Bugün dünyanın hemen her ülkesinde siyasetin birincil düşmanı çeşitlilik. Hangi konuda olduğu önemli değil. Doğada, düşüncede, inanışta, yaşayışta, bilimde, teknolojide, ekonomide… Farklı bir şeyler düşünüyor veya istiyorsanız, dikkatli olun. Bütün dünyada yükselen fikirsiz totaliter sağ siyasetin düşmanı sizsiniz!
Önce doğayı yok edelim…
Temel ihtiyaçlar üzerinden, ilk sorunumuz beslenme. Bu ihtiyacı karşılamaya yönelik olarak insanlığın hem devamını hem de sonunu hazırlayan tarımsal üretimdeki gelişim, öncelikle yenilebilir türlerin sayısında azalmaya neden oldu.
Dünya üzerinde tespit edilmiş 250 bin çeşit yenilebilir ürünün sadece 7 binini işleyen insanlık bugün ürkütücü bir noktaya gelmiş durumda. Toplam kalori ihtiyacımızın yarısını sadece üç tür ile karşılıyoruz bugün: Buğday, pirinç ve mısır. Hayvansal ürünlerde de durumumuz parlak değil. Tüm ihtiyacımızın yüzde yetmiş beşini sadece beş tür karşılıyo: Sığır, koyun, domuz, tavuk ve keçi.
Tarım sadece yenilebilir türleri azaltmakla kalmadı, aynı zamanda ihtiyaç duyduğu geniş tarım alanları ile doğadan da her gün yeni topraklar işgal etti. Bugün doğal yaşam sınırlı bir alana sıkışmış şekilde varlığını sürdürme savaşı veriyor. İnsanın evcilleştirme tercihleri, doğal seçilimin bozulmasına ve gezegen üzerinde dengesiz bir canlı nüfusuna neden oldu.
İnsanın tarımsal ve endüstriyel saldırısı, hem karada hem de denizlerde biyoçeşitliliği yok ederken, doğanın bütün dengesinin de bozulmasına neden oluyor. İnsanın tüm türlere ihtiyacı olduğunu anlaması ise ne yazık ki çok uzun bir zaman aldı.
Geldiğimiz noktada, biyoçeşitlilik kaybı önlenemez bir hal almış durumda. Türlerin insan tarafından yapay ortamlarda koruma altına alınması, sadece türün hayatta kalmasına olanak sağlarken, bu korunan türün doğal dengeye olan katkı yeteneği ise yok olmuş durumda. Doğadan izole edilmiş korunan ortamlardaki türlerin geleceğimizi kurtaracağını düşünmek, hayvanat bahçesindeki aslandan medet ummaya benziyor.
Küresel ekonomiyi ben yöneteceğim…
Siyasetin hamiliğini yaptığı ve kol kanat gerdiği sermaye hiç de Adam Smith’in hayal ettiği gibi davranmadı. Karşılıklı bir kazanım düşüncesinden zerrece nasibini almamış olan sermaye, her zaman daha çok kar etmeye ve rakiplerini yok etmeye odaklandı. Emperyalizmin büyüsüne kapılan kapitalizm küresel ölçekte bütün mal ve hizmetlerin sahibi olmayı kendisine düstur edindi.
Küçük üreticinin yok sayıldığı, güçsüzleştirildiği ve aşağılandığı ekonomik sistemler tüm ülkelerin siyasetçileri tarafından desteklendi. Serbest piyasa ekonomisinin korunmasız ortamında biraz olsun ayakta kalmaya çalışanlar olduğu halde, kapılar açıldı ve zayıf girişimler küresel devlerin ayakları altında ezildi.
Yerel siyasetçiler, küçük üreticilerini haris davranmakla suçlayarak kendi beceriksizliklerinin günah keçisi haline getirirken, onları içinden çıktıkları halklarına da düşman ettiler. Yerli sermayeyi korumak yalanı ile küçük üreticilerini doymak bilmeyen küresel ekonomiye yem haline getirdiler.
Herkes aynı düşünsün…
Negatif küreselliğin ve yerelliğin tüm nimetlerinden yararlanan sağ siyaset küresel sermayenin obezitesini beslemeye koyuldu. Sözde milliyetçi muhafazakar bu sığ siyaset, önce faşizmin sonra da onun yumuşatılmış ancak daha tehlikeli hali olan popülizmi kullanarak kitleleri peşinden sürükledi ve fanatikleştirdi.
Kimi ülkede milliyetçiliği kimisinde ise dini kullanan siyaset, hemen her türden politik ve ekonomik tartışmayı vatanseverlik ve vatan hainliği ekseninde ikiye ayırarak, tüm geliştirilmiş insani uzlaşma mekanizmalarını temelinden sarsarak yıkmaya başladı.
Yerel düşünceyi ve zenginliği kısırlaştıran, ulusalcılık kavramının içini boşaltarak tek boyuta, vatanseverlik boyutuna indirgeyen bu ideoloji fukarası siyaset, aynı fakirliği tüm bir topluma da dayatmaya başladı. Bir insanı katleden caniler ile bir sistemi eleştiren düşünürleri aynı kefede değerledirdi ve bu şekilde cezalandırdı.
Dünyanın birçok ülkesinde siyasetin adaleti, kimi zaman hafifletici nedenler ile bir katili serbest bırakabilirken, sistemi eleştirenleri süresiz şekilde zinadnlarda tutma hakkını kendisinde buldu. Hem de her geçen gün daha da tekleştirdiği ve düşünsel açıdan niteliksezliştirdiği geniş halk kitlelerinin desteğini alarak.
Bugün dünyada 48 ülkenin yönetim şeklini diktatörlük olarak tanımlayan kaynaklar var. Buna göre yaklaşık sekiz milyarlık dünya nüfusunun yüzde otuz dördü yani yaklaşık üç milyar insan diktatörlük rejimi altında yaşıyor. Bu nüfusun yaklaşık yarısının ise bu durumdan memnun olduğunu ve diktatörlerini desteklediklerini de söylememiz gerekiyor.
Farklı tercihlere de tahammülümüz yok…
Doğada, ekonomide ve siyasette çeşitliliği istemeyen günümüz hakim sistemi, bireysel yaşamda ve tercihlerde de çeşitliliğe karşı. Tüm bir eğitim boyunca bireyselliği kutsayan siyasetin eğitimi, ancak kendi tanımladığı bireysellik tercih edildiği halde yaşamaya izin verir hale geldi.
İnsanın fikri ve fiziki çeşitlilik ihtiyacını diğer tüm alanlarda olduğu gibi çeşitlilik olarak kodlayan sistem, bunu da kendisine düşman olarak görüyor. Ancak bu sefer başka bir silah kullanarak, zaten biçimlendirdiği toplumu kullanarak bu sessiz düşman ile acımasızca savaşıyor. Fikri, fiziki ve cinsel tercihleri ile var olmaya çalışan hemen her bireyi katli vacip kabul ederek, toplumun bu savunmasız kesimlere karşı saldırısına da göz yumuyor.
Çeşitlilik. Gezegendeki tüm türlerin ve insanın var oluşunun vazgeçilmez koşulu. Tür olarak doğada, ekonomik olarak hayatı idamede, fikri olarak ideolojik ve yaşamsal olarak kültürel zenginliğimizde ihtiyaç duyduğumuz çeşitliliği kaybediyoruz.
Tüm çeşitlilikleri tıpkı Afrika’nın ortasında küçücük bir tabiat parkına sıkıştırılmış orangutanlar gibi, ama dünyadan izole şekilde yaşamamıza izin veriliyor. Tüm doğallığından ve geliştirici katkısından kopartılmış bir çeşitlilik. Nasıl koruyabileceğimizi daha sonraki yazılarımızda paylaşacağım…