İnsan “yaşamak için” seçer oturacağı evi… O eve bakarken bir tabuta baktığınız asla aklınıza gelmez. Kiralarken, satın alırken, taşınırken, yaşanacak güzel günler hayal ederken ölümünüzün o duvarların altında olacağını düşünmezsiniz asla…
Aslı- Süleyman Akgöl çifti bir yandan parkı, bahçesiyle çocuklarının nefes alacağını düşündükleri için bir yandan da koskoca “Emlak Bank” ve devlet güvencesini de taşıyan, üstelik temiz bir muhit, iyi ve düzgün komşuluk ilişkileri de vaat eden Emlak Bank evlerini seçmişler yaşamak için…
Diyor ki Süleyman Akgöl:
Pandemi döneminde çok sıkıntı çekmiştik ya, çocuklar artık evde hapis kalmasın diye seçtik Emlakbank Sitesini. Bahçesi, parkı, oyun alanları olan bu siteyi görünce çocuklarımızın nefes alabileceğini düşünerek seçtik. Üstelik koskoca Emlak Bank ibaresi var, arkasında devlet güvencesi var yani. İyi malzeme kullanılmıştır, iyi denetlenmiştir diye düşünüyor insan o logoyu görünce. Malum, birinci derece deprem bölgesindeyiz. Depremin her an gelebileceğini, depremle yaşamamız gerektiğini biliyoruz. Çocuklarımıza öğrettik bunları. Deprem anında ne yapmalıyız, yaşam üçgenleri nedir, neden paniklememeliyiz…
Aslı Akgöl ekliyor:
Mesela Mihrimah’ın işine yaradı bu bilgiler kısmen. Çift yastıkla yatar o hep. Deprem sırasında camlar patlamaya başladığında yastıklardan birini başına çekerek kafasının, yüzünün darbe almasını engellemiş. Evet bir mucizeydi Mihrimah’ın kurtuluşu ama biraz da bu bilincin etkisi olduğunu düşünüyorum.
“O geceyi” nasıl karşıladılar peki? Süleyman Akgöl şehir dışındaydı. Aslı Akgöl ise kızları Neslişah, Mihrimah ve Hanzade ile Antakya Emlakbank Evlerindeki dairelerinde.
İşim nedeniyle Osmaniye’de, şantiyedeydim. Üç çocuğum ve eşim Antakya’da, evdeydi. Deprem oldu, hissettim ama tabii Antakya kadar değil. İlk düşündüğüm şey korkmuşlardır şimdi ama kötü bir şey olmamıştır. Toparlanıp çıkmışlardır dışarı… Hemen eşimi aradım, telefonlar düşmüyor. Eşime ulaşamadım. O an Antakya’da tanıdığım kim varsa aramaya başladım, düşmüyor telefonlar, ya da meşgul… Nihayet bir arkadaşıma ulaşabildim. Abi dedi, Antakya fena… Antakya yerle bir… Şantiyeden kaldığım yere koşup hemen üstümü değiştirip fırladım. Saat 5’e çeyrek vardı şantiyeden çıktığımda. Nasıl gittiysem artık 6’yı biraz geçe Antakya’ya ulaştım. Normalde 1 saat 45 dakikadır Osmaniye- Antakya arası. Acayip bir yağmur yağıyordu. Otobandan İskenderun’a girerken limanın yandığını gördüm. Otoyoldan çıktığımda büyük bir trafik vardı. Herkes Antakya’ya girmeye çalışıyordu ama Antakya girişinde yolların yarıldığını gördüm. 2-3 kez bayağı ciddi kaza atlattım bu yüzden.
Tamam deprem oldu. Büyük bir deprem. Ama Antakya’ya girmeden depremin büyüklüğünü, hasarını anlayamamıştım. Yani bu derece… Böyle ağır… Yollar yarılmış, binalar yerle bir, her yerde yaralılar, ölüler. Hayatta kalabilenler, koşup yetişebilenler şokta, insanlar birbirlerine yardım etmeye çalışıyor. Anlatılamaz bir kaos ortamı! Eşime, çocuklarıma ulaşabilmem lazım diye düşünüyorum sadece. Arabayı kâh yoldan, kâh kaldırımdan sürerek eve ulaşmaya çalışıyorum. Trafik korkunç! Binalar yollara yıkılmış, yollar kapalı. Yakınca bir yere park edip koşmaya başladım. Bir komşuma rastladım, yardım et diye bağırıyor ama kızlarımı bulmam gerek. Kusura bakma dedim, önce kızlarımı bulmalıyım! Devam ettim koşmaya. Mahşer yeriydi her yer. Sonra kızımın, Neslişah’ın sesini duydum, çok korkmuş, çok paniklemiş. Sarıldım, korkma kızım dedim, korkma buradayım… Gözlerime inanamadan etrafıma bakıyorum…
Arabaya aldım Aslı ve Neslişah’ı. Isınsınlar, biraz toparlasınlar kendilerini. O ara baktım Neslişah arabanın buharlanmış camına bir şeyler çiziyor… Hanzade ile Mihrimah’ın olabileceği 2 noktayı işaretledi çocuk arabanın camından..
ÇOCUKLAR, KORKMAYIN! YANINIZDAYIM BEN…
Konuşmak konusunda pek istekli değildi Aslı Akgöl. Belli ki darmadağın, belli ki tekrar tekrar o geceye döndükçe yarası açılıyor, kanıyor. Bir süre eşi ile konuşmamızı izliyor kenardan. Sonra söze giriyor:
O gece uyuyamadım. Baktım saat 3’e geliyor, yatsam ertesi sabah çocuklar erkenden okula gidecek, uyusam uyanamayacağım, işlerim de var, en iyisi uyumayayım, sabah işlerimi halleder öğleden sonra uyurum dedim. Saat 3 buçuk gibi Neslişah kalktı. Anne senin odanda yatabilir miyim son kez dedi. O nasıl söz kızım, ne demek son kez dedim. Yarın okul başlıyor ya hani, o yüzden son kez dedi, bu gece de seninle olayım… Olur kızım, sen git yat ben de birazdan gelirim dedim. 5 dakika geçti geçmedi bir baktım Hanzade… İki oyuncağını almış, salon kapısında belirdi. Zaten melek gibi çok cana yakın çok güleç bir çocuktu. Öyle bir belirdi ki salon kapısında içimde bir şey koptu sanki. Normalde Hanzade gece uyanır, koşar sarılır, yanıma yatmaya çalışır hep. Sonra tuvalete gideriz rutin olarak, her gece böyle o saatlerde mutlaka kalkardı. Ama o gece salon kapısında elinde iki oyuncağıyla öylece duruyordu Hanzade, gülümseyerek bakıyordu bana. Dayanamadım, kalktım yanına gidip sarıldım. Sonra götürüp tuvaletini yaptırıp kendi yatak odama götürdüm ve Neslişah’la ortalarına yattım. Normalde böyle zamanlarda Hanzade hemen arkasını döner, oyuncağına sarılır ve hemen uyur. Bu kez arkasını dönmedi Hanzade. Uyumadı da. İkisi birden kollarımın altına girip biri bir göğsüme, öbürü diğerine kafalarını koydular. Hanzade şarkı söylemeye başladı, komik bir şarkıları vardı, o şarkıyı söylerken Neslişah gülmeye başladı. Ben de kendimi koyverip gülmeye başlayınca tamam dedim, anlaşıldı, sizin uyuyacağınız yok. Saat 4’e geliyor. Bunlar gülüşmeye devam edecekler, Mihrimah’ı uyandıracaklar. Hadi madem kalkalım, güzel bir kahvaltı hazırlayalım. En azından güzel bir kahvaltı yaptırıp öyle gönderirim çocukları… Kalktık, mutfağa geçtim. Süleyman evde olmadığında kahvaltı etmem ben, çocukların kahvaltısını verir, kendim geçiştiririm. Bu kez şöyle güzel bir kahvaltı edelim beraber dedim, çay demleyelim mi diye sordum çocuklara, Neslişah olur dedi. Biraz da patates mi kızartsak? Ben çayı demlerken baktım o patatesleri soymaya başladı bile. Patatesleri doğradık. Anne yumurta da kıralım… Olur… Patatesler kızarırken bari bir sigara içeyim. Neslişah ben de Hanzade ile televizyon seyredeyim deyip salona gitti. Bizim mutfağımızın balkonu kapalı balkon. Sigara içerken dışarıyı seyrediyorum. Şiddetli, çok şiddetli bir yağmur yağıyor. Hanzade servisle gider okula. Yağmuru görünce acaba çocukları taksiyle tek tek okula mı bıraksam dedim kendi kendime. Yağmur öyle şiddetli ki… Allah’ım, sen dışarıda kalanlara yardım et…
Mutfağın kapısına doğru yürürken Neslişah koştu. Anne! Sallanıyoruz anne! Hissetmemiştim ben, Neslişah koşup seslenince fark ettim. Ama alışkınız biz buralarda depreme. Daha birkaç gün önce Süleyman aramıştı, neredesiniz diye sormuştu endişeyle, dışarıdayız demiştim, ne oldu ki? Sarsıntıyı hissettiniz mi? Hissetmemiştik. Merak etme demiştim Süleyman’a, dışarıdayız zaten. Hem Meziyet’in dükkanına gidiyoruz, düz ayak zaten, kötü bir şey olursa çıkıveririz dükkândan hemen… Merak etme, güvendeyiz biz, asıl sen dikkat et kendine. O kadar alışkınız yani… Bazen geceleri hafif hafif sallar, biz inşallah çocuklar hissetmez, uyanmazlar derdik. Yine öyle bir sarsıntı diye düşündüm. Bizim evlerin kapı kirişleri çeliktendir. Hem deprem bölgesinde yaşadığımızdan hem de Süleyman’ın mesleğinden dolayı bilinçliyiz. Okullarda da sürekli deprem tatbikatları yapıldığından nasıl davranmamız gerektiğini biliyoruz. En fazla duvarlar yıkılır, sen kolon kenarında sığınacak bir yer bul yeter ki. Hatta Süleyman’la deprem anında hangimizin hangi kızımızı kapacağını konuşurduk. Sallantı hızlanmaya başlayınca kapı içinde kaldım ben. Hanzade üçlü koltukta, Neslişah koltuğun altında diz çöküp kapanmıştı. Korkmayın, ona kadar sayın duracak, merak etmeyin dedim. Hanzade başladı saymaya. Hep böyle olurdu, canı acıdığında, bir şeyden korktuğunda aramızda hemen derdik ki korkma, ona kadar say, geçecek! Neslişah anne yanımıza gel dedi. Onlara doğru yöneldim ama sadece dizlerimin üzerine düşebildim. Koluma yapıştı Neslişah, bir elim koltukta. Sarsıntı yavaşlamadığı gibi artmaya başladı. Sonradan 15 saniyede yıkıldı bina dediler ama bana çok daha uzun geldi o saniyeler. Giderek daha şiddetlendi. Sağa sola sallanıyoruz, alttan vuruyor ve ben duracak diyorum, şimdi duracak, çocuklarımı alıp çıkacağım buradan. Ama durmadı, birden yıkılmaya başladığımızı fark ettim. Çığlıklar. Çocuklar, yanınızdayım ben, korkmayın! Çığlıklar…
Derin bir sessizlik oluyor. Süleyman Akgöl inşaat mühendisi. Onun uzmanlığından da hareketle, binanın durumunu, yıkılma biçimini nasıl değerlendirdiğini soruyorum:
Jeoloji Profesörü Ahmet Özgün Hocayı takip ettim, onun değerlendirmesine göre deprem Maraş’ta 7-8 şiddetinde yaşanmasına ve merkezden uzaklaştıkça şiddetin daha az hissedilmesi gerekmesine rağmen öyle olmamış. Örneğin Pazarcık’ta 8 şiddetinde hissedilirken Antakya’da 10-11 şiddetinde hissedilmiş. Bu tamamen ezber bozan, eşine kolay kolay rastlanamayacak bir deprem. Bu işin bir yanı… Gelelim öbür tarafına: Kolonları inceledik. Fotoğraflarını da çektik hatta. Binada demir filizleri olması gerektiği gibi çaprazlama biçimde üst üste bindirilmemiş. Çengeller şeklinde birbirine bağlanarak kolonlar devam ettirilmiş. Sonra beton kalitesi… Beton bitmiş zaten… Şartnamelere uygun biçimde bir beton dökümü yapılmamış. Deniz kumu kullanılmış.
Bina yatak odalarının bulunduğu bölümden kırılmış. O bölümden tek sağ çıkabilen de Mihrimah oldu. Başka hiç kimse kurtulamadı yatak odalarının olduğu bölümden. Tünel kalıp sistemiyle yapılmış bir binaydı. Yatak odalarının bulunduğu arka taraf birbirine yapışmış durumdayken bina ön taraftan açılmış ve adeta kendi etrafında dönerek yan yatıp yıkılmıştı. Aslı, Neslişah ve sonra Mihrimah’ın oradan çıkabilmesi mucizeydi.
Aslı Akgöl giriyor söze:
Evet, mucize diye bir şey varsa, bence bu mucizeydi. Gece olduğundan herkes uyuyordu. Oradan çıkabilen tek kişi Mihrimah. Onun dışında hiç kimse kurtulmadı Çıktığı yer aslında pek de sağ çıkabileceği bir yer değildi dediler sonradan. Herkes şaşırdı Mihrimah oradan sağ çıktığında. Herkes şaşırdı ama biz çok inanıyorduk. İlk günden beri sesini duyduğumuzu söyledik. PAK geldi, geldiklerinde, onları gördüğümde o kadar sevindim ki, 7-8 kişilik bir ekip, B Blok’ta bir anneyi kurtarmaya çalışıyorlardı, çocukları benim çocuklarımın arkadaşı, Kızlar vefat etmiş, anne kucağında çocuğu can verince orada bulduğu bir cam parçasıyla bileklerini kesmiş kadın. Ekip anneyi kurtarmaya çalışıyordu. Onları görünce ekipten birinin yanına gittim, burada 2-3 kişi ilgileniyor zaten hanımla, ben çocuğumun sesini duyuyorum, lütfen bana da yardım edin dedim. O esnada Süleyman’da sitenin başka bir etabında kurtarma çalışması yapan İsviçreli ekiple iletişim kurmaya çalışıyordu. Ben kızımın sesini duyduğumu söyleyince, gerçekten duydunuz mu diye sordu ısrarla. Haklıydı, sonuçta anneydim, duymak istediğimi duymuş, hayal görmüş olabilirdim. Bir an ben bile şüpheye kapıldım ama hayır, gerçekten duymuştum kızımın sesini. Mihrimah’ın sesini duyunca ümitlenmiştim zaten. Bir şekilde sağ çıkarılacağına inandım bütün kalbimle.
Süleyman Akgöl devam ediyor:
Kızımızın, Mihrimah’ın sesini duyduğumuzu söyleyince gelip baktılar, enkazın kenarından seslenmeye başladılar “Sesimizi duyan var mı? Orada kimse var mı?” diye. Epeyce bağırdılar, dinlediler. Sonunda ekipten biri geldi, abi dedi anlıyorum seni babasın ama burada ses yok!
KİMSE GELMEDİ… BİR TEK SÜLEYMAN…
Adeta kum yığınına dönüşen binadan nasıl çıktılar? Sonraki saatlerde neler yaşandı? Aslı Akgöl zaman zaman duraksayıp ağlayarak anlatıyor:
Bina yıkıldığında önce derin bir sessizlik ve karanlık hatırlıyorum. Sonra Hanzade’nin sesini duydum, ağlıyordu çocuk. Neslişah’ı gördüm. Göçükteydi. Sonradan anlıyorum ki bizim bulunduğumuz salon ayrılmıştı yatak odasından. Biz boşlukta kaldık Neslişah’la. Tabii bilmiyorum o sırada… Dedim önce Neslişah’ı çıkarıp güvenli bir yere alayım, sonra dönüp Mihrimah ve Hanzade’ye bakayım. Süleyman’ın halası 2. Etapta oturuyordu. Kafamdan Neslişah’ı oraya götürüp onlara teslim edip geri dönmek ve diğer kızları almaktı ama değil 2. Etaba ulaşmak, kendimizi boş bir alana çıkartmak bile mümkün değildi. Sağ tarafımızdaki bina yolun sağını olduğu gibi kapatmıştı. Önümüzdeki binanın çatısı bizim daireye girmişti ve sol tarafımızı olduğu gibi kapatmıştı. Çocuk parkına ulaşabileceğimiz yol kapanmıştı. Yıkıntıların arasından, çalılıkların altından sürünerek oyun alanına ulaşabildik. O anda site görevlimiz Samet abinin çığlıklarını duydum. Yanlarına koştum, onlarla bir araya geldik. Korkunç bir yağmur yağıyordu. Üstümüzde hiçbir şey yok. Ayaklarımız çıplak. Yıkıntıların arasından, çalıların içinden sürünerek çıkmışız, çamur pislik içindeyiz. Samet abiler sağlam bir arabanın camını patlatıp bizi arabanın içine koydular. Benim bir daha eve dönebilme şansım olmadı. Samet abinin çocuğu var, Rüya. Hanzade yaşıyor, sesini duydum, yerini biliyorum, ne olur gidip alalım onu bulunduğu yerden dedim. Ama çocuk da çıkarken cam parçalarıyla ayağını kesmiş, abla ayağım kanıyor, giremeyiz oraya, yardım bekleyeceğiz mecburen dedi. Sonrası çaresizlik… Yardım beklemekten başka çaremiz yok… Bu arada Neslişah ağlıyor, anne kardeşlerim öldü mü? Diyor sürekli. Yan taraf toplanma alanı, Neslişah oraya doğru dönüp bağırıyor, yardım edin! Kardeşlerim orada kaldı, kurtarın kardeşlerimi! Etraftan komşuların çığlıkları geliyor. Karanlık, yağmur. Çaresiz bekliyoruz, sabah olacak, yardım gelecek… Sabah olacak gelip kurtaracaklar herkesi… Sabah oldu… Kimse gelmedi. Bir tek Süleyman… Başka kimse gelmedi…
Hanzade’yi çıkar dedim Süleyman’a. Yerini biliyorum. Git çıkar kızımızı oradan. Gitti, bulamadı Süleyman. Sesi kesilmişti Hanzade’nin.
Birinci katta oturuyorduk biz. Girişin hemen üstündeki kat. Toplam 16 daire vardı. Yıkılırken bina dönerek yan yattı. İlginç biçimde, olduğu yerde dönerek yan yattı bina. 4 katın salonu yatak odalarının seviyesine geliverdi bir anda.
2 gün boyunca hiçbir profesyonel arama kurtarma, yardım ekibi gelmemiş yanlarına. İkinci günün gecesi ilk kamu görevlileriyle karşılaşmaya başlamışlar. 7 Şubat gecesi, saat 20.00 sularında…
Süleyman Akgöl anlatıyor:
Kardeşim elektrik- elektronik mühendisi, İzmir’de çalışıyor. İkinci günün sabahı yetişti kardeşim. Arkadaşlarını da organize etmiş, 45 kişilik bir gönüllü ekibi, onlar da ikinci günün akşamına geldiler. Biz bir ekskavatör bulduk Karayollarından. Doğruca enkazın başına gidip çalıştırdık ekskavatörü… Tamamen amatör bir ekip olarak çalışmaya başladık.
Teyit etmek amacıyla tekrarlıyorum sorumu: Sadece kendi imkanlarınızla, başka hiçbir destek almadan arama kurtarma çalışması yapmak zorunda kaldığınızı anlıyorum anlattıklarınızdan…
Süleyman Akgöl derin bir nefes alarak tekrarlıyor:
Doğrudur. İkinci günün akşamı polis ve AFAD araçlarına rastlamaya başladık tek tük. Ben AFAD ile bağlantı kurmaya çalıştım. Ara sıra AFAD kamyonları geçtikçe atılıp durdurmaya çalışıyorum, durmuyorlardı. Bir tanesinin önüne atladım artık çaresizce, Kardeş dedim, yardıma ihtiyacımız var. Çocuklarım içeride dedim. Abi dedi, ben bir ilerideki bölgeye gidiyorum ama arkadan bir araç daha geliyor sizin için dedi. Bekledim. Hiç kimse gelmedi…
O an milyonlarca insan gibi anlamışlardı onlar da: Birbirlerinden başka kimse yoktu… Soruyorum Süleyman Akgöl’e: Peki ne yaptınız sonra?
Kardeşimin arkadaşları, 45 kişilik bir ekiple çalışmaya başladık. Bina yan yatmış durumda, tabliyeleri tıpkı bir defterin sayfalarını açar gibi tek tek açıyoruz, cenazelere ulaşıyoruz. Bir asker geldi, sordum ona, çıkan cenazeleri ne yapacağız diye. Abi siz çıkarabildiklerinizi enkazın yanına koyun, sahibi olan, cenazesini tanıyabilen gelip alacak, defnedecek. Tanıyan çıkmazsa cenaze arabası gelir, alır gider… Kaldırıma sermeye başladık artık cenazeleri… 5. Gün, gece yarısıydı, çalışıyorduk. Zifiri karanlık Antakya. Elimizdeki kısıtlı kaynaklarla aydınlatma sağlıyoruz. Öyle yabancılaştım ki bir ara, biz neredeyiz, burası neresi, burası bizim evimiz değil diye geçiyor aklımdan… Şantiyedeymişim gibi hissediyorum ama değilim… O an çocuklar geldi yine aklıma, çocukları çıkarmalıyız! O kadar kafam gidip geliyor yani… Yeniden çalışmaya devam ettik. 4. Kata kadar indik ama biliyoruz ki zamanla yarışıyoruz. 4. Kattan sonra biliyorum ki artık Mihrimah’ın yattığı yatak odasının hizasındayız, ekibe yön verdim. Şimdi buradan direkt aşağı doğru ineceğiz, 2. Kata, oradan da 1. Kata… Ölü ya da diri Mihrimah’ı alacağız. El hiltileriyle çalışıyoruz bu noktadan sonra. Tam o sırada bir ekip geldi, abi ses dinleme yaptınız mı? dediler. Dinleyecek halim yok, başımdan savmak için yaptık dedim. Biz bir daha yapalım mı abi dediler, zamanla yarışıyorum, umursayacak durumda değilim onları… Aslı lütfen yapar mısınız dedi. O an Mihrimah ses verdi. Konuşmaya başladı çocuk… Benim adım Mihrimah Kübra… Ben buradayım…
Sesi titriyor Süleyman Akgöl’ün… Gözleri doluyor…
… Ben buradayım… Bir anda o cehennem yeri bir festival alanına döndü. Sevinç çığlıkları atıyoruz. Gelen ekiptekiler bize 1 saat müsaade edin, çıkaralım dediler çocuğu… Allah razı olsun, 1 saat içerisinde tertemiz çıkardılar Mihrimah’ı… 5. Gün, 96. Saatte sapasağlam çıktı çok şükür…
ÇILDIRTAN KÖTÜLÜK: ÇOCUĞUNUZ HAYATTA
Mihrimah 96 saat sonra sağ salim enkazdan çıktı ama Hanzade kayıptı… O korkunç, acılı bekleyiş sırasında çıldırtan bir kötülüğe de maruz kaldı Akgöl çifti… 5 gün boyunca ihbarlar geliyordu dört bir yandan. Kızınız yaşıyor. Falanca hastanede…
İhbarlar durmuyor. Uzak yakın aile fertleri bir oraya bir buraya koşup, söylenen her hastaneyi kontrol ediyor. Her ihbar bir umut, her sonuçsuz arayış derinleşen bir düş kırıklığı, yeniden yeniden kanayan acı. Neden yapıyorlar, içleri nasıl kaldırıyor da yapıyorlar bilinmez ama önünü sonunu umursamadan yapıyor işte insanlar bu kötülüğü.
Buradan bir kız çocuğu çıkardılar dedi birileri diye anlatıyor Süleyman Akgöl…
Biz 5 gün boyunca Mihrimah gibi Hanzade’yi de bulacağımıza inanıyoruz. Ama hiç ses yok Hanzade’den. En azından Mihrimah’tan ses almıştık ama Hanzade’den hiç ses alamamıştık… Enkazda olsa sesini duyardık diyoruz bir biçimde… Umut var hep. Hele ki şu hastanede, bu hastanede haberleri geldikçe o umut hep ayakta… İnsan çocuğu için aksini nasıl düşünebilir ki zaten?
Sürekli telefonlar geliyor. Aslı’yı arıyor bir kadın… Diyor ki kızınız hayatta, ben konuştum… Adını söylüyor: Hanzade… Annem Aslı diyor… Çocuk iyi, bilinci açık, Biz şimdi çocuğu Balcalı’ya gönderiyoruz, gelip orada karşılayabilir misiniz? Arıyorum kardeşimi, Hanzade Adana Balcalı’ya götürülüyor şimdi, aman kardeşim, karşıla onu, yanına al… Ama yokmuş böyle bir şey! Kuzenim mesaj atıyor, şimdi haber verdiler, Mersin’deymiş Hanzade. Hemen Mersin’i araştırıyoruz, yok! Bunu kim yapıyor, neden yapıyor bilmiyorum. Bunu bize neden yaptılar ki? Bir anlam vermeye çalışıyorum, olmuyor, hiçbir anlam veremiyorum bu kötülüğe.
Aslı Akgöl giriyor söze:
Bütün akrabalarımız, arkadaşlarımız seferber oldular Hanzade için. Her ihbarı değerlendiriyoruz, şurada diyorlar oraya gidiyoruz… İskenderun’dan çıkmak üzereyken İstanbul’dan kuzenim aradı, Aslı dedi, herkes seferber durumda, bakmadığımız sormadığımız hastane kalmadı… Hanzade’nin hastanede olduğundan emin miyiz? Bir de bir tweet görmüş, Mihrimah’ın fotoğrafının altına Hanzade kurtarıldı ama annesi vefat etti yazmışlar… Üstelik bu daha Mihrimah çıkmadan önce atılmış bir tweet. Kuzenim bunu söyleyince içime bir şüphe düştü… Süleyman dedim, Hanzade hastanede değil! Süleyman niye gidiyoruz o zaman? Dedi… Dayımı aradım, dayı dedim sen gidip bir bakıver hastaneye, biz enkazın oraya dönüyoruz. Düşünebiliyor musunuz yaşadığımız şeyi… Bir çocuğu hastanede bir anneyim, yavrum hastanedeyken diğeri için enkaz alanından ayrılamıyorum ve bize bunlar yapılıyor. Hızla enkazın oraya döndük, yolda birkaç kez kaza tehlikesi atlatarak. Yolda kardeşini aradık, Emrah aman aramayı kesmeyin, biz dönüyoruz. Döndük enkazın başına. O arada Süleyman ne hikmetse babasının mezarına gitme ihtiyacı hissetti. O mezarlıkta, ben enkazın yakınında ateş başında duruyorum. Abla, abla! Diye seslendiklerini duydum. Baktım Emrah elinde Hanzade’nin oyuncağı ile çıktı enkazdan. Biz 5 gün boyunca ne Hanzade’ye ne oyuncağına ulaşamamıştık. Yeni bir oyuncak almıştım Hanzade’ye, o oyuncak vardı elinde… Emrah’ı elinde Hanzade’nin oyuncağı ile gördüğüm anda bütün umutlarım söndü. Sonra bir baktım… Hanzade’yi çıkardılar.
Biz Mihrimah’a odaklandık hep. Hanzade’nin bir biçimde enkazda olmayacağına, bir hastaneye götürülmüş olabileceğine inandık. Doğru olmasa niye öyle desinlerdi ki insanlar? Biz bir yandan Mihrimah’a ulaşmaya çalışır, bir yandan tüm aileyi, arkadaşları hastanelerde Hanzade’yi araması için seferber ederken yavrum belki de bana seslenmeye çalışıyordu enkazda… Belki dili tutulmuştu korkudan… Bize bu kötülüğü kimler neden yaptı bilmiyorum. Mihrimah gibi Hanzade’ye de odaklanabilirdik. Beni arayıp Hanzade’nin Adana Balcalı’ya götürüldüğünü söyleyen kadını aradım yine. Neden yaptın bunu dedim. Numaraları karıştırdın herhalde, başka biriyle konuşmuşsundur sen deyip engelledi beni. Aklım almıyor bu olanları! Öyle konuşmalar öyle yazışmalar yapılıyor ki insanın aklı almıyor. Arkadaşımı arıyorlar, Hanzade’nin hastanede olduğunu söylüyorlar. Arkadaşım diyor ki fotoğrafını çekip yollar mısınız? Karşıdaki diyor ki gönderemem, yasak. Arkadaşım Hanzade’nin fotoğrafını gönderiyor, karşıdaki tamam diyor, bu kız! Hadi oraya koşuyor arkadaşlar…
Karı-koca ağlıyorlar… Birlikte ağlıyoruz… Kaydı durduruyorum sık sık…
Ben çocuğumun ceset torbasına sarılıp onun akşamları dinleyerek uyuduğu şarkıları söyleyerek defnettim… Fotoğraflarına bakmaya dayanamıyorum artık… Dayanamıyorum… diyor Aslı…
Süleyman ben hala o vincin başındayım, Aslı hala o salonda… Biz evladımızı toprağa koyduk… Çıkamadık biz oradan… Diyor…Susuyoruz…
Ama her şeye rağmen kendimizi şanslı kabul ediyoruz diyor Süleyman… Çünkü orada cenazesini bulabilmek büyük bir şanstı… İnanın bana televizyonlarda göründüğü gibi değil hiçbir şey. Antakya’nın bir ucundan diğer ucunu görebilirsiniz artık, dümdüz oldu Antakya. Ama biz Antakya’ya döneceğiz bir gün. Kızımız yok artık ama… Döneceğiz Antakya’ya.
Aslı giriyor söze:
Bizim evin arka tarafı cadde… Orada, arabada Neslişah ile birlikte beklerken bir başka binanın enkazının başında bir anneanne ile dede vardı. 2 yaşındaki torunu ve kızlarına ulaşmaya çalışıyorlardı. O torununun, 2 yaşındaki yavrunun, Mihrimah’ın çıktığı 5. Günün sabahına kadar sesini ben de duydum, kurtarma adı altında gelen kişiler de duydu, Defalarca duyuldu o yavrunun ağlama sesleri ama o çocuğu kurtarmak için hiç kimse hiçbir şey yapamadı. 1-2 ekip denedi… AFAD’da geldi, hatta binaya girdiler ama yok dediler… Sesi geliyor çocuğun, duydu herkes… Mihrimah’ın çıktığı o 5. Günün sabahında, ben orada beklerken haberi geldi ki buldular çocuğu. Yırtındım ben o 5 gün, burada bebek var, çıkartın diye. Aynı binada 2 tane küçük kız kardeş, orta yaşın üzerinde bir kadın. 3 ayrı noktadan sesler geliyordu. Her biri için yalvardım gördüğüm her kişiye. O sabah o yavrunun cenazesini çıkardılar…
Güçlükle, göz yaşları içerisinde konuşuyor Aslı… Ama konuşuyor…
O yavrunun cenazesi çıkarıldığında gördüğüm ilk AFAD görevlisinin yakasına yapıştım. Bugün bizim size ihtiyacımız var, sizden yardım bekliyoruz ama yarın bu yardım bekleyenler sizler, sizlerin yakınlarınız olacak diye bağırdım… 2 yaşındaki bir bebeği orada bağıra bağıra ölüme terk ettiler. Yağmur, ayaz, soğuk o anneanne ve dede köylerinden gelmişler, arabaları yok, öyle caddenin kenarında bekliyorlar çaresizce. Aç susuz, orada torununu ve kızını bekledi o insancıklar. Yakalarına yapıştığımda adamın biri geldi yanımıza. Bizim enkazdan çıktıktan sonra kıyafetimiz uygun olmadığından Emrah bize birer tane iş kıyafeti giydirmişti. Benim üzerimde o fosforlu montlardan vardı. Ben AFAD görevlisinin yakasına yapıştığımda adam beni uzaktan seyrediyormuş, gönüllülerden biri zannediyormuş ve bu kadın deli midir nedir, ortalığı neden karıştırıyor diye yanına çağırdı beni. Abla sen deli misin, senin olayın ne diye çıkıştı bana. Dedim benim yavrum göçük altında… Az önce de şurada 2 yaşında bir yavrunun cenazesi çıktı. Benim olayım bu! Sarıldı adam bana ve özür diledi. Biz ses dinliyoruz abla dedi. Göster, dinleyelim çocuğunun sesini… Az önce Süleyman’ın bahsettiği o ses dinlemeye gelen ekip oydu işte.
Sinan Bey, arama kurtarma ekiplerinin bizleri kurtarmaya geç gelmeleri değildi asıl sorun. Doğrudur çok geniş bir alan etkilendi. Doğrudur, yetişememiş olabilirler, sayıca yetersiz olabilirler. Ama Sinan Bey, gelenlerin çoğunun elinde çakı yoktu! Süleyman’ın dediği gibi biz şanslıydık, bizim şansımız Süleyman’ın kardeşiydi. 45 kişilik kurtarma ekibiyle geldiler. Şanslıydık, vinç bulabildik, iş makinesi bulabildik ama bulamayanlar vardı. Biz çocuğumuzu kurtarmaya çalışırken bir yandan da başkalarının derdine düştük. Nasıl düşmezsin ki? Hepsi can…
Süleyman giriyor söze
Sitede herkes birbirini tanırdı. Bizim üst kat komşumuzun kızları geldiler İstanbul’dan, Ankara’dan Antakya’ya. Biz çalışırken bir tanesi dedi ki abi kusura bakma, sana bir şey söyleyeceğim, iyi ki bu binada yaşamışsınız depremi. İyi ki burada enkaz altında kalmış çocuğunuz. Kan beynime sıçradı bir anda, o nasıl söz dedim, anlayamadım! Abi dedi ağlayarak, siz olmasaydınız biz cenazelerimizi bile alamazdık…
5. gün çalışıyoruz enkazda. O ilk gelen polis, arama kurtarma ekibinden birileri geldi, abi yapabileceğimiz, yardım edebileceğimiz bir şey var mı dedi. Gülümsedim. Bizim aklımız daha yeni yeni yerine geliyor. Şöyle bir bak dedim arkana. Arkada, enkazın üzerinde 45 kişi var, canlarını dişlerine takmış çalışıyorlar. Sen benim neyime yardım edeceksin ki artık? Git başkasına yardım et! Ben kendi başımın çaresine bakmışım!
Dedim ya aklımız yeni yeni yerine geliyor. 1 ay sonraydı, Aslı ile konuşuyoruz. Dedim ki Aslı’ya hata yaptık biz. 45 kişilik ekiptik. 15’er kişilik gruplara bölünebilirdik. Biz o şekilde organize olabilseydik, 3 binaya müdahale edebilirdik. Bunu neden düşünemedik….
Aslı müdahale ediyor hemen: Yapılamazdı. İş makinesini zorlukla bulmuştuk zaten. 3 ayrı ekip olsa ne olacak, iş makinesi 1 tane.
Süleyman ısrarcı:
Çok üzgünüm, yardım için yalvaran insanlara yardım edemedim. Çünkü çocuklara koşmak zorundaydım… Bizim de elimizden bu kadarı gelebildi.
İnsanları kendi başlarının çaresine bakmak zorunda bırakan afet yönetimi, aradan geçen zamanda anlaşılan o ki bir de vicdani sorumlulukla baş başa bırakmış! Tüm deneyimsizliklerine rağmen 45 kişiyi organize edebilmeyi, birçok insanı yakınlarının cenazelerine kavuşturmayı, bir kızını canlı, bir kızının da cenazesini çıkartmayı başarabilmiş gencecik bir adam, her şeyin üstüne bir de vicdani yük almış omuzlarına…
Ve Hanzade… Sadece 5 buçuk yaşında, elinde annesinin yeni aldığı oyuncağıyla enkaz altında can veren Hanzade… Soracağım onu ama nasıl soracağımı da bilemiyorum…
6. gün, akşamüzeri, saat 16.30 da buldu kardeşim Hanzade’yi… Emrah, kardeşim 2. Gün geldiğinde biz hemen çalışmaya başlamıştık biliyorsunuz. Enkaza girdik, bizim salonu bulduk, temizledik molozları. Koltuğun altına, hatta halının altına bile baktık Hanzade için. Kardeşime dedim ki Emrah, Hanzade yok burada. O ara fark ettik, bina öyle tuhaf bir şekilde yıkılmış ki. Perde beton yarılmış, salon daireden ayrılmış, yatak odalarının olduğu bölüm yok. İşte ancak 6. Günün akşamı ulaşabildik Hanzade’nin bulunduğu bölüme… Ben o sırada babamın mezarına gitmiştim. Çalışmalar devam ediyor enkazda ama bu arada duydum ki mezarlıklar da darmadağın olmuş. Gidip mezarın durumuna bir bakayım dedim. Babamın mezarı tamamen dağılmıştı. Onun için gitmiştim. Döndüğümde bir gariplik vardı. Herkes koluma giriyor, abi sakin ol diyor. Yahu ne oldu, neye sakin olayım? Emrah ile Aslı’yı gördüm uzaktan. Gittim yanlarına, Emrah sarıldı bana. Dedim buldunuz mu? Emrah başımız sağ olsun dedi, melek oldu Hanzade. Saçma sapan konuşma dedim, Hanzade yaşıyor! Nerede dedim, arabada dedi. Gittim, saçlarını temizledim… O gece zaten sarhoş gibiydim. Bekledim. Defnedebilmek için yıkamak istedim, yıkayacak bir yer yok. Sabahına da defnettim.
Ne durumdaydı Hanzade’yi bulduklarında? Süleyman anlatıyor:
Bizim komşumuzun kızlarından biri doktor. Tuğba ben görmeden önce muayene etmiş. Ben gördüğümde göğüs bölümünde büyükçe bir sıyrık, saçlarında strafor parçaları, toz toprak vardı. Beyaz bir çocuktu Hanzade. Yine bembeyazdı, morarma yoktu. Ama sonra Tuğba ile konuştuğumda abi ayaklarında morarma vardı dedi. Öyle beyaz da değildi dedi. Aslı’nın ve Emrah’ın anlatımlarından çıkardığım da Hanzade’nin depremin ilk saatlerinde hayatını kaybettiği… Ben depremden sonra geldiğimde, Neslişah’ı ilk gördüğümde ağlıyordu ya hani, tamam kızım bir şey yok dediğimde Neslişah, baba Hanzade dumanların, köpüklerin arasına çekildi diye bir cümle kurdu. Büyük ihtimalle o sırada çıkan toz bulutundan bahsediyor. Aslı’nın anlattığına göre ise önce çığlık çığlığa bağırıyordu, sonra sesi kısılmaya başladı, en sonunda da kesildi çocuğun sesi…
Aslı itiraz ediyor:
O anda bayılmış da olabilir. Emrah, koltuğa yatar vaziyette, oyuncağı kucağında, üstü örtülü biçimde bulmuş Hanzade’yi. Bilemiyorum, bu çocuk deprem anında önce savruldu da sonra toparlanıp koltuğun üstüne mi yattı? Neden ilk gün bulamadık? Emrah ve ekibi gelip çalışmaya başladığında, çıkan tüm cenazeleri, tüm komşularımı bana teşhis ettirdiler. Daha 2. Gün çıkan cenazelerin hepsi, yüzleri kolları morarmış vaziyette çıkartıldı. Deprem anında vefat edenler, çıkarıldıklarında ciddi deforme olmuş biçimde çıktılar. Hanzademin sadece yüzünü görebildim, bir tek sol gözünde bir şişkinlik vardı benim gördüğüm. Oradan darbe aldığını tahmin ediyorum. Bilincini kaybetmiş olabilir ama anında öldüğüne inanmıyorum. 6 gün sonra çıkarılan bir çocuk bedeninin bu kadar az deforme olması mümkün değil bence.
Hanzade’yi de çıkardıktan sonra işleri bitti mi? Aslı- Süleyman Akgöl çiftinin çocukları için organize olan 45 kişilik gönüllü ekip toplanıp gitti mi?
Hanzade’yi çıkardıktan sonra herkes gözümüzün içine bakıyor, abi gidecek misiniz diye. Hayır tabii ki! Nasıl bırakıp gidebilirdik? Ekip çalışmaya devam etti.
Ne durumdalar şimdi? Aslı’ya soruyorum… Yaşadıklarınız çok ağır. Nasıl baş edebiliyorsunuz? Profesyonel destek alıyor musunuz?
İstanbul’dan bir psikologla online görüşüyorum. Çocukları Hacettepe Tıp Fakültesi Psikiyatri servisine götürüyorum. Atlatamıyorum. 2 haftada bir online görüşmem var psikologla ama ne işe yarayacak bilmiyorum. Şu an Mehmet Özat idam edilse benim acım soğuyacak mı? Soğumayacak. 2 tane çocuğumuz daha var, güçlü kalmamız gerektiğini, onlara normal bir hayat sunmamız gerektiğini biliyoruz. Neslişah 4. sınıfta. Okuldan mezuniyet töreni için çağırdılar, ben çocuğumu keple cübbeyle gördüğümde ağlamaya başladım. Bütün veliler gülüp eğleniyor, ben ağlıyorum. Hanzade’mi böyle göremeyeceğim aklıma geliyor. Hanzadem için hiç bir şey yapamayacağım ben bundan sonra… Sabah gözümü açıyorum Hanzade, gece sızana kadar Hanzade… Uyumuyoruz biz… Sızıyoruz… Ama kalan 2 yavrumuza hayatlarını kurabilme, hayata devam edebilme fırsatını sunmak zorundayız. Bir yandan tarif edilemez bir acıyla yanıp kavruluyoruz.
Çocukları soruyorum… Neslişah ve Mihrimah’ı. Yetişkinlerin üstesinden gelemediği bir travma yaşadılar. Küçük kız kardeşleri saniyeler içerisinde hayatlarından çıktı gitti.
Aslı Akgöl yanıtlıyor sorumu:
Neslişah ve Mihrimah, her ikisi de hala atamadılar üzerlerinden korkularını. Geçen gün elektrik kesildi, baktım korkuyla çığlık atıyorlar. Bir biçimde duygularını bastırıyorlar. Düşünsenize hiç kolay, hafif şey değil yaşadıkları. Mihrimah 96 saat enkaz altında kaldı. Ben insanları duyuyordum ama kimse beni duymuyordu dedi geçenlerde. Genellikle çok sessiz. Konuşmuyor. Hanzade’den hiç bahsetmiyor mesela… Doktoru henüz kabullenme aşamasına gelmemiş dedi.
Süleyman Akgöl giriyor söze:
Geçenlerde seçim için Antakya’ya gideceğiz, baba ben burada kalmak istiyorum, gelmek istemiyorum dedi. Hayır dedim, geleceksin. Orası senin evin, memleketin. Geleceksin, memleketinden de kopmayacaksın… Ağlamaya başladı. Hepimiz aynı duygulardayız. Normal değiliz. Ne zaman nasıl normale dönebiliriz, bir gün normale dönebilir miyiz bilmiyorum ama normal değiliz…
Süleyman Akgöl devam ediyor:
Yasımızı tutamadık bile. Bir yandan çocukları toparlamaya çalışıyoruz. Bir yandan hukuki mücadele sürecinin peşindeyiz. Depremin acısının üzerine bir de saçma sapan, akıl dışı, cahilce davranışlarla karşılaştık. Ağza alınmayacak laflar duyduk insanlardan. Bu ne kibir, bu nasıl bir ego! Bizim evimiz cenaze evi yahu! Biz sabah ayrı, öğlen ayrı, akşam ayrı ağlıyoruz, gözyaşımız kurumadı yahu! Bazı insanlara bakıyoruz para peşinde olduğumuzu söylüyor. Benim çocuğum gitmiş yahu ne parası! Para mara istemiyorum kimseden! Kimsenin bizi anlamasını beklemiyorum, ateş düştüğü yeri yakıyor, tamam ama azıcık saygı bekliyorum. Küfrediyorlar dümdüz. Kime oy vermiş depremzedeler! Ayıbı unutmuşuz biz millet olarak! Edep nedir unutmuşuz! Bakıyorum, Hatay Büyükşehir Belediyesi yıkık binalara su faturası gönderiyor. Mansur Yavaş söylüyor mesela, konteyner göndermek istemişler, Lütfü Bey önümüz yaz, klima da lazım olacak o zaman, onun için siz konteyner değil çadır gönderin demiş, düşünebiliyor musunuz? Suriyeliler kadar hakkımız yok mu bizim? Kendi ülkemiz, kendi toprağımız, kendi evimiz! Kendi vatanımızda bir konteyneri hak etmedik mi biz yahu? Bunu anlamıyorum, anlamayacağım ben! Konteyner geldiğinde bir klima takmaktan aciz bir ülke miyiz biz? Belediye gelirleri %40 ın altına düşmüş, o yüzden maaş ödeyemiyormuş! İnsan kalmadı orada yahu! İkinci tur için oy kullanmaya gittiğimizde yavrumuzun mezarını ziyarete gittik, 10 dakika duramadık mezarın başında sinekten.
