Şöyle ağız tadıyla, bol çatışmalı, araya serpiştirilmiş büyülerle renklendirilmiş, ejderha olmasa da, ne bileyim işte bir iki iblisle tatlandırılmış bir şeyler seyretmeyeli uzun zaman oldu aslında. Her birimizin evinde olduğu gibi bizim televizyonumuzda da platformlar kurulu, ayrıca çantalar dolusu dvd, artık kutusunda dursa da video player ve tabii ki onlarca vhs kaset, yüzlerce cd ile dolu çantalar mevcut. Bunca şeyin arasında ben hâlâ “ne seyretsem acep?” modunda takılıyorum, üstelik bunun hiç de normal olmadığının bilincindeyim. Birkaç yıl önce kaba taslak bir hesap yapmıştım, elimdeki tüm arşivi yeniden seyretmeye kalksam, günde 8 saatlik bir mesai şartı ile yaklaşık 2.5 yıl sürüyor.
2.5 yıl boyunca herhangi bir kablo, platform, uydu yayınına ihtiyaç duymadan seyredebileceğim kadar materyali depolamışım yani. Bunların hepsini seyrettin mi diye soracak olursanız, aralarında seyretmediğim bir %10’luk kısım vardır… Yani çoook fazla şey seyrettim. İşim gereği proje bazlı çalışıp sonrasında araları yatarak geçirdiğim yirmi iki yıldan bahsediyoruz. Dolayısıyla süre uzundu, doldurulması gereken boşluklar da sanıldığı kadar küçük değildi.
Şimdi dönelim bu “seçememe” problemine! Bir süredir elime kumandaları alıp “ne seyretsem” modunda saatlerce takılıyorum. Bu arada telefonla konuşuyorum, bir şeyler yiyorum, tüm kedi sahipleri gibi kedimizin gönlünü hoş ediyorum, evle ilgili yapılması gereken bir şey varsa araya onu sıkıştırıyorum, akşama kadar bu böyle devam ediyor ve ben akşam yemekten sonra sevgilimle koltuklara yayılana kadar da aslında gün boyu hiçbir şey seyretmemiş, bir bölüm bile dizi bitirememiş, oradan oraya zap yaparak vaktimi de harcamış oluyorum. Ne izleyeceğim konusunda kendi başıma karar veremezken, çayımızı koyup TV karşısında geçtiğimiz anda ne seyredeceğimize karar verebiliyoruz oysa! Burada problemin benden kaynaklı olduğu konusunda hemfikiriz sanırım, yani ben asla sevgili karımın dayattığı bir şeyi izlemiyorum, sadece onun yönelttiği ve hepsi birbirinden güzel, ağır tempolu, genelde pastel renklerde, Avrupa dizi ve filmlerini ilgiyle izliyorum. Bana kalsa da aynılarını izlerdik kesinlikle, yani öyle düşünüyorum.
Neyse, olay son derece basit sanırım; gün boyu tüm çevresel etkilerle bölünen dikkatim, gece blok halinde emrimde ve ben de nihayet gözlerimi ayırmadan bir şeyler seyredebilecek moda giriyorum. Dikkat bozukluğu hepimizi rahatsız eden bir rahatsızlık değil mi sizce de? Bunun pandemi ile ağırlaştığını kendimde gördüm. Daha önce en azından birkaç sayfa kitap okuyup, biraz yazıp, biraz bi’şiler izleyen ben, pandemi ile eve kapandığımız o meş’um mart ortasından bu yana müthiş bir dikkat bozukluğu ile cebelleşiyorum.
Birkaç saatte bitirebileceğim bir yazıyı bir günde, birkaç günde bitirebileceğim bir mini kurguyu birkaç haftada, birkaç ayda bitirebileceğim bir kitabı ise 2 yıldır hâlâ yazmaya çabalıyorum. Delirmek işten değil!
Aslında olay da çok karmaşık değil, en azından kendi yaşadığım bu dağınıklığın sebebi pandeminin, yıllarca seyrettiğimiz, okuduğumuz o distopik hikâyeleri, kurguları bir anda realite hale getirmesi. Üstelik bu, sadece bir mahalle, bir köy ya da bir şehir değil, dünya çapında yaşanan bir süreç. Düşünsenize benim yaşımda olanlar çok iyi hatırlar, ülkede gördüğümüz ya da duyduğumuz en büyük olay; daha önce ismini bilmediğimiz bir mezra ya da köyün, “kuduz” vakası görülmesi sonucu karantinaya alınmasıydı. Hadi biraz daha yakın tarihe gelelim, kuş gribi yüzünden ana haberlerde, üstlerinde beyaz tulumları, başlarında boneleri ve ellerinde eldivenleriyle bir grup görevlinin köylülerden tavuklarını kendilerine teslim etmelerini istemeleriydi en çok aksiyon barındıran büyük felâket görüntüsü.
Yaşananları tam olarak hatırlamayanlar için minik bir hatırlatma yapayım; önde Uğur Dündar, elinde mikrofon konuşurken, arkadan geçen traktörün üzerinde bonelerini takmış köylüler ve tüm korumalarını giymiş, görev bilinciyle kaskatı bir şekilde kamyonetin kasasında bekleyen görevlilere, itlaf edilecek tavuklarını uzatan, hiçbiri korunma giysisi ya da maske takmamış köylülerimizin hali gözlerinizin önüne gelecektir.
Bunlar haricinde, ülkede öyle biyolojik ya da radyoaktif korunma giysisi, maske, biyolojik zararlı atık konteyneri, radyoaktif tehlike gibi heyecanlı olaylara rastlanmazdı. Tabii ki bir olay hariç; hurda toplayarak geçimi sağlayan bir adamcağız, günün birinde sanayi sitesindeki bir dükkan sahibinden içinde kurşun olan bir varil alır. Sonra bu varili hurdaları topladıkları yere götürüp keski ve çekiçle parçalayarak içindeki kurşun bloğu çıkartmaya çalışır. Detayları, o varilin neden o tamirhanede olduğunu, nasıl olup da satıldığını ve daha da önemlisi bir kontrol mekanizması olmayışını pas geçiyorum, akşam haberlerinde, hurdaların yığıldığı alanda, etrafta yürüyen, üstlerinde beyaz tulumları, maskeleri olan personel sahnededir ve bir tanesi, olay mahallinden ağır ağır geçmekte olan diğerine seslenir, “koş koş radyasyon var”. Bunu duyan görevlinin, gerçekten de koşarak oradan geçmesi dillere destandır. Ancak burada hala anlamadığım şey, adamın varilden uzaklaşmak yerine yoluna devam edip, varile teğet – paralel şekilde koşarak radyasyondan kaçmaya çalışmasıydı. Ama özgüvenine gerçekten hayran olduğumu da belirtmeden geçemeyeceğim, radyoaktif ışımadan daha hızlı koşabildiğine olan inancı, sarsıcı derecede yüksekti.
Ben de yazının sonuna koşarak geliyorum merak etmeyin, ülkem insanı, radyo aktif malzemeden uzaklaşmak yerine paralel – teğet koşarak geçerse kendisine bir şey olmayacağına inanırken siz hala ejderhalara, büyücülere, ölümsüzlere, vampir ve kurt adamlara, fantastik dörtlüye, örümcek adama, süpermen’e, zombilere, deadpool’a inanmamakta ısrarcı mısınız? Orta yolu bulalım en azından hepiniz Tarzan’ı bilirsiniz, adamı sevmeyenlerin de Ceyn’e sempati duyması ya da Çita’ya bayılması olası. Üstelik gayet de romantik ve sonu da mutlu bitiyor.
Hayallerimiz kadar var olduğumuz o fantezi dünyasında, hepinizin, kendisi için sınırsızca kurguladığı bir masalın kahramanı olmasını diliyorum…