“London calling to the imitation zone,
Forgeet it, brother, you can go it alone
London calling to the zombies of death
Quit holding out and draw another breath
London calling and I don’t want to shout“
Yaklaşık 10 dakikadır birlikte oturuyorduk ama neredeyse hiç konuşmamıştı. Bu ikimiz için de bir ilkti. Suskunluğu yani. Sabiha Gökçen Havalimanı’nın zincir kafelerinden birindeydik. Güneş yaz mevsimine uygun bir şekilde sarı ışıklarını havalimanın camına doğrultmuş, camın kirliliği tüm çıplaklığıyla ortaya çıkmıştı. Üzeri benek benek olmuş camın ardından uçakların biri kalkıyor, biri iniyordu.
Sarı renkli, ince kumaştan dikilmiş ceketinin cebinden bir zarf çıkartıp önüme doğru fırlattı. Zarf bizden önce oturanların etrafa saçtıkları toz şeker, poğaça kırıntısı, kurumuş kahve lekelerinin yer aldığı masanın üzerinde zorlukla kayarak önüme ulaştı. Yüzünde gizemli bir ifade vardı. Takip ediliyormuş gibi etrafa bakıyordu.
“Ne olduğunu anlatacak mısın?” dedim, sabrımı taşıran bir gizem vardı ortada. “Zarfı” aç, sonra detayları konuşuruz. Konuşurken hiç yüzüme bakmadı, çaprazımızda oturan masaya paranoyak bir şekilde bakmayı sürdürüyordu.
Söylemem gerekirse, editörüm Coşkun’un bir dolu saçma özelliği var. Fanatik bir Fenerbahçe taraftarı olmasına karşın hiçbir maçını izlememesi dahası maçtan haberi olmasın diye mezarlıklarda dolaşması, kahvesine hep üç şeker atıp dördüncüyü ağzında çiğnemesi, kötü şans getirir diyerek kimsenin elinden meyve bıçağı almaması, aklıma ilk gelenler. Ama bu gizem yeni çıkmıştı ortaya galiba. Suskunluk ve paranoya halleri. Casus filminin içindeydik sanki daha doğrusu Coşkun, öyle davranıyordu.
Aslına bakarsanız, bir tuhaflığın olduğunu sabahki telefon konuşmamızdan anlamıştım. “Hemen pasaportunu ve çantanı hazırla. Bir saat içinde havalimanında buluşalım.” demişti. Üzerine de “Telefonda konuşamam, yüz yüze oturmamız lazım” diye de eklemişti. Neler oluyordu? Bu gizem nereden çıkmıştı şimdi? Şimdi de önümde sarı renkli bir zarf vardı ve halen hangi hikâyenin içinde olduğumu bilmiyordum.
Zarf kuş gibi hafifti. İçinde bu kadar değerli ne olabilirdi? Coşkun’un bir başka saçmalığı olarak sımsıkı kapatılmış, üzeri mühürlenmiş zarfı zorlukla açtım. İçinden Türkiye’ye ait olmayan bir telefon numarasıyla, uzaktan çekilmiş, ağaçlıklı bir yol üzerinden yürüyen kırlaşmış saçları, hemen hemen 70 yaşlarında ama yaşına göre bir hayli genç gözüken bir adam vardı. İlk defa gördüğüm ve benim için pek bir anlam ifade etmeyen fotoğrafa bakıp “Bu kim?” diye sordum haliyle. “Abidin Sermet, meşhur hayalet yazar. Yıllardır kimseyle konuşmadı, tek bir fotoğrafı bile çekilmedi. Nerede yaşadığı, neler yaptığı bilinmiyor. Birçok insana göre de aslında böyle biri bile yok. Tamamen uydurma bir isim. Elindeki fotoğraf ise tam tersini söylüyor. Böyle biri var. Fotoğraf da yeni, geçen haftadan. Londra’da sessiz ve sakin bir hayat yaşıyor. Yeni romanı “Sen, Ben ve Evim” geçenlerde yayımlandı. Biz tüm dünya basınını atlatarak kendisini haber yapacağız.”
Abidin Sermet, yazar olarak bildiğim biriydi. Hatta yıllar evvel “Sonlu Saat” romanını okumuştum. Farklı bir dili ve hikâye örgüsü vardı. Türkiye’den böyle bir yazarın çıkmasına şaşırmıştım açıkçası. Fotoğrafı elime aldım. Hayalet yazara şöyle bir baktım. Düşünceli bir şekilde yürüyordu ve fotoğrafının çekildiğinden habersizdi. Ama gerçekten o muydu?
