20. yüzyılın en sarsıcı sanatçılarından biriydi Pier Paolo Pasolini. Sinemacıydı, yazardı, şairdi, gazeteciydi. Yalnızca İtalya’da değil, dünya çapında da derin bir iz bıraktı. 1922’de Benito Mussolini liderliğinde Faşistlerin İktidara Yürüyüşü (Marcia su Roma) ile diktatörlük yoluna giren 1922 İtalya’sında doğan Pasolini, çocukluk yıllarından itibaren farklı ideolojik etkilerle büyüdü. Babası, faşizme sempati duyan bir subaydı; annesi ise Katolik bir öğretmendi. Bu ikilem, onun ileride devlet, aile, din ve toplumla kuracağı karmaşık ve çatışmalı ilişkisinin temelini attı. Küçük yaşlardan itibaren edebiyat ve sanata büyük bir ilgisi vardı Pasolini’nin. Hayatı boyunca geleneksel sanat anlayışını reddetti ve sanatı bir mücadele aracı olarak gördü. 1940’ların sonunda Komünist Parti’ye katılan Pasolini, özellikle köylülerin, işçilerin, toplumun alt tabakalarının sesi olmayı amaçladı. O yıllarda Katolik ahlakı ve burjuva değerlerinin hakim olduğu İtalya’da Pasolini’de nasibini almıştı. Eşcinsel kimliği nedeniyle 1949’da partiden ihraç edildi. Pasolini’nin hem politik hem de cinsel kimliği büyük tepkilere yol açıyordu. Fakat bu dışlanmışlık duygusu, onu sanatta çok daha radikal bir noktaya taşıdı.
Pasolini, edebiyata şiirle başladı. “Ragazzi di Vita” (1955) ve “Una Vita Violenta” (1959) gibi romanlarında, Roma’nın yoksul mahallelerindeki gençlerin yaşamlarını anlattı. Burjuva ahlakının dışında kalan insanların dünyasına dair derin bir merak ve empati duyan Pasolini, yeraltı dünyasının diliyle, küfürlerle, sokak jargonuyla yazan bir yazardı. Kitapları büyük tepki çekti ve “ahlaka aykırılık” suçlamalarıyla yargılandı. Ancak edebiyat onun için yeterli bir ifade biçimi değildi; daha büyük kitlelere ulaşabilmek için sinemaya yöneldi.
Pasolini’nin sinemaya geçişi, Yeni Gerçekçilik akımının mirasını devralan bir estetikle şekillendi. İlk filmi “Accattone” (1961), Roma’nın varoşlarında yaşayan küçük suçluların, fahişelerin ve işçilerin dünyasını anlatıyordu. Vittorio De Sica ve Roberto Rossellini’nin gerçekçi yaklaşımından etkilenmiş olsa da, onun filmlerinde daha şiirsel, daha mitolojik bir anlatı vardı. Onun karakterleri, sadece yoksul insanlar değil, modern dünyanın çürümesine karşı mitolojik birer figür gibi görünen trajik kahramanlardı. 1962’de çektiği “Mamma Roma“, İtalya’nın savaş sonrası burjuvazisinin ikiyüzlülüğünü ve yoksul sınıfın çaresizliğini anlatıyordu. Başrolde Anna Magnani’nin yer aldığı film, bir kadının toplumsal yükselme çabası ve çocuğuyla olan ilişkisini ele alırken, devletin ve toplumun baskıcı yapısını da gözler önüne seriyordu. Bu film, Pasolini’nin sinemada giderek daha sert bir anlatıma yöneldiğinin işaretiydi. Pasolini, kariyeri boyunca Katolik Kilisesi’ne, faşizme ve kapitalizme karşı çok açık bir şekilde karşı durdu. Ancak paradoksal bir şekilde, İncil’i konu alan en önemli filmlerden birini de o çekti: “Il Vangelo secondo Matteo” (Matta’ya Göre İncil, 1964). Bu film, Hristiyanlık tarihindeki en yalın ve politik anlatımlardan biri olarak kabul edilir. Pasolini, açıkça bir ateist ve Marksist olmasına rağmen, dinin özellikle Hristiyanlığın, ezilen sınıflar için önemli bir kültürel ve toplumsal değer taşıdığına inanıyordu. Pasolini, burada İncil’i bir mistik hikâye olarak değil, ezilenlerin ve alt sınıfların mücadelesini anlatan bir devrimci metin olarak yorumluyordu. 1960’ların sonlarına doğru sineması daha politik ve alegorik bir hâl aldı. “Teorema” (1968), burjuva toplumunun içindeki yozlaşmayı ve çöküşü anlatırken, “Porcile” (1969) ve “Medea” (1969) gibi filmlerinde antik mitolojiyi modern dünyanın şifrelerini çözmek için kullandı. Ona göre, mitler ve eski anlatılar, kapitalist ve faşist düzenin işleyişini anlamak için en güçlü araçlardı. Ancak Pasolini’yi en fazla tartışmalı hâle getiren ve onu bir ölüm tehdidiyle karşı karşıya bırakan filmi, “Salò, ya da Sodom’un 120 Günü” (1975) oldu. Bu film, faşizmin insan ruhu üzerindeki yıkıcı etkisini en çarpıcı şekilde gösteren eserlerden biridir.
Marquis de Sade’ın cinsellik ve işkence içeren kitabını, Mussolini dönemindeki faşizmle birleştirerek insanlık tarihinin en korkunç baskı mekanizmalarını gözler önüne serdi. Film, içerdiği aşırı şiddet ve cinsellik sahneleri nedeniyle birçok ülkede gösterime girmeden yasaklandı. Pasolini, 1975 yılının Kasım ayında, “Salò” filminin yayımlanmasından hemen önce, Roma’nın Ostia sahilinde dövülerek ve vahşice öldürülerek hayatını kaybetti. Resmi anlatıya göre, bir erkek fahişe tarafından öldürülmüştü, ancak yıllar boyunca bu cinayetin politik bir suikast olduğu iddia edildi. Ölümünün ardındaki sırlar hâlâ tam olarak çözülebilmiş değil.
Ancak Pasolini’nin ölmeden yıllar önce sinema salonlarının önünde de mücadelesini sürdürdüğü biliniyor. 1962’de, Roma’daki Quattro Fontane Sineması önünde yaşanan bir olay, onun yalnızca fikirleriyle değil, gerektiğinde yumruğuyla da mücadele ettiğinin en somut göstergelerinden biri oldu. O gece, faşist bir grubun kendisine hakaret etmesiyle sinema salonunun önünde bir kavga çıktı.
Pasolini’nin, kendisine saldıran bir faşisti yumrukladığı an, objektiflere yansıdı. Bu fotoğraf yıllar boyunca, onun faşizme karşı savaşının fiziksel bir temsili olarak hatırlandı. Ancak bazıları, Pasolini’nin fiziksel şiddete başvurmayan biri olduğunu, olayın belki de abartıldığını söylüyor. Ne olursa olsun, bu an, onun hayatı boyunca verdiği mücadelenin bir özeti gibiydi: faşizme, baskıya ve yozlaşmaya karşı hem sanatıyla hem de bedeniyle savaşan bir adam. Bugün Pasolini, yalnızca sinema tarihinde değil, politik sanatın, entelektüel mücadelenin ve düşünce özgürlüğünün en önemli figürlerinden biri olarak hatırlanıyor. Onun sanatı, topluma tuttuğu aynayla hâlâ rahatsız edici, hâlâ sarsıcı, hâlâ devrimci…