Ritüel, Doğa, Sessizlik: Arthouse Tarihsel Korkunun Lo-Fi Patikası

0
59

1980’lerde VHS pazarı, büyük stüdyo filmlerinin dışında kalan, düşük bütçeli yapımlar için büyük bir fırsat kapısı açtı. Doğrudan video piyasası için üretilen filmler yükselişe geçti. Malum bu filmler sinemada gösterilmeden doğrudan kaset olarak satışa sunuluyordu. Korku, bilim kurgu, erotik ve aksiyon gibi türlerde bolca düşük bütçeli film üretildi. Onlarca da alt janra ortaya çıktı. Film yapım maliyetleri düştüğü için bağımsız yapımcılar da pazara daha kolay girebildi. Sinemada izleyici bulamayan ya da gösterime giremeyen bazı filmler VHS sayesinde kült filmler haline geldi. Düşük prodüksiyonlu ama sınır tanımayan B-Filmler, VHS sayesinde altın çağını yaşadı. Tabi bu değişimin; izleyici ve sinema salonu kültürü açısından da bazı yan etkileri oldu. Sinema salonlarının mutlak egemenliği zayıfladı ama film izlemek daha kişisel ve zamana bağlı olmayan niş bir deneyime dönüştü.

VHS devrimi, bağımsız sinema ve özellikle gerilla sineması üzerinde oldukça dönüştürücü bir etki yarattı ki 90’ların sonu ve 2000’lerin başında bu etkinin sinemaya oldukça güçlü bir tesiri var. Garip gelecek ama konvansiyonel sinema kodlarını yıkan ve başta hakir görülen bu yeni gelenek, sinema tarihinde daha özgür, deneyselliğe açık ve demokratikleşen bir döneminin kapısını açtı. Film çekmek artık sadece stüdyoların işi olmaktan çıktı ve büyük dağıtım şirketlerinin radarında olmayan alternatif, deneysel ya da politik filmler, belirli bir izleyici kitlesine doğrudan ulaşabildi (yani niş izleyiciler için niş filmlerin üretildi).

4.Tony Stone in SEVERED WAYS, a Magnet Releasing release. Photo courtesy of Magnet Releasing.

Bu niş ve deneysel üretimler içinde arthouse tarihsel gerilim ve korku filmlerinin bambaşka bir lezzeti var, zaten bu metni yazma nedenim de izlemekte oldukça geç kaldığım ve izlediğimde bayıldığım The Head Hunter filmi oldu. The Head Hunter, bu niş janranın örneklerinden sadece biri. Aslında bu alanı eşelediğimizde- özellikle 2000’lerin ikinci yarısı itibariyle kendini göstermeye başlayan şahane avangard filmler var. Sanırım Stone’un başyapıtı Severed Ways ilk kritik örnek olarak okunabilir.  Severed Ways (2007), Tony Stone’un yazıp yönettiği ve aynı zamanda oynadığı radikal bir bağımsız film olarak tarihi sinemanın estetik kalıplarını altüst eden bir başlangıç noktası. 11. yüzyılda Amerika kıyılarına ulaşmış iki Viking’in izini süren film, tarihsel anlatıyı klasik tarihi prodüksiyon kodlarından ayırır; minimal diyaloglar, doğal ışık kullanımı, el kameraları ve black metal müzikleriyle sıradışı bir deneyim sunar. Aslında ilginç bir detay daha vermek gerekirse, aynı yıl Norveçli Black Metal ikilisi Darkthrone’dan Nocturno Culto’nun çektiği ve ‘oynadığı’ The Misanthrope filmi var. Katalog tanımı her ne kadar bu filmi belgesel olarak tanımlasa da- bu filme, korku öğelerinin ağır bastığı, avangard bir müzikal makale dememiz mümkün. Film hem Darkthrone’un günlük rutinini hem de Nocturno Culto’nun bilinçdışını açan hipnotik bir tutanak / günlük işlevi görüyor. Severed Ways ile aynı yıl yayınlanmaları da oldukça ilginç bir tesadüf. Severed Ways’e dönecek olursak; bu film anlatıdan çok bedensel deneyimi, diyalogdan çok mekansal hissi öne çıkartan tekinsiz bir estetik kuruyor. Film, tarihi dramayı ana akım görsel kodlardan kopartıp doğanın sesine ve bilinçdışına yakınlaştırıyor. Zamanında Kenneth Anger’in paganik denemelerine oldukça yakın bir estetik bu. Bu yaklaşım, ilerleyen yıllarda bir tür olarak “folklorik korkular” ve “arthouse tarihsel gerilim” çizgisini güçlendirecek ilginç bir kimyanın öncüsü sayılabilir.

Bu akımın bir başka güçlü bir örneği de 2009 tarihli Valhalla Rising. Nicolas Winding Refn, estetik ve felsefi açıdan oldukça güçlü bir film inşa ediyor. Film, suskun savaşçı “Tek Göz” karakteri üzerinden, haçlı seferlerine dair alışıla gelmiş tarihsel anlatıyı bırakıp, karakter üzerinden metafizik bir yolculuğa dönüştürüyor. Renkleri, hakim mekan olarak kullanılan doğa ve insanın ilkel şiddeti, filmi tarihsel bir hikaye olmaktan çok deneysel bir bilinç akışına dönüşüyor. Refn burada klasik anlatı yapısını kırıp; diyalogları minimuma indiriyor. İlginç ama bu filmi izlerken kafamda iki isim çok fazla dolanıyor; Samuel Beckett ve Friedrich Nietzsche. Tabi bu filmin bir farkı da şu; tüm bu bağımsız denemelerin içinde filmin başrolünde Mads Mikkelsen’in olması. O dönem henüz Hannibal dizisiyle parlamamış olsa da Mads Mikkelsen sektörde bilinen ve Avrupa’dan Hollywood’a kaymış bir oyuncuydu.

Türün bir başka ilginç denemesi ise Ben Wheatley’nin 2013 çıkışlı siyah-beyaz olan A Field in England’ı. Bu kült film, yukarıda bahsettiğim estetik çizgiyi İngiliz iç savaşı bağlamında politik bir konteksle kuruyor ve aynı zamanda saykodelik bir folk-korku anlatısı inşa ediyor. Film, 17. yüzyıl İngilteresi’nde, özellikle de İngiliz İç Savaşı (1642–1651)döneminde geçiyor. Filmde bu tarihsel bağlam yalnızca bir arka plan olarak değil, aynı zamanda karakterlerin psikolojik durumlarını şekillendiren bir tetikleyici olarak da kullanılıyor İngiliz İç Savaşı, Kral I. Charles ile Parlamento yanlıları arasında gerçekleşen, siyasi iktidar, dini otorite ve toplumsal düzen üzerine yoğunlaşan bir dizi iç çatışmanın geçtiği bir dönem. Bu kaotik dönemin otorite boşluğu ve ideolojik belirsizliği, filmdeki karakterlerin zihinsel çözülüşüyle iç içe geçerek, tarihsel olanı saykodelik ve halüsinatif bir hal üzerinden hicvediyor.

Gelelim yakın dönem sinema aleminde hayranı olduğum Robert Eggers’a ve genç ustanın 2015 tarihli baş yapıtı The VVitch / Cadı’ya. Film şüphesiz diğer örnekler kadar düşük bütçeli bir iş değil hatta stüdyonun oldukça da güvendiği bir proje. Ancak arthouse tarihsel korku denemelerini geniş kitlelere ulaştırması açısından filmi buradaki listeye alıyorum (tabi bu geniş kitlelere ulaştırma meselesi, filmin naturasını asla bozmuyor ve hiçbir taviz verdirmiyor). Film, 1630’lar New England’ında geçiyor. Eggers, filmde döneme ait İngilizce’yi, kostümleri, dini metinleri titizlikle araştırarak yüksek bir tarihsel doğruluk kuruyor ama bu doğruluk, film için güvenli bir alan değil. Aksine, tarihsel doğruluk filmin ürettiği dehşeti çok daha sert bir şekilde izleyiciye aktarıyor. Karanlık ve dipsiz ormanlar, keçi-şeytan figürü, cadılık söylencesi ve dini radikalizmin birleşimiyle tarihsel gerçeklik, kaotik bir lanete dönüşüyor. The VVitch’in muazzam başarısı Eggers’a istediği özgürlükte Nosferatu’yu çekmesine olanak sağladı. Şimdi ortaçağ İngilteresi’nde geçecek olan Kurt Adam filmini sabırsızlıkla bekliyorum.