Bir an için masada sessizlik oldu. Havalimanın tüm gürültüsü etrafımıza doluştu. Dakikada bir dönüp duran anons, cilalı zeminde sert bir şekilde sürüklenen bavullar, tek tip renk üniforma giymiş hosteslerin topuklu ayakkabı sesleri…
“Bu adamın gerçekten o, olup olmadığını nasıl teyit ettiniz” dedim, bu sohbetin akşına yakışacak bir kuşkuyla. Coşkun, bu konuda tam bir özgüvene sahipti. “Londra’daki kaynaklarım bu adamın Abidin Sermet olduğunu kesin bir şekilde dile getiriyorlar. İsmini, nerede oturduğunu, oradaki yayıneviyle olan bağını ortaya koymayı başardı. Aslanım! Bu, bir günlük bir hikâye değil. Aylardır peşindeyiz ihtiyarın. Zaten senin görevin bu adamı bulup, son romanı ve münzevi hayatını ilk defa ortaya çıkarmak için ikna etmek. Görevin zor ama başarırsak tarihe geçeriz. İstihbarat yalansa… Onu o zaman düşünürüz şimdi. Bu riski almak zorundayız.” Sonra durdu, önemli bir şeyi söylemeyi unutmuş gibi elini çenesine götürdü. “Şunu söylemem lazım sana; Abidin Sermet laneti diye bir şey vardır edebiyat dünyasında. Birçok insan onu bulabilmek için ömrünü harcadı. Takıntılı hale geldi. Bazıları kendisinin Abidin Sermet bile olduğunu iddia etti. Bu adamın hayatına temas edenlerin başına hep tuhaf şeyler geldi. Dikkatli ol bu yüzden.” Açıkçası şu son uyarıya kadar, dünyanın en basit haberini yapacağımı, Londra’da boş boş dolaşacağımı, publarda içeceğimi, Chelsea’ın stadını gezip, kendime atkı, tişört, forma alacağımı hayal ediyordum ama şimdi bu lanet, manet işleri tadımı kaçırmıştı.
Uçağa bindiğimde kucağımda Coşkun abinin Abidin Sermet üzerine hazırlamış olduğu mavi dosya vardı. Dosyanın içinde Abidin Sermet hakkında bugüne kadar çıkan tek tük haberler ve kitapları hakkındaki bir takım değerlendirme yazıları vardı. Birçok eleştirmen onun tarzının eşi benzeri olmadığını iddia ediyorlardı. Lise yıllıklarında kendisi hakkında tek söylenen şey şuydu: “Sessiz ve içine kapanık arkadaşımız okumayı ve yazmayı çok sever” Yıllardır, bu detay dışında ne kendisinden ne de geçmişinden tek bir iz bırakmamıştı ortalarda. Yıllardır birlikte çalıştığı editörü İdris Tutumlu, bu konu hakkında tek kelime etmiyordu. “Aramızdaki iş birliği ve sır, mezara kadar gidecek diyordu. Edebi mahrem diye bir şey var. Bizi magazinleştirmeyin lütfen” Böyle bir adamı bulup, konuşturmak ve dünyasını ilk defa ortaya açtırmak imkansıza yakındı. Coşkun benden bu sefer imkansızı istemişti.
Uçaktan indiğim zamanda yine yanlış zamanda yanlış yerde olmak gibi tuhaf bir alışkanlığımı hatırladım. Londra’ya geldikten kısa bir süre sonra önce tuhaf saçlı Boris Johnson hükümeti düştü ardından Kraliçe Elizabeth hayatını kaybetti. En fenası da tüm şehri kasıp kavuran sıcak havaydı. Henüz Haziran sonuydu ve Londra’da art arda sıcaklık rekoru kırılmıştı. 25 derecede “Esmiyor” şikâyeti yapılan bir şehirde 35 derece doğrudan cehennem kapılarının açık unutulması demekti. Beklenmedik sıcaklık, yağmura alışkın İngilizlerde bir tür şok dalgası yaratmıştı. Kimse sıcak havalarda ne yapılacağını tam olarak bilmiyordu bu yüzden hükümet sıcaklıkla mücadele rehberi adı altında bir rehber bile hazırlamıştı. “Su için”, “Şemsiyenizi unutmayın”, “Gölgelerden geçin”, “Öğlen bira içmeyin” (Bu uyarıyı büyük harflerle vermişlerdi)
Sokaklar ıssızdı. İngilizler, ilk defa böyle bir düşmanla karşı karşıya kalmışlardı. Küresel ısınma bu şekilde devam ederse meşhur İngiliz romantizmi ve melankolisi yerini Akdeniz neşesine bırakacak, yüzyıllardır devam eden bir kültür ortadan kalkacaktı. Böyle bir durumda tüm kariyerini mikrofon başında ağlayarak şarkı söyleyerek geçiren Thom Yorke gibi dertli müzisyenler zor durumda kalacaktı.
Havalimanında beni üniversiteden sınıf arkadaşım Ercan karşılamıştı. Bundan 5 yıl önce eşi Seda’yla Ankara Antlaşması’ndan faydalanıp Londra’ya taşınmıştı. Ercan, Londra’ya geleceğimi duyunca “Seni otel köşelerinde asla bırakmam, bizde kalıyorsunuz” demişti. Ercan’a Abidin Sermet avında olduğumu söylememiştim, bir müzisyenle röportaj yapacağımı ve kısa kalacağımı söylemiştim. Abidin Sermet işi gizli kalmalıydı.
Evleri Kuzey Londra’da West Ham yakınlarındaydı. Londra 2000’li yıllarla birlikte büyük bir değişime girmişti; kentin merkezi ‘soylulaştırma’ adına lüks konutlar, alışveriş merkezleri ve lokantalarla çevrelenmişti. Konut fiyatlarının yükselmesine paralel Londra’nın kuzeyi ve güneyi arasında ciddi bir ekonomik farklılık oluşmuştu. Kuzey Londra’da daha çok göçmenler, işçi sınıfından insanlar yaşıyordu. Tüm yolculuğumuz boyunca alışamadığım bir şekilde sağımda direksiyon başında oturan Ercan, mahallerinde Ali isimli Malatyalı bir marketin olduğunu, adamın ufak yaşlardan itibaren İngilizceyi burada öğrendiğinden BBC Radyo programı sunucuları gibi konuştuğunu söylemişti.
Ercan’ı en son bir yıl önce Ankara’da kısa süreliğine görmüştüm. Ailesini ziyaret gelmişti. Keyfi yerindeydi, görünüşe göre hâlâ öyleydi. Brexit sonra Boris Johnson hükümeti saçmalıkları derken bir anda pasaport, vatandaşlık hakkı ve ekonomik belirsizliklerle karşı karşıya kalmışlardı. Çalıştığı şirketler batmış, bir süre işsiz bile kalmıştı. Şimdilerde Londra’da reklamcılıkla uğraşıyordu eşi de göçmen bürosunda çalışıyordu. Vatandaşlığı geçtiğimiz aylarda almışlardı ama işsiz kalma tehlikesi halen sürüyordu.
Seda ve Ercan’ın evleri iki katlı küçük bahçeli tipik bir İngiliz eviydi. Bahçede evin çatısını geçmiş bir ceviz ağacı, duvar kenarında ufak bir bostan ve bakımsızlıktan taze yeşilliğini yitirmiş bir çim vardı. Ercan hem iş yoğunluğundan hem de tembelliklerinden bahçeyle ilgilenemediklerini yakınıyordu.
Ercan, buzdolabına kafasını sokmuş alışveriş poşetlerini yerleştirirken benimle de konuşmayı sürdürüyordu. Sesi uzak bir ülkeyle yapılan bir telefon konuşması gibi tınlıyordu “Bu ne sıcak ya! Oğlum İngiltere’de böyle sıcak olacak iş değil. İklim krizi canımız çok yakacak. Ha, akşama Seda’nın bir arkadaşı Ecem de gelecekmiş bize. Kız iki gün sonra başka bir ülkeye taşınacakmış, Trinidad ve Tobago’ya galiba… Öyle olunca aynı güne denk geldiniz. Sorun olmaz mı değil mi?” “Yok canım ne sorunu olacak.” dedim, kayıtsız bir ifadeyle. Ercan, inilmesi ve çıkılması zor bir mağaradan çıkmış bir surat ifadesiyle “Biraz değişiktir ama iyidir. Farklı dünyası var. Dövmecide çalışıyordu buraya. Trinidad mı neyse adı işte, oraya da dövme sanatını geliştirmek için gidecekmiş. Manchester United’a oynayan Yorke mu oralıydı?…”
Masa üstünde yarısı dolu kahve fincanına, kahvaltından kalan ekmek kırıntılarına, yarısı su dolu sürahiye bakıyor ve tamamen yabancısı olduğum eve alışmaya çalışıyordum ki, Abidin Sermet’in son romanı “Sen, Ben ve Evim”le karşılaşana dek. Romanın yarısına kadar gelinmişti, okunan son sayfanın arasına bira altlığı konmuştu. “Abidin Sermet mi okuyorsun?” diye sordum, meraklı bir sesle. Domatesleri tek, tek buzdolabına yerleştiriyordu “Seda, okudu ilk başta, pek sevmiş. Şimdi de ben okuyorum. Hiç fena değil. Ya, adamın bugüne kadar hiç fotoğrafı filan çıkmamış, ne acayip di mi?”
Açıkçası Ercan’ın söyledikleri bir kulağımdan giriyor, diğer kulağımdan çıkıyor. Bir tür kelime tramvayı oluşmuştu. Tüm harfler saygısız bir şekilde duraklarda iniyordu. Yapmam gereken daha önemli bir iş vardı: Evet, Abidin Sermet’e ulaşmak. Yorke’un nerede oynadığı veya Ecem’in kariyer planlaması önemli değildi. Bahane uydurarak, Ercan ve mutfak macerasını geride bıraktım. Adım attığımda sihirli bir halı gibi oynayan küçük halıyı geçtim. Bahçeye açılan kapının önünde durup, cebimdeki telefon numarasını çevirdim. Telefon faturasını Coşkun abi ödeyeceği için istediğim kadar uzun konuşabilirim diye düşünüyordum. Abidin Sermet’e ulaşmanın zorluğu kadar ücretini ödemeyeceğim bir telefon konuşmasına sahip olmanın özgürlüğünü hissediyordum. Numarayı çevirdim ilk iki aramada ümidim vardı, üçüncü çağrıda ise acı gerçekler karşıma çıktı. Telefon açılmayacak. Abidin Sermet’e ulaşılamıyor. Bir hayalete yakışan bir tavır. Bu adamla uğraşacağız demek ki…
Ercan, Seda gelene kadar dışarıda bira içme teklifinde bulundu. Hem biraz laflarmışız. Evlerinin paralel sokağındaki Cat&Horses’e gittik. Cat&Horses, Iron Maiden’in ilk kez sahne aldığı bar olarak da biliniyordu. Bar bir tarafıyla müze gibiydi. Her yerde Iron Maiden’a ait başka bir detay vardı. İçeride 1980’li yılların rock parçaları çalıyordu. Barmen Dublin’liydi, Kraliçenin ölümüne hiç üzülmemişti. Şişelerin tam arkasında siyah beyaz Bobby Sands fotoğrafı asılıydı. Suratı on bardak Guiness içmiş kadar kırmızıydı. Gündüz saati olmasına rağmen içerisi doluydu. Cama yakın masalardan birine oturduk. Kendimize birer Guiness söyledikten sonra sohbete başladık. Birbirimizi 20’li yaşlardan beri tanıyorduk. Sinema televizyon bölümünde okuyan bir öğrenci olarak büyük hayalleri yoktu, memur bir ailenin çocuğu olarak önce ekonomik durumunu garanti altına almak istiyordu. Reklamcılığa da böyle bulaşmıştı zaten. İstanbul’a taşınıp, farklı ajanslarda çalışmış sonra da karşısına Seda çıkınca soluğu Londra’da almıştı.
İçilen Guiness miktarı arttıkça sohbet ister istemez genelden özele gelmişti. Ercan, onunla ayrılığımıza çok üzülmüştü. Dördümüz en son bir yıl önce Ankara’da buluşmuş Londra planları yapmıştık. Hayat plan yaparken başınıza gelen bir şey olduğunu bir kez daha hatırlatmış ve ben buraya tek başıma gelmiştim işte.
Eski günlerdeki gibi yine çok içmiştik. Sıcak hava bira etkisini arttırıyor ve sarhoşluğumuzu derinleştiriyordu. Harfler yuvarlanmaya başlayınca hesabı alıp, sallana sallan eve gelmiştik. Seda bizi kapıda karşılamış, sarhoş olduğumuzu anlamıştı. Ercan’a doğru göz devirmiş, ben misafir olma imtiyazını kullanarak doğrudan salona geçmiştim. Ecem henüz gelmemişti. Mutfaktan harika kokular geliyordu. Sigara içmek için arka bahçeye çıkıp Abidin Sermet’i bir kez daha aramıştım yine açan olmamıştı. Sinir bozucuydu, bütün bir yolu Abidin Sermet’i bulamamak için gelmiştim resmen. Belki de gerçekten böyle biri yoktu. Coşkun abinin kaynakları yalan söylüyordu, her kır saçlı, Londra’ya yaşayan Türk, Abidin Sermet olacak diye bir şe yoktu. Ona ulaşamadığımı Coşkun abiye ilettiğimde, yanıtı keskindi “Yarın bir evine uğra istersen adam yaşlı, aradığını görmemiştir”. Coşkun’un yaşlı ayrımcılığı bir yana hiç bilmediğim bir yerde hiç tanımadığım bir adamı bulmak zorundaydım.
İkinci sigaramın sonuna gelirken Seda’nın Ecem arkadaşı geldi. Kızıl uzun saçları, yeşil gözleri, kollarında da dövmeler vardı. İlk tanışmada üzerinizde etki bırakan bir güzelliği vardı. Güldüğünde dudakları çarpık hale geliyordu ve bu ona çok yakışıyordu. İnsana hep başka bir ihtimali sorgulatan cinstendi.
Yemekten sonra Seda ve Ercan bize misafir torpili çekerek, masayı toplamamıza ve bulaşıklara yardım etmemize izin vermediler. Ecem’le elma ağacının altındaki masada yarım rakılarımız, meyve tabağı, Türk kahveleri ve izmarit dolu bir kül tablasıyla oturuyorduk. Gün boyu Ercan’ın “Bu nasıl hava ya, Antalya’dayız” sanki şeklinde sürdürdüğü sıcaklık, akşam olunca hoş bir serinliğe bırakmıştı. Gökyüzünde yatsı uzun bir bulut kendi halinde süzülüyordu. Onun ardından da tüm heybetiyle dolunay ortaya çıkmıştı. Ecem, heyecanla dolunayı gösterdi “Çok güzelsin yine! Biliyor musun Çerkez masallarında dolunay önemli bir yer tutar.” dedi, sonra da o karakteristik gülüşünü yaparak “Bizde, biraz Çerkezlik var” diye ekledi. “Söylemesen hiç belli olmayacaktı” dedim müstehzi bir oyuncuya bürünerek. Şakama kısa bir gülüşle yanıt verdi. Komik değil ama sempatik bir şakaydı yanıtıydı bu.
Ecem’e göre dolunay insanlar üzerinde farklı etkiler bırakabiliyordu. Ecem, rahat biriydi hızlı samimiyet kurabiliyor, aynı anda birden fazla konu üzerine konuşabiliyordu. Dolunay, Çerkez masalları, çizerlik, oyunculuk denemesi, çizgi film geçmişi, dövmeyle olan bağı ve astrolojiyi bir şekilde aynı cümle içerisine sığdırmıştı. Onun heyecanlı anlatımı, daldan dala konan konuşması aklıma Abidin Sermet’in Sonlu Saat romanını getirdi. O romanda da çok hızlı konuşan, farklı meslekler yapan, dünyayı dolaşan bir kadın karakter vardı. Karakter fotoğrafçı olmak istiyordu ve dünyayı dolaşmaya karar veriyordu. Sonlu Saat onun zaman ve mekanla kurduğu ilişkiyi metaforik olarak tarif ediyordu. İyi de ben bu bağlantıyı nasıl kurmuştum şimdi? Romanı okuyalı neredeyse 10 yıl olacaktı. Abidin Sermet laneti, yoksa!
Ona yetişebilmek için dikkatimi hiç bozmamaya çalışıyor, konu bağlantılarını bir şekilde birbirine bağlamaya çalışıyordum. Mesela akrep burcu olduğunu, yükselenin de boğa olduğunu öğrendiğim anda bu konuyla ilgili tek bilgim olan kova burcu olduğumu söylemiştim. Burcumu öğrenince şaşırmıştı. Hiç kova gibi durmadığımı uzaktan soğuk, mesafeli, hatta duygusuz durduğumu söyledi. “Olsa, olsa senden yay olur” dedi. “Kovalar ve akrepler çok iyi anlaşır biliyor musun?”. Burçlara inanmıyordum ama Ecem’e inanabilirdim. Pozitivizm de bir yere kadardı. Burçlarımız bu kadar uyumluysa biz de uyumlu olabilirdik.
Instagram hesabından yaptığı dövmeleri göstermek için yanıma yaklaştı. Saçları omzuma doğru düştü. Parfümünün kokusunu, yanaklarındaki çilleri, yeşil gözleri çok yakınımdaydı. Sıkıcı bir Instagram profili gezmesi, erotik bir ana dönüşmek üzereydik. Dolunayın çekim gücü bu olabilir miydi? Keşke orta okulda fizikle daha çok ilgilenseydim. Seda ve Ercan tatlılarla yeniden masaya geldiklerinde, tekrar eski mesafemize dönmüştük arada kaçamak bakışlarla birlikte.
Sabah Ercan ve ben baş ağrısıyla, içkiyi kontrollü bir şekilde içen Seda sağlam bir şekilde uyandı. Ecem ise gecenin ilerleyen saatlerinde evine dönmüştü. Kahvaltıdan sonra Abidin Sermet’i bir kez aradım yine açmadı. Bugün yollarda mecburen Abidin Sermet’in evini bulmaya çalışacaktım. Hava yine sıcaktı. Gökyüzünde Londra’yla özdeşlemiş tek bir yağmur bulutu yoktu. Üzerimde Jack Nicholson’ın Passenger filminde giydiği gri renkli Flash Cadillac desenli tişörtü vardı. Abidin Sermet’in evi Greenwich civarındaydı. Gizemli yazarı bulabilmek için sıfır noktasına kadar gitmem gerekiyordu. GPS ve eski usul adres yordamıyla evi buldum. Tuhaf bir şekilde evin içinde hayat belirtisi gözükmüyordu. Perdeler sımsıkı çekilmiş, bahçedeki otlar çürümüştü. Posta kutusunun içi faturalarla dolmuştu. Şansımı denemek için zile basıp, beklemeye başladım ama kapı açılmadı. Evde yüzyıllardır kimse oturmamış gibiydi. Artık bu oyundan giderek sinirlenmeye başlıyordum. Benden kaçabilirsin ama saklanamazsın Abidin Sermet. Senin lanetine de inanmıyorum! Açmak zorunda kalacağın Instagram hesabın benim elimden olacak. 40 yıllık suskunluğun bedelini her yerden ulaşılacak hale gelerek ödeyeceksin! Adama kinlenmiştim bir anda. Sakin olmam lazımdı.
Eve meraklı gözlerle baktığımı gören, ayağında çorapları ve sandaletleri, sıcaktan kızarmış yanakları, buz mavisi gözleri ve kır saçlarıyla Marmaris’te organik peynir peşinde koşan bir turiste benzeyen yan komşu, pencereden kafasını uzatarak, “Delikanlı, o ev neredeyse iki yıldır kapalı. Hiç kimseyle konuşmayan, tek başına yaşayan biri oturuyordu. Geceleri geç saatlere kadar oturur, bir şeyler yazıp, okurdu. Bir hayalet gibi yaşıyordu, evden ayrıldığını haftalar sonra öğrendik. Eğer, Queen English Learning kursunda öğrendiğim İngilizcem beni yanıltmamışsa Abidin Sermet diye biri gerçekten vardı, bu iyi haber! Kötü ve tuhaf olan ise fotoğrafın geçen hafta çekildiğinin iddia edilmesi ama Sermet’in yıllardır burada oturmaması. Peki, hangisi gerçek?
Tuhaf bir oyunun içine düşmüştüm sanki. Abidin Sermet, zamanı ve mekânı bükebilen, orada istediği gibi dolaşan biriydi. Hem buradaydı hem yoktu. Peki, bu adam neredeydi? Kafam sıcaktan bulamaç olmuştu. Ercan’ın dediği kadar vardı hava Antalya sıcaklarına benziyordu. Londra bu haliyle hiç çekilmiyordu ve Abidin Sermet hiçbir yerde yoktu. Kendimden Kaçarken kitabında “İnsanın varlığı, onu düşünenler kadar vardır” yazıyordu. Abidin Sermet’in kurduğu dünya da kişiliği de bu cümleyle ne kadar benziyordu.
Yarım saattir yürüyordum ama yolda Abidin Sermet benzerine bile rastlamamıştım. Sanki kendisini de benzerlerini de bir şekilde ortadan kaybetmeyi başarmıştı. Yol boyu, olabildiğince tüm turistik mekanlardan uzak durarak dinledim, düşündüm. Adanalı bir dönerciyle tanıştım. Lübnanlı bir tatlıcıda künefe yedim. Bir barda oturup ekranda duran İngiltere alt küme maçlarından birini izleyip bira içtim. London Eye’ın bulunduğu yere yakın lüks alışveriş dükkânın önünde birkaç Türkiyeli ünlü oyuncu gördüm. Abidin Sermet’ten tek bir haber alamadan eve dönmeye, Coşkun abiye kötü haberi vermeye hazırlanırken, birinin bana seslendiğini işittim. Arkamı döndüğümde sesin sahibinin Ecem olduğunu gördüm. Onu görünce suratıma aptal bir gülümseme yerleşti. Bugün dövmecide işler erken bitmiş, randevuya gelmesi gereken biri de gelmeyince tüm öğleden sonra ona kalmış. Ecem, dün geceki enerjisini koruyan bir beden diliyle buralarda ne yaptığımı sordu. Saçlarını toplamıştı. Yanakları sıcaktan kızarmış, çilleri ortaya çıkarmıştı. Abidin Sermet’ten ona bahsedemezdim. Röportajı yapacağım kişi ekti beni dedim, bir doğruyu farklı bir yalanla söyleyerek. “Görünüşe göre ikimiz de ekildik” dedi, gülümseyerek.
Şehrin içerisinde Ecem’in sevdiği rota üzerinden yürüdük. Sıcak hava ve yürüyüş karnımızı acıktırmıştı. Ecem, bu civarda Padella isimli harika bir makarnacı biliyordu. Kendisi vejetaryendi ve bu konuda çok hassastı. Londra’da makarna yiyeceğim aklıma gelmezdi ama yedim. Makarnaları eh işte seviyesindeydi. Dükkânı üç İtalyan kardeş açmıştı. Üçü de beyaz önlükleri, saçlarına bulaşmış unlar ve yorgun yüzlerle kapının önünde hiç konuşmadan sigara içip dinleniyorlardı.
Soslu spagettisini ustalıkla çatalına takarak döndürdü. Geçmişi geri sarmış gibi ayrıldığı sevgilisinden (3 yıldır birliktelermiş), çizgi film yapma hayallerinden, doktora çalışmasından, tez danışmanın hıyarlıklarından, astrolojik uyumlardan, kötü enerjilerden bahsetti. Bir terapi koltuğunda oturuyormuş gibi tüm detayları şeffaflıkla anlattı. Ecem, ilişkilerde, iletişimde hesap, strateji yapan biri değildi içinden ne geçiyorsa söylüyordu. Tıpkı Sonlu Saat romanındaki karakter gibi. Ne çok benziyorlar birbirlerine. Sohbetin bir yerinde telefonundan bir fotoğraf açıp, döndürüp bana gösterdi “Sence bu ne?” diye sordu hınzır bir gülüşle. Ekranda yan yatmış bez bebeğe benzeyen ama yüzü, saçı hiçbir şeyi olmayan tuhaf bir şey vardı. “Bez bebek?”, “Yaklaştın ama değil. Bu beni aldatan, terk eden eski sevgilim için yaptığım Voodoo bebek.” Tedirgin olmuş, elim istemsizce kıçıma doğru gitmişti. Sanki paralel bir evrende benim için yapılmış bebeğe iğneler batırılıyordu. Ecem’i kızdıracak bir şey yaparsam kıçımın üstüne oturamama tehlikesiyle karşı karşıyaydım. Ecem, tedirginliğimi anlayınca “Merak etme sana böyle bir şey yapmam. Kovalar ve akrepler iyi anlaşılır demiştim bak ne güzel anlaştık” dedi. Akşam güneşi Ecem’in yeşil gözlerini tüm güzelliğiyle ortaya çıkarmıştı. Ona karşı ilgimin farkında olan ve oyunu sürdürmeyi isteyen Ecem, beni evine davet etti. Dolunayın etkisi, Venüs, Jüpiter kavuşumu, akrep-kova burcu uyumu nedeniyle bu teklife hayır diyemezdim. Hayatımın geri kalanında astrolojiye inanacaksam bundan daha iyi bir an olamazdı.
Evi Enver ve Seda’nın evine 45 dakika mesafede bir beş katlı apartmanın giriş katındaydı. İçerisi çok dağınıktı. Masanın üzeri dövme malzemeleriyle, dün geceden yanan bir tütsü, çizgi film için çizilmiş kağıtlarla doluydu. Ve elbette artık şaşırtıcı olmayan bir şekilde Sonlu Saat romanı vardı. Romanı bitirmek üzereydi. Arasına ayraç bile koymadan öyle kapağını ters çevirip koymuştu masaya. Abidin Sermet’in kendisi ortalarda yoktu ama her yerde karşıma çıkmayı başarıyordu. Ölümsüzlüğün ve varlığın sırrına vakıf olmuştu sanki. Kendisi yoktu ama varlığı her yerdeydi. Onu aramak beyhude bir çabaydı, o yaşarken hayalete dönmeyi başarmış biriydi. Hayaletler ancak ona görülmek isteyenlere görünürdü. Abidin Sermet’i unutmak en iyisiydi belki de.
Televizyonun yanında dolunay motifli gece lambası, duvarda Hindulara ait poster vardı. Ecem, gün boyu havasız kalmış evin tüm pencerelerini açarak, atmosfer temizliği yaptı sonra da dolaptan bira getirdi. Ercan’a sorduğum gibi kitabı elime alıp, kaldığı yeri unutmasın diye parmağımla ayraç yaptıktan sonra “Sonlu Saat okuyorsun demek. Nasıl gidiyor?” Ecem, kitaba şöyle bir bakıp “Abidin Sermet, tam benim yazarım. Birçok karakterini kendimle özdeşleştiriyorum. Bugüne kadar hiç gözükmemesi de harika bir şey! Üstelik bu çağda, çok takdir ediyorum kendisini”
Tüm gün Londra’yı kavuran sonunda güneş batmıştı. Gökyüzünde Turner tablolarını anımsatan renk paletleri oluşmuştu. Sigaralarımızı içerken Ecem, yanıma yanaştı. Kolundaki dövmeleri artık daha yakından görebiliyordum. Omzunda büyük bir çiçek, kolunda ise Hintçe yazılmış bir motif vardı. Artık bu mesafeden dönüş olamazdı, yaşanacaklar yaşanacaktı. Öpüşmeye başladık sonra aynı hızla soyunduk. Salonun ışığı kapalıydı. Sevişirken üzerimize araba farklarının ışıkları düşüyordu. Beyaz teni pürüzsüzdü, ona dokunmak, öpmek, olmayacak bir mucizeye inanmak gibiydi. Birbirini bir daha görmeyecek olmanın rahatlığı, özgürlüğü ve tutkusu vardı üzerimizde.
Seviştikten sonra birer bira daha içip sessizlik içinde müzik dinledik. Ecem, bir ara bana dönerek, “Sen hiç kendini anlatmıyorsun. Geçmişinden bu kadar az söz eden biri mutlaka bir şeylerden kaçıyordur.” dedi. “Bazen bazı anlarda geçmişi konuşmak, şimdiki zamana haksızlık” dedim. İkna olmamıştı. “Fazla edebiyat yaptın” dedi. Sonra da avucumu eline aldı. Parmağının ucuyla çizgilerin üzerinde gezindi. “Birini arıyorsun, buraya onun için gelmişsin, herkesten gizlemek zorunda olduğun bir şey için. Ama onu bulamayacaksın bir süre daha ve aramaya devam edeceksin, bu yol sonu seni evine çıkaracak. Ve aradığını bulacaksın ama zamanı var”. İçimden bunları nereden biliyor diye geçirdiysem de, Ecem’e bu sırrı açıklayamazdım. Abidin Sermet, henüz dünyaya kendini göstermek istemiyordu, buna şimdilik saygı duymalıydım ve ona soracağım ne varsa yüz yüze sormalıydım.
Peki, ikimiz için bir ortak gelecek var mıydı? Hiç sanmam. İkimizin de yolu uzun ve güzergahlar farklıydı. Ben yaşayıp, yaşamadığı belli olmayan bir adamın peşindeydim, o ise atlasta yerini gösteremeyeceğim bir adaya yerleşmek üzereydi. Hayat bizi tüm yönsüzlüğü ile bu kısacak anda buluşturmuştu. Ben onun için yol üstünde karşılaşıp, iyi vakit geçiren ara durakta inecek bir yolcuydum. Biz hiç başlamamıştık zaten, başlamayacaktık, zaman bizi hızla kum tanesine dönüştürecekti ancak hatırlandıkça var olan bir hikâyenin parçasına… Kelimeler önemliydi özellikle birisi için özenle seçilmiş kelimeler her şeyden önce aidiyeti temsil eder. Ben söyleyecek tüm özel kelimeleri onun için söylemiştim sanırım. Aidiyetim ona ve geçmişe aitti.
Ecem’le vedalaştıktan sonra bavulumu toplamadan önce Hyde Park’ta dolaştım. Hava kapanmaya başlamıştı. Güneydoğu tarafından kuvvetli bir gök gürültüsü işitildi. Şimdi Londra, Londra’ya benzemişti. Hep bu anı bekleyen şemsiyeciler parkın etrafına kümelendi. Siyah renkli bir şemsiye aldım. Boş banklardan birine oturdum. Yağmur tanecikleri yere düşmeye başladı. Sigara yakıp, şemsiyemi açtım. Parkın için atlı polis, birisini kovalıyordu onların arkasından biri bağırarak koşuyordu. Sessizce onları ve yağmurdan kaçanları izledim. Bir sonraki durağı saat başı değişen, evinin yolunu neredeyse unutmuş biriydim. Tüm yaşamı geriden izleyen “Sessiz Ankaralıydım” sanki… Yaşanmış tüm güzel hikayeler benden önce yaşanmıştı, dinlediğim müzikler eskimiş, sevdiğim müzisyenler botoks yaptırmıştı. Herkesin birbirine benzediği, ışıltısını kaybetmiş bir çağda her şeyden sıkılan biri olmuştum. İktidar koltuklarında dünyayı yok etmeye yemin etmiş tuhaf siyasetçiler oturuyordu, İngiltere’den grup çıkmıyordu, rock müzik o kadar heyecan verici değildi, filmler bayat, tüm hayatlar birbirine benziyordu. İnsanlar hayatıma girdikleri gibi çıkıyorlardı. Her şey hızla unutulup gidiyordu…. Yağmur altında amaçsızca yürüyordum ve görünüşe göre daha gidecek çok yolum vardı.