İthaka’dan uzakta: Hydra

0
78

Listen to the hummingbird

Whose wings you cannot see

Listen to the hummingbird

Don’t listen to me

Leonard Cohen

“Dünyanın sonunu haberleştirmek ister misin?” Editörüm Coşkun Tufan, birkaç gün önce böyle sormuş ve sonra kendimi Hydra’da bulmuştum. Aslına bakarsanız dünyanın sonu filan gelmiyordu. Her şey Sümer tabletlerinde tesadüfen keşfedilen bir simgeyle alakalıydı. Taşın üstüne oyulmuş, karma karışık şekillerin yer aldığı bir şeyden dünyanın sonunun geldiği nasıl anlaşılmıştı bilinmez ama televizyona her hafta farklı bir uzmanlık alanıyla çıkan birisi tarafından bu iddia atılmıştı. Toprak renklerinde kare şeklindeki tabletin sonlarına doğru büyük patlamayı sembolize eden bir şekil (Dağın etrafında dolaşan bir kartal) ve 2025 yılını ima eden rakamlar vardı. Sümerologlar, kartalın sembolize ettiği şeyi ve onun tam yanında duran rakamları yanlış yerden yorumlamışlardı. Sümerler dünyanın geleceği hakkında sandığımızdan daha çok şey biliyorlardı. Adamın iddiasının en ilginç tarafı şuydu, tüm dünyadaki medeniyet yok olacakken bir tek Hydra Adası felaketten etkilenmeyecekti.

Dünyanın sonunun yaz mevsimine üstüne üstlük, Hydra’da denk gelmesi, insanların tüm ilgisinin Leonard Cohen, güzel yemekler, deniz ve pahalı otelleriyle meşhur bu ufak adaya çevirmişti. Dünyanın sonu günü olarak Sümer takviminde 25 Temmuz olarak görülüyordu. Şimdiden tüm oteller dolmuş, pansiyonlar tedarik sıkıntısı çekmeye başlamıştı. Kalacağım küçük otel için bile araya hatırı sayılır insanları sokmuştuk.

Yapmam gereken öyle büyük işler de yoktu, gün boyu adada turlayacak, buraya gelen insanlarla konuşacak, fotoğraflarını çekecek, hikâyelerini dinleyecek ve gece yarısı düzenlenecek “Dünyanın Sonu” adlı partiye katılacaktım. Her gazetecinin hayali olan hem bedava içki hem de tatil imkânı sağlamıştım hem de kıyametin şafağında. Güzel bir ironi, şayet sabahı görebilirsek sık sık anlatılacak bir anı üstelik.

İnsanların birçoğu haliyle buraya tatile, eğlenmeye gelmişti. Kimse dünyanın sonunun geldiğine filan inanmıyordu. Sokakta karşılaştığım her milletten insanlar, ağız birliği etmişçesine şunları söylüyorlardı: “Bize her gün dünyanın sonu”, “Dünyanın son günü diye, deli gibi içmek istiyorum”, “Dünyanın son gününü sevgilimle geçirmek istedim (Gülüşmeler), bazıları da mesaj kaygılılarını öne çıkarıyorlardı “Savaşlar, hastalıklar, krizler, dünyanın sonu zaten gelmedi mi hocam? Biraz eğlenelim”. Görünüşe göre Stoacılar akşamki partiye, nihilistler anı yaşamaya, pesimistler de hem eğlenip dünyanın ahvaline dert yanıyordu.

Karşılaştığım en ilginç grup ise dünyanın sonunun geldiğine gerçekten inan hatta bununla ilgili tarikat kuran bir ekipti. Yaşları 18 ile 30 arası değişen bu grup simsiyah giyinmişler, hep birlikte hareket ediyor ve gece yarısından sonra başlayacak yeni hayat ve dünya düzenine hazırlık yapıyorlardı. Yaklaşık üç aydır faaliyette olan tarikatın yarım gün oruç tutmak, sadece şarap içmek, Sümer Tanrısı Enki’ye tapınma vardı. İçlerinde farklı milletlerden insanlar vardı. Konuşabildiğim kadarıyla Norveç, Portekiz ve Amerikalı ağırlıklıydılar. İnternetten örgütlenmişlerdi. YouTube kanallarından her gün bu konuyla ilgili içerik üretiyorlardı. Heyecanları gözlerinden okunuyordu çünkü bildiğimiz dünyanın sonu gelmiş, yarın sabah yeni bir çağa uyanacaktık. Bilginin sonsuz olduğu, kardeşlik ve huzur dolu bir dünya…

Tarikatın lideri ise Arjantinli Diego Alcatrez’di. İnsanlığın hâlâ büyük bir olayın başlangıcında olduğumuzun farkında olmadığımızı söylüyordu ciddi bir ifadeyle. Kalın çerçeveli güneş gözlüğü, yanaklarında ise Sümerce yazılmış dövmeler vardı. Ürkütücü biriydi “Son yakın, yarın yeni bir dünyaya uyanacağız. Sonsuz hayat bizi bekliyor” demişti. “Dünyanın en pahalı tatil yerinde, kıyamete maruz kalmamak sınıfsal bir durum değil mi?” sorumu ise, “Yeni çağda paraya ihtiyaç olmayacak” demişti röportajın sonunda. Buradaki genel çoğunluk gibi ben de dünyanın sonun filan geldiğine inanmıyordum ama bu tipler sayesinde haberim zenginleşecekti.

Hydra’nın her yeri karnaval havasındaydı, her yerden başka bir tuhaflık ve farklı bir insan hikâyesi çıkıyordu. Kaptan’la da böyle tanıştım. Kaptan meşhur bir müzisyendi. Lakabını hep deniz üzerine yaptığı parçalardan alıyordu. Müziği bırakınca Hydra’ya yerleşmiş, günlerini bu küçük ama turistler için meşhur adada geçiriyordu. Bana bir keresinde adaları hep çok sevdiğini söylemişti. “Adalar” demişti, “Sevgili dostum, tüm geçmişine elveda diyebileceğin tek yer. Büyük kara parçaları geçmişten izler taşır. Ondan kaçamazsın ama bir defa denizin ortasına geldin mi artık bir tek kendinden kaçarsın. İnsan böyle bir yer ancak kendi kaderine teslim olmaya gelir.” Yoksa ben de mi Hydra’ya kaderime teslim olmaya gelmiştim? Dünyanın sonu benim için esaslı bir metafor muydu? Dış haberler servisinde çalışmayı en çok bunun için istememiş miydim? Biraz uzaklaşmak, her şeyden ama her şeyden… Onunla ayrıldıktan sonra her şey, tüm sokaklar, tüm anlar ona dönüşüp, kaçış alanım iyice daralmışken gidebileceğim en uzak yere gitmek istiyordum. Hydra uzak sayılmazdı ama denizin ortasındaydık işte.

Kaldığım pansiyon, beyaz duvarları olan, arka bahçesinde limon ağaçlarının olduğu, mavi renkli pencerelerinin denize açıldığı bir yerdi. Karadan uzak olmak hâlâ iyi hissettiriyordu. Kendimden mi kaçıyordum yoksa kaçınılmaz sondan mı? Bilmiyorum. İnternet de sağlıklı olarak çekmediği için de dünyadan iyiden iyiye izole olmuştum. Dünyanın sonu gelmişti ve dünyadan hiçbir haber alamıyordum. Üsteliğim mesleğim gazetecilikti. İroni başınıza gelen küçük felaketlerdir işte.

Üç günlük ada deneyimden çıkarabileceğim tek şey su: adada yaşamak günlerin birbirini taklit etmesi demek. Sıkılmak için uygun koşullar vardı ama hava bazen o kadar sıcak oluyordu ki insan hareketsizlikten sıkılmayı bile unutuyordu. Geçmişten kaçmak isteyenler hep belli bir anda mı kalmak isterler? Belki de…

Gündüzleri röportaj yapıyor akşamları ise pansiyonun yakınlarındaki bir meyhaneye gidiyordum. Her mekandan ayrı ayrı yükselen kötü pop ve disko müziklerinden, şehrin tam merkezine kurulan “Dünyanın Sonu Etkinliği” uzaktım. Mekân Hydra limanına yakın bir yerdeydi. Meyhanenin girişinden adanın lego gibi üst üste sıralanmış beyaz duvarlı evlerini net bir şekilde görebiliyordunuz. Mavi beyaz renkli masa ötürü serilmiş masamda çektiğim fotoğraflara, ses kayıtlarına bakıyor diğer taraftan bilgisayarımda editörüm için haber metnini hazırlıyor, uzomu yudumlayıp, gün batımını izliyordum. Müdavimcilik için uygun koşullar sağlanınca, meyhane sahibiyle ahbap olmuştuk bile. Alexis’di ismi. 30’lu yaşlarındaydı, sürekli atlet giyiyordu. Sabahtan içmeye başlıyordu. Göbeği gezegen kıvamına gelmişti. Beyazlamaya başlamış dalgalı siyah saçları, kolunda parlayan altın künyesiyle 1980’li yıllardan çıkmış gibiydi. AEK taraftarıydı. Ailesi İzmir’den gelmiş, benimkiler de Kavala’dan. Türkiye ve Yunanistan’ın önemli bir kesimi göçmen ailelerden oluşuyordu, tıpkı bizimkiler gibi. Edilecek kavgaların tamamını ailelerimiz etmişti. Bize kalan biraz hüzün biraz da uzoydu artık. Alexis adanın eskiden çok daha güzel bir yer olduğunu söylüyordu. Öyle ki babasının ona anlattığına göre bir dönemin meşhur müzisyenleri, yazarları, ressamları hep buraya gelirlermiş. Onları meyhanelerinde ağırlamışlar. Ada şimdilerde turist istilasındaydı. Lüks yatlar, lüks oteller, gördükleri her şeyin fotoğrafını çekip, her şeyi tüketmeye yemin etmiş turistler adayı geçmişten koparıyordu ona göre. Görünüşe bakılırsa Alexis ve babası adaya dair tüm güzel geçmişi bu mütevazı meyhaneye sığdırmış gibilerdi. 

İşte, Kaptan’la da bu meyhanede tanıştık. O da benim gibi günü batırmak için buraya geliyordu. Kafasında her daim şık bir şapka ve üzerinde terzi kesimi takım elbisesiyle, meyhaneye gelip denize en yakın masaya oturuyordu. Kaptan meyhaneye gelir gelmez Alexis hemen bir şişe uzo ve onun sevdiği mezeleri önüne koyardı. Kaptan’ın görmüş geçirmiş bir tavrı vardı. Sarma sigaradan asla vazgeçmezdi. Sessiz biriydi. Bir şey söylemeden önce uzun uzun düşünürdü. Kelimelerin kıymetini bilen bir kuşaktan geliyordu. Kaptan da benim gibi cebinden çıkardığı kağıtlara notlar almayı seviyordu. “Dünyanın sonunu bekliyorlar. Karnaval havasında. Ne tuhaf, esas hayattan ümidi kestiysen son gelmiştir.” Yan masadan bana bakmadan denizi izleyerek kurmuştu bu cümleyi. Sonra da nezaketli bir tavırla karşıma oturmuştu. Kendini tanıttığında onun aslında kim olduğunu anlamıştım. Zamanında onun birkaç albümünü dinleme fırsatım bulmuştum.

Kaptan müziği bıraktığı için mutluydu. Zamanı durdurmak için buraya demir atmıştı. Yalnızdı. İki defa evlenip, boşanmıştı. Arada eski ahbapları adaya gelip onu ziyaret ediyordu. Gelecekten beklentisi yoktu, şimdide kalabilmeyi başarmıştı.  Farklı kuşaklardan geliyorduk belki ama birbirimizi iyi anlamıştık. Benim bir şeylerden kaçtığımı hemen anlamıştı. Uzo limitini aştığımız bir gece, sakin ama kararlı bir ses tonuyla “Nereye gidersen git onu da yanına götüreceksin. Öyle ya da böyle hikâyenin bir yerinde bir karar vermen gerecek. Buna şimdiden hazırlan” demişti. Onun da benimkine benzer bir hikâye yaşadığından emindin.

Akşama doğru partinin yapılacağı alana giderken aklımda Kaptan’ın söyledikleri vardı. Şimdi onu arayıp, ne kadar özlediğimi “Dünyanın sonuna bir saat kaldı, iyi misin diye aramak istemiştim” diye sululuk yapasım vardı ama elim telefona gitmiyordu işte. Son konuşmamız berbat geçmişti.

Parti adanın yüksek tepelerinden birinde olacaktı. Panayıra benzeyen bir ortam, ne çaldığı belli olmayan tuhaf sesler çıkaran bir DJ, çıplak vücudunun üzerine kartondan “Son yakın!” yazılı afiş yapıştıranlar, yüzerlerine ne olduğunu tam bilmediği bir takım makyaj yapanlar, deli gibi sevişenler, dans edenler…

Elimde fotoğraf makinesiyle parti yapanları uzak bir köşede “Ya gerçekten kıyamet koparsa” diye endişeli bekleyenleri çekiyordum. Kimse çaktırmıyordu ama herkesin aklının bir köşesinde böyle bir ihtimal vardı sanırım. Gelecek henüz yaşanmamıştı ve gece yarısından sonra ne olacağını henüz kimse bilmiyordu.

İnsanların dünyadan pek ümidi kalmamış gibiydi halbuki varoluşumuzun temeli gelecek. Zaten bizim kuşak kahretmekle, nihilizm arası bir yere sıkıştı gitti. Yıllardır aynı şeylere kızarak, aynı sıkıntıları tekrar tekrar yaşayarak bağlarımızı kopardık sanırım. Nereye gitmek istiyoruz? Gidersek buranın hayaletleri de peşimize gelir mi? Herkesin bavul hazırlayıp otogarda önüne ilk çıkan otobüse binip uzaklara gitmek istediği bir yer burası artık. Bir çoğumuz için bazen her şey üst üste gelebilir, geçmiş ayakkabıya yapışan sakız gibi peşimize takılabilir, yaralar kapanmayabilir, zaman mengene gibi sıkıştırabilir, işler çıkmaza girebilir ama geleceğin ihtimallere açık, sarhoş edici belirsizliği devam etme gücü verir. Bu da bazen çok şey demek… Çünkü yolun kendisi aynı manzaraya sıkışmaktan daha iyidir. 

Gece yarısına doğru geri sayım başladı. Evet, beklenen an geliyordu, dünyanın sonu artık çok yakındı! Biz her şeyi kontrol ettiğini, bildiğini sanan modernler, kıyametin hangi gün kopacağını da biliyordu. Kafasında tüylü tuhaf bir şapka, gözünde parlak güneş gözlükleri, tüm kolunun dövmeyle kaplandığı bir adam elinde mikrofonla sesi çatlayana kadar “Dünyanın sonuna hoş geldiniz. Şimdi ondan geri geri sayıyoruz. Yarın yeni bir gün!” diye bağırıyor, içkiden, eğlenceden ve aşktan sarhoş olmuş bir dolu insan da onu alkışlıyordu.

3… 2… 1…

Sonra rakamdan sonra herkes alkış, dans, içki, öpüşmeler ve etrafa saçılacak konfetiler, havai fişekler beklerken, her şey önce karanlığa sonra sessizliğe büründü. Adanın tüm ışıkları söndü, uğultulu bir rüzgar makiliklerin arasından süzüldü, ardından öfkeli bir dalga kıyıya tüm kudretiyle vurdu. 

Uğultular, fısıltılar, tedirgin edici bir sessizlik…

Gökyüzündeki ışıklar ışıl, ışıldı. Samanyolu tüm heybetiyle görülüyordu. Dolunay ise tam sol çaprazımızda gece lambası gibi dikilmişti. Herkesin aklında ise tek bir soru vardı: “Yoksa kıyamet gerçek miydi?”. Herkes birbirine bakıyor, bilmediği bir sorunun yanıtı başka bir bilmeyenden bekliyordu. Gökyüzü birden kuvvetli bir ışıkla aydınlandı ve son sürat bir hızla gözümün önünden arkasından alevler çıkarak gözden kaçırdı. Çığlıklar, panik ve belirsizliğin ortasındaydık artık. Kıyamet gelmişti belki de yaşananlar yaşanmış ve bitmişti. Her şey bu kadardı. Modern zamanlarda karamsarlığın süresi beş dakikayla bile sürmüyordu. Elektrik hiçbir şey yaşanmamış gibi geri gelmişti. Hayattaydık hiçbir şey olmamıştı, Sümerler yanılmıştı. Eğlence kaldığı yerden devam edecekti. “Şu kadarcık şeyi bile bilemeyen bir uygarlığın neden sonunun geldiği belli” demişti, arkamdaki biri.

Adadan ayrılmadan önceki son gün Kaptan’la yine Alexis’in barında oturmuştuk. Temmuz’da ada en kalabalık günlerini geçiriyordu. Kaptan her zamanki gibi sarma sigarasını içiyor, rüzgârda savrulup gömleğinin üzerine düşen külleri temizliyordu. Kaptan “Death of a Ladies Man” döneminden bahsetmişti o gün. Geride bıraktıkları, pişmanlıkları, yarım kalan hikayeleri… Öyle olurdu zaten, muhabbet ne zaman derinleşse geçmiş bir yerden sızıyordu. Gitmenin güzelliğinden, bir yerde kalma isteğinin çelişkilerinden konuşmuştuk. Haklıydı. Önümüzden dünyanın en güzel kadınları geçiyordu. Rüzgârdan uçuşan renkli elbiseleri, denizden yeni çıkmış nemli saçları, güneş yanığı tenleriyle hızla görünüp kayboluyorlardı. Yaz biraz da böyleydi her daim erotik bir mana bulabiliyordunuz. Kışın tam tersi her şey hayal mahsulü. “Kadınlar hep gidiyorlar, arkalarında da en güzel vedayı bırakıyorlar, güzel bir film karesi gibi” demişti, sessizlik anını bölerek.  Uzo bardaklarımızı tokuşturduktan sonra “Tüm iyi hikayeler eve dönmekle alakalıdır ve tüm hikayeler kendilerine bir son ister. Ha bir de benim gibi ihtiyarları değil kendini dinle…” demişti, gülerek. Muhtemelen Kaptan’ı bir daha görmeyecektim ama onu yaptığımız sohbetleri asla unutmayacaktım.

Kaptan’la vedalaştıktan sonra pansiyona dönmüştüm. Burada geçirdiğim günleri düşününce adadaki tüm zamanımı onu düşünmemeye çalışarak ama deli gibi özleyerek geçmişti. Şimdi yine bir yol ayrımına gelmiştim ama nereye gideceğimi ben de bilmiyordum. Balkona çıkıp, denizi izlemeye başlamıştım. Güneşin batmaya başlamasıyla denizin rengi koyu laciverte dönmüştü. Ufukta iki gemi usul usul farklı yönde hareket ediyordu. Gökyüzünde yıldızlar belirmeye başlamış, adanın etrafındaki ışıklar yanmaya başlamıştı. Onunla, rüzgârdan uçuşacak uzun siyah saçlarıyla, ela gözleri, tenindeki parfümünün baş döndürücü kokusuyla bu manzarayı sessizce izlemeyi çok isterdim. Onunla yaşanacak her ihtimal çok uzaktı, hayali güzeldi bu yüzden çok çekiciydi ama gelecek benim için çok belirsizdi. Kaptan çok haklıydı tüm iyi hikayeler eve dönmekle alakalıydı tabii yolu bilirseniz… Görünüşe göre kaybolmuştum, hayaller tek avuntum, yollarda olmak en iyi unutma biçimimdi ve yolum çok uzundu…

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz