Masa buz kesti. İsviçreli yayıncı nasıl olur dese de evimdeki hikâyeyi anlattım. O da benzer bir hikâyeyi yaşamıştı. Berlin’de yazarların, sanatçıların bir araya geldiği bir akşam yemeğinde tanışmışlardı. Kitapları henüz yeni Almancaya çevriliyordu. İkimiz de ayrı zamanlarda ayrı kişilerle aynı hikâyeyi yaşamıştık. Sonuç: Abidin Sermet kim bilmiyorum”

Funda ile birbirimize baktık. Bu nasıl olabilirdi? Dumas, yalan mı söylüyordu? Nasıl bir şeydi bu yaşadığımız?

“Bu kadar Abidin muhabbeti yeter. Size evimi gezdireyim. Hayatımın yarısı hayal kırıklıkları yarısı da keyifli anlardan ibaretti. İşin sonunda teraziye ikisi de eşit miktarda sıralanır.”

Dumas, Funda’nın koluna girip, ödülleri, Jane Birkin’le çekilen fotoğrafları, kitapları, dünyanın çeşitli yerlerinden topladığı objeleri, eşyaları göstermeye başlamıştı. Dumas, hamlesini beklemediğim yerde yapmıştı. Yalnız başıma kalmıştım salonun ortasında. Önümde bir İran halısı vardı. Püskülleri deforme olmuştu. Küçücük bir klima sehpanın üzerinde dönüp duruyordu.

Bu sırada Angelina, beyaz renkli ojeli parmaklarıyla koluma girerek beni ön bahçeye çıkardı. Deniz tam karşımızdaydı. “Güneş batmak üzere. Bu saatte içeride durulmaz” dedi, ardından üzerindekileri çıkararak havuza atladı. Güneş büyüleyici bir şekilde batıyordu. Angelina, havuzun içinde sırt üstü yüzüyordu. Etrafı kızıllık kaplamıştı. Denizi yüzeyi sarı ışıklarla ışıl, ışıl gözüküyor, bir yelkenli ufukta ilerliyordu. İçeriden de Dumas’ın kahkahaları geliyordu. Gidip onlara bakmak istemiyordum. Tek tesellim yaşlı kurtun demode şakalarına Funda’nın yanıt  vermemesiydi. Şezlonglardan birine uzandım. Güneşi izlemeye başladım. Angelina, sağ tarafımdaydı, havuzun içinde dalıp dalıp çıkıyordu. Bir ara ellerini mermer taşa koydu ve gülümseyerek bana bakmaya başladı. Saçlarını arkaya doğru taramıştı. Esmer bedeninden ela gözleri parıldıyordu. Bu kadın kimdi peki? Dumas’ın tam olarak neyi oluyordu? “Fazla düşünmemek lazım. Olacak olanlar olur.” dedi. Peki, bu ne demekti şimdi? Angelina havuzdan çıktı. Kusursuz bedeninden su damlacıkları düşüyordu yere. Beyaz havlusuyla kurulanarak yanımdan hoş bir hayal gibi geçti. Güneş battı. Kızıllığından geriye koyu renkli bir mavilik kapladı ortalığı.

Güzelliği bozan Dumas oldu. Funda’nın koluna girmişti.  “Villas, beni bekliyor. Müsadenizle gitmem lazım. Tanıştığımıza memnun oldum.” dedi, Dumas, elimi sert bir şekilde sıkarken.

Seat’e binerken, yaşadıklarımızı düşünmeye başladım. Nasıl bir gündü bu? Abidin Sermet gerçekten var mıydı? Dumas biz doğruyu mu söylüyordu? Funda ile aralarında bir şey olmuş muydu? Yol boyu hiç konuşmamıştık. Galiba yolculuğumuz burada sona eriyordu. O Paris’e, ben İstanbul’a aradığımız hiçbir şeyi bulamadan.

“Biraz önce gittiler, evet. Bu hikâyeye inanmayacaklarına dair şüphelerim vardı ama inandılar. Yazdığın en hikâye bu olabilir. Yok hiç merak etme gerekeni yaptım. Kafaları karma karışık oldu. Sağolsun Angelina da rolünü iyi yaptı. Bundan sonra peşini bırakırlar senin.

Sen de dikkat et artık kendine. Dünya karanlıklar altında değil artık. Her şey şeffaf ve biz hiç olmadığımız kadar çıplağız. Kendine iyi bak dostum. En kısa zamanda görüşmek üzere…” Dumas, kendisini havalimanına götürecek araca binerken telefonunu kapadı. Arabaya bindi ve bugün Abidin Sermet’in onun için imzaladığı kitabı yani en sevdiği kitabını okumaya başladı.

Funda, bir hayli heyecanlı gözüküyordu. Suratı kıpkırmızı olmuştu. Lafa giremeyecek gibiydi.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz