Evin İçinde Evsizlik Hali

0
188

Sessiz sakin büyürken,

Birden attılar bizi dünyanın ortasına,

Ve çarpıyor bize yüz binlerce dalga.

Her şey bizi kışkırtıyor, bazıları hoşumuza gidiyor,

Bazıları canımızı sıkıyor ve zaman zaman

Bir huzursuzluk duygusu dalgalanıyor,

Hissediyoruz ve hissettiklerimiz

Renkli dünyaya karşı hissettiklerimizi götürüyor.”

Goethe

Çok uzun sürmeyecek bir yaşamın içinde olumsuz duygulara tanıklık etmek ve istenmeyen sonlara hızla yaklaştığımı düşünmek beni korkutur, ne şiirden, ne filmden, ne romandan, ne resimden bir tat ve haz alamam. Çok defa yaşadıklarımızı bir cümlenin içine sığdırmaya çalıştığım da oldu ama yine de savunmasız kaldığından fazla gösteremedim. Renklerini cömertçe şehrin üzerine düşürenler pek anlayamadı, kendisine öteki adı verildi ama neyin nesiydi bu?

Bazı coğrafyalarda öteki olmak küresel ısınmanın etkilerini izleyecek kadar uzun sürmüyordu. Aynı coğrafyada birileri öldüğünü ispatlamaya çalışırken, birileri var olduğunu ispatlamaya çalışıyordu. Öteki olmanın haber değeri, küresel bir etki değerinin olmadığı zamanlara denk geldi. Bu dönemde öteki olmak, zamansızca yer çekimine teslim olmaktı ve mevsim geçişlerinde çıplak kalan bir ağaç gibiydi. Doğa yitirdiğini baharın dokunuşu ile kazanırken, insan büyük çaresizdi.

Tüm renkleriyle şehrin kenar meskenlerinde dolaşanlar önce insanlığın öteki yüzü ile tanışıyordu. Bizlere hep insanların hayatı kaçırma telaşında olduklarını, hayata yetişmeye çalıştıklarını gösterdiler. Oysa insan empati yeteneğini kaybederek aciz bir şekilde gözlerimizin önünde acı çekiyordu. İnsanlar sosyal eşitsizlik sayesinde toplumsal sınıflar etrafında debelenip durmaya başlayınca bir süre sonra kendinden olmayanların avına başladı.

Fotoğraf: Najla Osseiran

Aynı olan şeyler arasında eşitlik arayabilir miydik? En çok farklılarımızı gördükçe eşitliği aramaya başlıyoruz ve insanın olduğu her yerde gündeme getiriyoruz. Yetmiş küsur yıl önce tüm insanlık “insan insan olmaktan dolayı eşittir” dedi. Sonra tüm farklı insanları, farklı kimlikleri ve farklı kültürleri yurttaşlık altında bir araya getirdik. Eşitliğe ilişkin birçok düzenleme yaptık ama eşitsizlik sürekli aramızda bir yerlerde dinamiğini korudu.

İnsanlar bedenden ve ruhtan oluşmanın ötesine geçerek, bir uyruk ile meydana geldiğini düşünmeye başladığından beri ne yapsa yurttaşlığı makbul olmayan insanlar da vardı. Yerli ve milli kimliğin önüne bir türlü geçemedi insan olmak!

Bir 23 Nisan sabahı hissettim bunu. Bir belediyenin sosyal medya gönderisinin altında göstermişti kendini. Klistenes’in sınıf ayrımını ortadan kaldırarak halkı yönetime katmasının bir temsilini yaşıyorken, bir kız çocuğunun koltuğa oturduğu o anların resimleri paylaşıldı.

Şöyle yazdı altına birisi, “Yapman gereken Edremit’i bir an önce Çingene milletinden kurtarmaktır”. Kapının kıyısında, eşitsizliğin gölgesinde ve evin içinde bir evsizlik durumuydu bu. Hoş kravatımızdan çekip öpecek bir hali de yoktu. Romanların hepsi sabahtan geceye ispatlarcasına 23 Nisan mesajları verme uğraşındaydı. Birileri tarafından çok da makbul değildi.

8 Nisan Dünya Romanlar gününde ise arkadaşlarımla birlikte eşit haklar talep eden bir bildiriye imza attım. Twitter mecrasında bu bildiriye yer veren bir haberin altında tam üç yerimden bölündüm. İlkinde çalıp söyleyen (ama müzik aleti olanından), ikincisinde çalıp çırpan (hırsız yani) ve son olarak fakir ama onurlu bir kağıt toplayıcı (vasıfsız ama onurlu) oldum. Sağ olsunlar bir şey yapılacaksa onlara yapılması gerektiğini de lütfettiler. Neyse ki sonuncusun toplum tarafından tutulan bir kısım olarak belirtilmesi idare etti, tutunacak bir dal misali! Kim bunu mantıklı hale getirdi bilmiyorum ama “sen sadece bu kadarını hak ediyorsun” fikri ziyadesiyle yormaya başladı.

Kalp kırıklığıyla çocukça tepkiler verdiren, içine kapatan, utandıran, öfkelendiren ve kendine gelmesi belli bir süreyi kapsayan o anlarda, hayatın ve aşkın ortaklığına biraz daha aldandım. Geleceğin olmadığı bir yerde şimdiki zamanı nasıl konuşacaktım. Tüm plansızlığında birkaç stratejiden mi bahsedeyim, bilemedim. Tüm renklerini kentin üstüne cömertçe döken, bulutların ufukta toplandığı anlarda her yerden yoksulluk iniltileri duyulan bir halkın çocuğu olarak şimdiki zamana direnmek gerek dedim. Her ne kadar zaman bize çelme takmakla meşgul olsa bile(…)

Kimi zaman susmak kimi zaman da konuşmak zor gelir. Dönüp çevrene bakmak, bakarken kendini bulmak ve hakikat karşısında dik durmak gerek. Bir yerlerde insana dair tüm güzelliklere ve renklere düşmanlık varken, eşit değerde demek artık önemsiz demenin bir başka alternatifi olmaya başladı. Eşit demek için toplumun rızasını gözeterek, kalabalıkların dayattığı koşullara bakmaktan ya vazgeçeceğiz ya da hep birlikte intihara sürükleneceğiz.

Bu kafa karışıklığı kuşkusuz uzun sürecekti hatta bir süre sonra da yerini yalnızlığa bırakacaktı. 8 Nisan’da eşitlik için ses verdiğimizde karşılığında bir ses daha duydum. Sinan hoca geldi “gelin bir anlatın bakalım nedir bu öteki mevzusu” dedi. Geldik, anlattık ve bahtiyar olduk. Geldiğimizde umutlu musunuz diye sordu? Bunca umut simsarlarının arasında tabii ki dedik. Biz ne zaman öteki mahalleden çıksak paçamıza linç yapışırdı. Bu sefer öyle olmadı, şanslıydık. Sinan hoca hemen öteki mahalle için bir köşe açabiliriz dediğinde heyecanlandım, ne anlatabilirim diye düşünmeye başladım. Olanı biteni anlatacaktım işte! Nasıl öteki olunduğunu ve kum kalabalığın ardındaki bir avuç tenhalığı…

Selam olsun öteki mahalleden artık biz de varız…