Aslı Akgöl onaylıyor eşinin sözlerini:
Nasıl bir sinek istilası anlatamam! Ağzımızda maskeler, gözümüzde gözlükler yine de koruyamıyorsun yüzünü gözünü sinekten. Pislik, sinek, böcek! Engelli bir vatandaş var çadırda kalıyor, yılanlar girmiş, kaçamıyor da… Eski İçişleri Bakanı Süleyman Soyla Hatay’da enkaz kaldırma çalışmaları tamamlandı dediğinde daha enkaz altında cenazelerimiz vardı bizim. Armutlu’ya dokunulmamıştı bile daha o açıklama yapıldığında. Onca zaman geçti daha geçen hafta cenaze çıkarılan binalar var Sinan Bey!
Süleyman Akgöl alıyor sözü yeniden:
Söyleyecek söz bulamıyorum artık! Vatandaş olarak üzerimize düşeni yapmıyor muyuz biz? Vergimizi vermiyor muyuz? Sigortamızı ödemiyor muyuz? Ne bekliyoruz karşılığında? Bir ilaçlamayı da mı yapamıyorlar? Ayıptır yahu! İzmir depreminde bir kız çocuğunun kurtarılma çalışmalarına denk gelmiştim televizyonda. Oturup hüngür hüngür ağlamıştım. Ama şimdi daha iyi anlıyorum ateşin düştüğü yeri yaktığını. İnsanlar üzüldüler, koştular geldiler yardıma. Her yerde müthiş bir duyarlılık vardı ama sonra ne oldu? Herkes kendi hayatına döndü. Ya biz? Biz o depremden çıkamadık hala… Gülüp eğlendikleri için kimseye kızamıyorum ben. Haddim değil o. Ama saygıyı hak ediyoruz Sinan Bey… Birazcık saygıyı hak ediyoruz!
Derin bir sessizlik… Yutkunuyorum, söyleyecek bir sözüm yok. Sosyal medyadaki paylaşımları hatırlıyorum, yüzüm kızarıyor… Rahatsız edici sessizliği Aslı Akgöl bozuyor:
Süleyman’la lise arkadaşıyız biz. Acıyı da mutluluğu da hüznü de, kederi de, neşeyi de paylaştık hep. O bana babasını anlatırdı, ben ona abimi anlatırdım. Birbirimizle dertleşir, acılarımızı paylaşırdık. Evliyiz, eşiz ama çok iyi birer arkadaşız aynı zamanda. Akşam çocuklarımızı yatırdıktan sonra dertleşir, konuşurduk birbirimizle. Birbirimizin acılarına kederlenirdik. Şimdi çocuğumuza ağlıyoruz. Bu kez acımız, kederimiz ortak. Çok zor bir şey bu. Ortak bir acıyı yaşıyor, ortak bir acı için birlikte gözyaşı döküyoruz. Ecele teslim etmedik, kadere teslim etmedik biz çocuğumuzu. Bir suça, bir ihmale teslim ettik. Bu acı hiç bitmeyecek bizim için. Yok, telafisi yok çünkü bunun. Kalan iki çocuğumuzla ayakta durmaya çalışıyoruz. Kendimize dair hiçbir hayalimiz, hiçbir beklentimiz kalmadı artık. Sadece kalan iki yavrumuz iyi eğitim alsınlar, iyi ve mutlu birer insan olsunlar. Mutsuz bir anne baba, mutlu çocuklar nasıl yetiştirebilir diye sorabilirsiniz. İnanın onu da bilmiyorum şu anda. Sadece iki yavrumun isteklerini yerine getirmeye gücümüz yetebiliyor… Duygularımız ise paramparça. Duygu muygu kalmadı artık. Bir tek beklentimiz, talebimiz var artık: Memleketimize, Antakya’ya geri dönelim. Bize Antakya’mızı geri versinler. Yaşanabilecek ortamı sağlasınlar ve biz memleketimize gidebilelim. Yavrumuzun mezarını ziyaret edebilelim. Bize Antakya’mızı geri versinler! Bunun 5 seneden önce gerçekleşebileceğine dair de umudum yok bu arada. Ama işte ne kadar zamansa o, mümkün olan en kısa sürede yaşanabilir bir Antakya’ya kavuştursunlar bizi. Kalıcı konutlar mı yapacaklar ne yapacaklarsa… Gerçi konutta oturabilir miyiz artık ondan da emin değilim. Bir konuta girebilir miyim kolay kolay bilmiyorum. Bir yere gittiğimde ilk baktığım şey kaç katlı bu bina… Yüksek katlı binalara giremiyoruz bile.
Sinan Bey biz çok ama çok ağır bir süreç yaşadık. Şu an hiçbir şey o süreci geri döndüremez, kayıplarımızı geri getiremez. Yaşadıklarımızın kader olduğunu söylese de birileri hayır, kader değildi yaşadıklarımız! Benim henüz 6 yaşındaki yavrumun yaşamaya hakkı vardı. Kimse bana o dünya tatlısı, o enerjisi içine sığmayan çocuğun 6 yaşında ve bu şekilde ölmesinin kader olduğunu söylemesin. Gülmeyen hiçbir fotoğrafı yoktur bizim çocuğumuzun. O gülen gözleri, o kahkahaları hatırlamadığım tek bir dakikam yok. Kimse kader mader demesin!
Suçlular cezalarını alacaklar mı bilmiyorum. Buna dair bir umudum yok pek. Ama başkalarının, başkalarının çocuklarının başına gelmesin böyle acılar. Biz bugün mücadele ediyorsak sadece bunun için… Başka çocuklar ölmesin, başka ana babaların canı yanmasın.
EmlakBank Evleri’nde hayatlarını kaybedenlerin yakınları sosyal medya aracılığıyla adalet arıyorlar. Müteahhit Mehmet Özat 6 Şubat’tan bu yana “bulunamıyor”. Aileler kendi aralarında organize olmuşlar, birlikte bir yandan sosyal medya üzerinden kamuoyunun ilgisini ayakta tutmaya çalışırken bir yandan da avukatları aracılığıyla dava sürecini takip etmeye çalışıyorlar.
Süleyman Akgöl, müteahhit Mehmet Özat’ın sorumluluğunu anlatıyor:
Sinan Bey, Türkiye ne yazık ki sosyal devlet olgusunu benliğine yerleştirememiş bir ülke. Bu yüzden de zenginlik, para size isterseniz eğitimi, sağlığı hatta adaleti, gücü getirir. Para çok kolay kazanılabilir. Müteahhitlik mesleği açısından özellikle… Bizim binada olduğu gibi, vaktiyle kalıpçılık yapmışsınızdır, mimarların mühendislerin güzel para kazandığını görmüş, eh ben niye yapmayayım ki diye düşünmüşsünüzdür… Ne de olsa kalıpçısınızdır, işi zaten kendinizin yaptığını düşünebilirsiniz… İşte Mehmet Özat da böyle bir şahıs… EmlakBank Evleri 1. Etabının kaba yapı müteahhididir kendisi. Ben de mesleğin içinde olduğumdan oradaki ihmalleri görebiliyorum. Her birinin fotoğrafları mevcut. Karot testleri alındı. Raporlar hazırlandı, savcılık nezdinde bunların hepsi görüldü. Şimdi hukuki mücadele süreci başladı. Türkiye’de para kazanmak bazıları için çok kolay dedim ya. Müteahhitlik yaparsanız örneğin. Kolay para kazanmak istiyorsanız, işi bilmiyorsanız, hele ki insan canına kıymet vermiyorsanız demiri çalarsınız örneğin. Daha ucuz diye paslı demir kullanırsınız. Beton kalitesini bozarsınız. C-30, C-35 kullanmanız gerekirken C-20 kullanırsınız örneğin. Öyle müteahhitler var ki 3., 4. katı adam C-20 ile yapıyor, bunu yapamazsınız! Bu arada öyle çok büyük fiyat farkları da yok. Yani göz diktiğiniz para, bırakın insan canına kastetmeyi, insanı üzmeye değmez yahu! Ama işte bu kadar aç, bu kadar şuursuz, bu kadar liyakattan yoksun insanlar inşaat yapabiliyor bu ülkede. Sonuçlarını da insanlar ödüyor. Ölüyorlar! Ölüyoruz!
Tamam, bu adamlar böyle de kendi kafalarına göre hareket etmiyorlar ya? Kontrol, denetleme yükümlülüğü olanların hiç mi kabahati yok diye soruyorum:
Benim kuzenlerimden biri inşaat mühendisi diğeri mimar. İki kardeşler. Tanınan bir firmaları var, müteahhitlik yapıyorlar, kentsel dönüşüm projeleri özellikle. Şimdi Hatay Büyükşehir Belediyesi CHP’li. Antakya Belediyesi ise AKP’li. Bunu şunun için söylüyorum, parti önemli değil bu işlerde. Rüşvet çarkıyla ilerliyor bu işler ve bunu da da herkes biliyor. Yapı denetim firmaları var. Dışarıdan bir mühendisle anlaşmış. Beton numuneleri alıyorlar, içine çip yerleştiriyorlar. İnşaat mühendisi ya da yapı mühendisi artık kimse ki yeni mezun oluyor genellikle, haftada 1 gidiyor, raporları imzalayıp onaylıyor. Ama bu gibi yıkımlarda onun da başı belaya giriyor. Sonuçta bu işten hiç anlamayan adamlar bile adamın diplomasını kiralayıp yapı denetim işi yapıyorlar. Belediyelerden ruhsat alacaksınız. Rüşvetinizi vermeden alamayacağınızı herkes biliyor. İşin ehli de olsanız, işten hiç anlamasanız da Hatay’da rüşvetinizi vermeden inşaat işine başlayamazsınız zaten. Kontrol firmaları bu şekilde çalışır, yapı denetim firmaları bu şekilde çalışır. Yapı denetimde çalışan bir mühendisin bizzat gidip demiri kontrol etmesi, demir aralıklarını kontrol etmesi lazım, demir çaplarını kontrol etmesi lazım, beton kalitesini görmesi lazım. Beton santrallerinden çıkan raporların birer örneğinin onda olması lazım. Bunların her biri birer sorumluluk. Ama işte her şey baştan savma!
Aslı Akgöl ekliyor:
Zaten bu Mehmet Özat’ın EmlakBank Evlerinin 1. Etap inşaatından sonra diğer ortaklar tarafından devre dışı bırakıldığı söyleniyordu uzun süredir. Mehmet Özat’ın kaba yapım müteahhidi olduğu 1. Etap yerle bir ama diğer etaplardaki bloklar ağır hasar alsa da en azından 1. Etap gibi yerle bir olmadılar. Bu arada sadece EmlakBank Evleri de değil, Mehmet Özat’ın inşaatını yaptığı 3 farklı bina da yerle bir oldu. Oldu da ne oldu? Sonuçta Mehmet Özat ortada yok. Bir yerlerde gizleniyor. Oğlu ve kızının Ankara’da olduğu söyleniyor. Şikayetlerimiz sonucu oğlunun Ankara’daki evine gitti polisler. İnanır mısınız Sinan Bey, polisler eve giremedi. Arama izinleri yokmuş!
Bizim derdimiz sadece Mehmet Özat değil. Tabii ki öncelikle onun yargı önünde hesap vermesini istiyoruz ama Mehmet Özat’a göz yuman, izin veren, ruhsat veren, onay verenlerin de peşindeyiz. Ama Mehmet Özat kaçıyor, saklanıyor, birileri de onu koruyor.
Süleyman Akgöl devam ediyor:
Kendinden emin, yaptığı işten emin bir insan kaçar mı yargıdan? Bu binaları biz yaptık, tüm kurallara uyarak yaptık, işte bunun kanıtı da şu şu şu denetimcilerin onaylarıdır demez mi kendine güvenen insan?
Geleceğinin, hayallerinin bir parçasını, yavrusunu yitirmiş bir anne babaya “bundan sonrası” sorulabilir mi? Yine de nasıl devam edeceklerini, bundan sonrasına dair ne düşündüklerini soruyorum: Aslı Akgöl yanıtlıyor sorumu:
Hanzade’nin adına bir dernek kurmayı planlıyoruz. Öncelikli olarak afetlerden etkilenen ama afet olmasa bile okumaya istekli fakat imkanları olmayan çocuklara destek amaçlı bir dernek kuracağız. Hanzade deprem gecesi bizi uyutmayarak kurtardı, gittiğinde de bize bir misyon yükledi gibi hissediyoruz. Hanzade’miz zaten bir melekti, melek oldu gitti… İstiyoruz ki bundan sonra başka çocuklar için umut olsun, hayat olsun. Arama kurtarma sırasında canını dişine takarak uğraşan 45 arkadaşımız bize söz verdi. Böyle bir dernek kurulduğunda onlar da destek verecekler. Dernek bünyesinde gönüllülerden oluşan, eğitimli bir arama kurtarma ekibi de oluşturacağız. Ama öyle AFAD gibi bir çakısı bile olmadan değil. Vincimizle, hiltimizle, ekipmanımızla hatta çayımızla çorbamızla hem eğitimli hem teknik donanımlı bir ekip oluşturacağız. Çünkü orada ihtiyaç sadece arama kurtarma değildi. Çok zorluk çekti insanlar. Üşüdüler, aç susuz yakınlarının enkaz altından çıkarılmasını beklediler. Bizlerin yaşadıklarını yaşamasın insanlar. Hani nasıl AHBAP Burada! Diye bağırıyordu gönüllüler her yerde, bundan sonra da mümkün olan bir çok yerde Hanzade Burada! Seslerini duyacak insanlar. Bütün imkanlarımızı seferber edeceğiz, okumak isteyen çocuklara okul, önlük, kitap, defter, bilgisayar olacağız. Gelecek olacağız. Umut olacağız.