Ulvi: O kadar çok röportaj vermişsiniz ki “yeni ne soracağız?” diye düşünmedim değil. Bir yandan popüler kültürden, popüler üretimlerden bu kadar uzak dururken öte yandan röportaj anlamında bu kadar popüler olmayı neye bağlıyorsunuz?
Altay Öktem: Cevap sorunun içine gizlenmiş aslında. Popüler üretimlere, popülizme karşı duruşumdan dolayı bu anlayıştaki internet siteleri, dergiler, fanzinler kendi tavırlarını belirtmek için uzun bir giriş yazısı ya da manifesto yazmak yerine benimle söyleşi yapabiliyorlar. Bir yayının kapağında yer alan isimler, o oluşumun tavrını, duruşunu da belirliyor. Popüler bir dergi çıkaracaksanız, ilk sayıda mesela Elif Şafak’la röportaj yapılabilir. O kişinin yeni bir söz söyleyebilme ihtimalinden kaynaklanmaz bu tercih. Derginin tavrını belirtmenin, “bu popüler bir dergidir” demenin en kestirme yoludur. İsimler birer “gösterge” olarak kullanılıyor aslında. Bu da popüler bir yöntem!
Ulvi: “Yeraltı Edebiyatı” tanımını konuşarak başlayalım mı? Nedir bu “yeraltı edebiyatı”? Üzerinde bandrol olan bir kitap “yeraltı” olarak tanımlanabilir mi? Yoksa “yeraltı” deyince aklımıza yalnızca fanzinler mi gelmeli? Bu biçimle ilgiliydi bir de içerik var tabi, bir metne “yeraltı” demek için hangi kriterlere bakmak lazım?
Altay Öktem: “Yeraltı Edebiyatı” tartışmalı bir kavram. Şu eser yeraltı edebiyatına dahildir, şu değildir diye kesin bir şey söylemek zor aslında. Daha önce yeraltı edebiyatının özelliklerini maddeler halinde belirttiğim, kategorize etmeyi kolaylaştıracak çalışmalar da yaptım, yayınladım. Buna rağmen elimizde bir şablon olduğunu söyleyemeyiz. Aslında iyi bir şey bu. Kolayca kategorize edip konuyu kapatamıyoruz. Metnin inceliklerine inmemiz gerekiyor.
Ayrıca, bandrolün belirleyici olduğunu düşünmüyorum. Yeraltı edebiyatı eğer gerçekten edebiyatsa, bir şekilde dolaşıma girecek, rafa çıkacaktır. Burada bir sorun yok bana göre. Asıl zorluk, yeraltının bir tarz değil, bir tavır olmasından kaynaklanıyor. Bilimkurguyu, fantastiği, korkuyu, polisiyeyi hemen ayırt edebiliyoruz. Hatta konulara göre bir sınıflama yapıp tarihsel roman, aşk romanı vb. tanımlamalar yapabiliyoruz. Yeraltı edebiyatı gerçeği yontmadan, budamadan, estetize etmeden veren bir edebiyat olduğundan, popüler edebiyatın tam karşısında bir yerde kendini konumlandırdığından tanımlamak da zorlaşıyor. Söylediğim gibi, konuya, tarza göre değil, tavra göre karar vermemiz gerekiyor ki, bu da kişiye göre değişebilen, muğlak bir alana sokuyor yeraltı edebiyatını.
Bir de dönem sorunu var. Yeraltı edebiyatı, sanayi sonrası toplumların edebiyatına ait, kentleşmeyle birlikte ortaya çıkan bir kavram. Bunu göz ardı edersek Faust için de yeraltı edebiyatı diyebiliriz. Kimileri Dostoyevski’nin Yeraltından Notları’nı yeraltı edebiyatına dahil ediyor. Bukowski’de herkes hemfikir ama Neyzen Tevfik’in şiirlerini Bukowski’nin şiirleriyle karşılaştırırsanız hangisi daha yeraltıdır? Başka bir açıdan karşılaştırıp yaşamlarına bakalım. Yaşam da yazıya dahil değil mi? Neyzen gerçek bir yeraltı şairidir ama bu dönemden geriye bakarak, bugünkü tasniflemeyi geçmiş yapıtlara uygulayabilir miyiz? Ne kadar etik olur bu? Zebercet’i pekala Palahniuk’un kahramanlarıyla karşılaştırabiliriz. Ama Anayurt Oteli yeraltı edebiyatıdır deyip geçebilir miyiz? Yani üç beş kriter sayıp kapatabileceğimiz bir konu değil bu.
Peki, ben niye yıllardır bu konunun üstüne gidip yeraltı edebiyatıyla ilgili yazılar yazdım, araştırmalar yaptım? Yeraltı edebiyatının başka bir dinamiği ve dili var. Estetize edilmemiş bir gerçeklik var orada. Bu açıdan farklı bir çıkış noktası olma potansiyeli her zaman var ve desteklenmesi gerektiğine inanıyorum. Şimdilik bizde yeraltı edebiyatının baskın bir etkisi yok. Zaman içinde bu değişecek sanıyorum. Özellikle yaşadığımız bu dönemin izlerini yapıtlarına yansıtacak yazarlarının büyük kısmının, yeraltına ilgi duyan yazarlardan çıkacağına inanıyorum. Elbette bunların kaleme aldığı her eser yeraltı edebiyatına dahil olmayacaktır. Kısacası yeraltı edebiyatının güçlü bir edebiyat türü olmasından kaynaklanmıyor benim ilgim. Alışıldık, genel kabul gören, hatta dayatılan kalıplara itirazı olmasından, farklı bir tedrisat oluşturmasından kaynaklanıyor.
Ulvi: Fanzin sizin için ne anlama geliyor? Neden fanzinler bu kadar önemli? 80’ler, 90’lar 2000’ler olarak baktığımızda ne değişti fanzinlerde? İnternet, bloglar fanzinleri etkiledi mi? Malum bastırmak çoğaltmak yerine elektronik ortamda bunu gerçekleştirmek.
Altay Öktem: Fanzinlerin önemi, bireysel üretim olmalarından ve statükonun dayattığı anlayışın dışında konumlanmalarından kaynaklanıyor. Her dergi, ister istemez bir anlayışın, bir politikanın, bir edebiyat tarzının ya da dünya görüşünün temsilcisidir ve istemese bile temsil ettiği anlayışı önceler. Zaman içinde yazarları ve yazma biçimlerini de standardize eder. Bunu eleştiri anlamında söylemiyorum. Başka türlü olması mümkün değildir zaten. Hiçbir dergide kendine yer bulamayacak, hiçbir yere oturtamayacağımız şiirler, metinler, çizgiler, ya da adlandıramadığımız, hiçbir şekilde standartlara uymayan bakış açıları, kendilerine ancak fanzinlerde yer bulabiliyorlar. Bunun bir zenginlik olduğunu düşünüyorum.
60’lı yıllarda hazırlanan fanzinler de var. Ama özellikle 90’lardan 2000’li yılların ortalarına kadar ciddi bir fanzin atağı gerçekleşti ve özellikle de altkültürler kendilerini fanzinlerle ifade etti. Edebiyat açısından bakarsak, bu zenginlikten bir edebiyat akımı doğdu mu, ya da fanzinler kendi şairlerini, yazarlarını yarattı mı, diye sorabiliriz. Bu soruya olumlu cevap vermek mümkün değil. Ama bu gerekli midir gerçekten? Bence değil. Fanzinlerin, bu dönemin edebiyatına dahil olmuş, dolaşıma girmiş yazarlar ortaya çıkarmış olması ya da olmaması, onların önemini belirleyen bir ölçüt değil. Bağımsızlık ve kendine özgü olmak zaten yeterli bir zenginlik bence.
İnternete ve bloglara gelince; uzunca bir süre fanzinlerin önünü kestiği ve fanzinin neredeyse tarihe karıştığı doğru. Önce e-zine’ler, ardından bloglar fanzine olan ihtiyacı karşıladı. Tam fanzinler tarihe karıştı derken, özellikle de son dört beş yıldır gençlerin fanzine olan ilgisi canlandı ve basılı olan, ekranda görünene karşı üstünlük kazanmaya başladı. Şu anda çok fazla sayıda fanzin var ve “Fanzin Apartmanı” gibi, fanzinlerin bir arada hareket etmelerini ve kendi çaplarında bir güç odağı haline gelmelerini sağlayan kolektif hareketler var. Umut var yani.
Ulvi: “Hayata şiir gözlüğüyle bakmak” ne anlama geliyor? Askeri Okul-Doktor-Şair… Bu bir tezat değil mi? Bu tezatlık Altay Öktem’in şiirine nasıl yansıyor? Olumlu ve olumsuz anlamda
Altay Öktem: Hayata şiir gözlüğüyle nasıl bakılır, bir cümleyle bunu açıklayamam ama şiirin, insanı biçimlendiren, farklı kılan bir yapısı olduğunu söyleyebilirim. Başka hiçbir sanat dalında bunu göremezsiniz. Hayata romancı gibi bakan, ressam gibi, ya da tiyatro oyuncusu gibi bakan biriyle karşılaştım deseniz, bu hiç kimseye bir şey ifade etmez. Ancak ortak bir noktadan, sanatçı duyarlığından söz edebiliriz belki. İnsancıllıktan söz edebiliriz. Ama romancı kişiliği diye bir şey yoktur. Şair kişiliği vardır ama. Hiç şiir yazmasa bile şair gibi olan insanlar vardır. İyi olmak, anlayışlı olmak, duygusal olmak anlamında söylemiyorum bunu. Şair gibi olan iş adamları, şair gibi olan bürokratlar da vardır. Biliyorsunuz duyu organlarımızın sayısı bellidir ve ancak belli frekanslar arasındaki sesleri duyarız ya da belli frekanslar arasındaki görüntüleri görebiliriz. Şair, daha farklı frekansları algılayabiliyor bence. Beyin biraz daha farklı çalışıyor.
Gelelim tezatlara… Askeri okulun, doktorluğun ve şiirin kesişim noktası yok, ancak çatışma noktaları haddinden fazla. Bu benim hayatımı çok zorlaştırdı. Hem gündelik hayatta hem de zihinsel anlamda sürekli, bitmek tükenmek bilmeyen bir çatışmanın içinde yaşadım. Diğer yandan, bu çatışmanın şiirimi beslediğini düşünüyorum. Zaten şiir, bedel ödemeden yazılamıyor. Şiirde kendinizden vermeniz gerekir. Bir tür denge vardır şiirle şair arasında. Siz çok yükselirseniz, mutlu, başarılı, zengin vs. olursanız şiiriniz geriler, kendinizi kanata kanata yaşarsanız şiriniz gelişir. Bunu bilinçli bir tercih olarak da yapmazsınız, refleks olarak gelişir. Başka türlüsü olmaz zaten. Reel hayatın gerçeğiyle duygusal hayat sürekli çarpıştı bende. Ama yoruldum açıkçası. Çok yoruldum. Tek kazancım, şiirlerim.
Ulvi: Cemal Süreyya “Şiir, ‘Anayasa aykırı’dır, doğanın ahlakı kovduğu yerdedir, yasadışıdır.” Benzer biçimde de Ece Ayhan şiiri estetikten çok “aykırılık” ve “dili bozmak” ve yeniden yapmak temelinde ele alıyor, diyor, siz nasıl bakıyorsunuz?
Altay Öktem: Cemal Süreya ve Ece Ayhan’dan, yani damardan girdiniz konuya. Şapkamı çıkartarak konuşuyorum. Elbette şiir doğanın ahlakı kovduğu yerdedir, elbette yasadışıdır. Ece Ayhan “ben şair değil etikçiyim” demişti. Hayatta en önemsediğim sözlerden biridir. Her şair bir etikçi olmalı, olabilirse tabi. Belki de tek hedefi bu olmalı. Her şeyden ödün verilir, etikten asla! Ama etik ile ahlak arasında çok büyük fark var. Daha doğrusu, tamamen farklı kavramlar bunlar. Şiirin de şairin de ahlakla uzaktan yakından ilgisi olamaz. Ahlaksızdır şiir. Bir o kadar da etiktir. Ahlak dinin uzantısıdır. Geleneği, statükoyu dışa vurma şeklidir. Yereldir. Etik ise evrenseldir.
Aslında şiir, bozguna uğratır. Asıl işlevi budur. Buradan bakarsak her şeyi yerli yerine oturtabiliriz. Var olan estetik algıyı da bozguna uğratır, dili de. Hayatı da bozguna uğratır. Şairlerden korkulmasının, şairlerinin lanetlenmesinin nedeni de budur.
Ulvi: Her kuşak kendinden bir önce gelen kuşağı dili bozmakla suçlar, hep öyle oldu, günümüzde de özellikle elektronik mesajlaşmalar, sosyal medya hem kısaltmalar hem de kendi jargonuyla dili değiştiriyor. Dilin değişmesi, isteyerek veya istemeyerek bir erozyon mudur yoksa dil yaşam içerisinde zaten değişmeli midir? Yazarın, sanatçının burada tutumu ne olmalı? Sizin tutumunuz ne?
Altay Öktem: Dil canlıdır, sürekli değişir, gelişir, bazen de kırılmalara uğrar, dönüşür. O yüzden kuşaktan kuşağa da farklılaşır. Son dönemlerde ise, teknolojinin hızla gelişmesiyle birlikte daha önce rastlamadığımız oranda hızlı ve alışık olmadığımız bir kırılma biçimi gerçekleşmeye başladı dilde. Bu da çoğu kişinin paniğe kapılmasına neden oldu. Sosyal medyada kullanılan dil gündelik hayata da yansımaya başladı. Derinliği olan uzun metinler yerini enine genişleyen yüzeysel metinlere bıraktı. Tüm bunlar elbette dilin erozyonudur. Ama unutmamak gerekir ki, erozyon da doğal bir kavramdır. Doğaya dahildir. Zaman içinde bu değişimin olumlu tarafları kalıcı olur, olumsuz taraflarını dil dışarı atar, kendini onarır.
Ulvi: Sosyal Medya ile devam edelim? Bu konudaki görüşleriniz neler? Kendini ifade etme, özgürlük alanı ve yazın bağlamında… Burada şunu da sormak istiyorum, önce internet okuma alışkanlıklarımızı değiştirmeye başladı, soldan sağa değil yukarıdan aşağıya ve atlaya atlaya okumaya başladık, bir başka konu ise özellikle sosyal medyanın etkisiyle “uzun” metinlerin okun(a)madığı yönünde, bunun edebiyata yansımaları nasıl oldu, gelecekte bu anlamda nasıl değişiklikler bekliyor bizi yazın anlamında sizce?
Altay Öktem: Öncelikle, internetin, sosyal medyanın okuma alışkanlıklarımızı değiştirdiğini düşünmüyorum. Dili bir ölçüde etkileyebilir tabi, ama edebiyatı da okuma alışkanlıklarını da kolay kolay etkileyemez. Bunu söyleyebilmek için okur oranına bakmamız gerek. Edebiyat okuru, şiir okuru daha önce ne kadardı, şimdi ne kadar? Milyonlarca insan sabahtan akşama sosyal medyada vakit geçiriyor, birtakım blogları takip ediyorlar ama bunlar okur değil ki! Twit attıkları için Balzac okumayı bıraksalar ya da Kafka okumaktan vazgeçip kişisel gelişim kitapları okumaya başlasalar, bir tehlike var derim. Ama hiç okumayan ya da edebiyat okuru olmayan, “light” kitaplar okuyan kişilerin sosyal medyayı yoğun olarak kullanmaları yazının ve edebiyatın geleceğini etkilemez bence.
Ulvi: Dijitalleşme ile birlikte artık hayatımızda e-kitap diye bir kavram ve e-okuyucular var. Kitabın dijitalleşmesi konusunda ne düşünüyorsunuz? Basılı kitabın yok olacağı veya yok olmayacağı ancak biçim değiştirerek koleksiyon objeleri, arzu nesneleri haline geleceği yönünde görüşler var, siz nasıl bakıyorsunuz?
Altay Öktem: Bu konuda çok net cevap verebilirim. Basılı kitabın yok olacağına inanmıyorum. Aynı zamanda e-kitap’ın önemli bir imkan olduğunu düşünüyorum. Maalesef Türkiye’de yeterli ilgiyi görmedi. Çünkü anlaşılamadı. Okurlar tarafından değil, sistem tarafından anlaşılamadı. Devlet yüksek vergi uygulamaya kalktı, yayınevleri e-kitap sayesinde daha çok kâr edebileceklerini düşünüp bunu bir fırsat olarak gördü. E-kitapla matbaa, kağıt, baskı ortadan kalktı ama yayınevleri basılı kitapla aynı fiyattan satarak kârlarını arttıracaklarını düşündüğü için e-kitap rağbet görmedi. İleriki dönemlerde bunun değişeceğini, e-kitap’ın yaygınlaşacağını düşünüyorum. Ama bu basılı kitaba alternatif olmayacak, ikisi de farklı kulvarlarda yoluna devam edecek. Nostalji, kitap kokusu, kağıda dokunmak gibi kavramlar işin duygusal yönünü ve alışkanlık boyutunu işaret ediyor ve elbette onlar da çok önemli. Sonuçta, her ikisi de farklı talepleri karşılıyor ve hem basılı kitap hem de dijital kitap birbirlerine rakip olmaksızın var olacaklar diye düşünüyorum.
Ulvi: Gerek fanzinler gerekse edebiyat anlamında gençlerle çok yakın olmaya çalıştığınızı biliyorum, nasıl buluyorsunuz yeni nesil yazarları? Bizim nesilden yazın tarzı olarak farkları ne? Son dönemde sizce öne çıkan isimler var mı? Türk edebiyatında ve özellikle şiirde bir kabuk değişimi, bir arayış var mı?
Altay Öktem: Her dönem kendi yazarını çıkartıyor. Bu dönemde de çok iyi yazarlar var. Farklı edebiyat disiplinlerini ve farklı türleri takip ettiğim için, ister istemez zengin bir okuma serüveni yaşıyorum. Bir de, iki üç kitabı aynı anda okurum genelde. Mesela genç kuşaktan çok sevdiğim iki öykücü sayabilirim hemen: Ömür İklim Demir ve Deniz Tarsus. Onur Akyıl’ın Dün Gece Çok Gençtim ve Murat S. Dural’ın Kibrit Ev adlı kitapları da çok başarılı. Genç bir yeraltı edebiyatçısı olan Batuhan Bilgiç de bu türde oldukça dikkate değer bir roman yayınladı geçenlerde: Nasıl Düştüğümü Hatırlamıyorum. Henüz kitabı olmayan iki genç yazarı, Anıl Mert Özsoy ve Ayşe özlem İnci’yi de dikkatle takip ediyorum.
Şiire gelince… Uzun süredir şiir vasatın kabuğuna çekilmişti. Son dönemlerde, alışıldık dili ve kalıpları zorlayan genç şairlerle karşılaşıyorum. Ne zaman otoriter anlayış ve baskı artsa karşısında bir direnme ve kendini ifade etme aracı olarak şiire daha çok ihtiyaç doğduğunu düşününce umutsuz olmak için bir neden görmüyorum. İlgiyle izlediğim epey genç şair var. İlk etapta Gökben Derviş, Bengü Özsoy, Anıl Cihan isimlerini sayabilirim.
Ulvi: Yazmak ve Okumak dışında Altay Öktem ne yapar? Nasıl vakit geçirir?
Altay Öktem: Yoğun bir iş tempom var. Hekimliğe devam ediyorum Aynı zamanda roman, şiir, son dönemlerde bir de senaryo çalışmaları eklendi bunlara. 2017’de uzun süredir üzerinde çalıştığım çocuk kitaplarım da yayımlanmaya başlanacak. Bütün bunlara ek olarak gündelik hayatın koşuşturmaları devam ediyor. Ayrıca, birlikte vakit geçirdiğimiz Afacan isminde sevimli dostum var, sabahları onunla uzun yürüyüşler yapıyoruz. Seyahat etmeyi de çok severim. Fırsat buldukça farklı ülkelere gidiyorum. Çoğunlukla 24 saate bir günü sığdıramıyorum ama bunun faydası da var. İnsanın yaşlanmaya zamanı kalmıyor.