Listelediğim bu dört film; doğa, sessizlik ve ayin estetiğinde ortaklaşıyor. Bu filmlerde tarihi alıştığımız anlatı kodlarının ve karakter inşalarının çok ötesinde deneyimliyoruz.  Bu niş ve  avangard janrı, sinema tarihi içinde toplumsal travmaların karanlık arşivini kazma ve yüzleşme girişimleri olarak görüyorum. Şimdi gelelim 2018 yapımı muhteşem The Head Hunter’a, Jordan Downey’nin yönettiği ve cüzzi bir ekibin katkısıyla tamamlanmış ultra düşük bütçeli bir yapım olmasına rağmen (30.000 Dolar), bu film çağdaş arthouse tarihsel korku-gerilim janrının en sade, ama en etkileyici örneklerinden biri. Film, girişte bahsettiğim Severed Ways, Valhalla Rising, A Field in England ve The VVitch gibi filmlerin açtığı patikadan cesurca ilerliyor ve bu dört yapımın biçimsel ve estetik mirasını, başka bir seviyeye taşıyor.

The Head Hunter’da diyalog neredeyse yok- eser miktarda monolog ihtiva ediyor. İzleyicinin izlediği şey, bir savaşçının —onun da adı yok— ormanın içindeki izole hayatı. Savaşçının kızı, doğaüstü bir yaratık tarafından öldürülmüş ve bu savaşçı, intikam duygusuyla sürekli canavarları avlayıp, onların kafalarını kulübesinde biriktirerek yaşamakta. Film, klasik bir anlatı kurmuyor sadece savaşçının anlamaya çalıştığımız dünyasıyla seyirci arasında tuhaf bir bağ kuruyor. Bu yaklaşım filmi Severed Ways’e yaklaştırıyor.  Doğadaki sesler, doğal ışık kullanımı, karanlık ve gölge oyunları, yavaş kamera hareketleri çılgın bir lo-fi estetik yaratıyor, filme neredeyse bir video günlük havası veriyor- The Misanthrope ile kesişen bir metod. Hikaye sonu başı belli bir olaylar zinciri sunmuyor; döngüsel, ritüelistik bir bekleyişle dozu sürekli artan bir kaygı bizi adım adım eskatolojik bir felaketin huzursuzluğuna sürüklüyor- Beckett stili bir kaygılı bekleyişten daha çok angstın yükseldiği yönü belirsiz bir kaygının içine sürükleniyoruz. Buzatti’nin Tatar Çölü’ndeki Dragosu ya da Kierkegaard’ın İbrahimi gibi. Bu yapısal tekrarlar, Valhalla Rising’deki gibi zaman dışı bir evren hissini güçlendiriyor. Filmde Eggers’ın ya da Wheatley’nin yaptığı gibi tarihsel bir döneme dair doğrudan bir bağlam yok; yalnızca olası ama silik izler var —  misal savaşçının zırhı, miğferi, çürümekte olan canavar başları gibi… Öte yandan filmde canavar avlayan savaşçı, klasik kahramanlık kriterlerine de uygun değil- her mücadele sonrası yaralanıyor, korku seviyesi çok yüksek ve intikam peşindeki steril bir kahraman tipinden oldukça kopuk ve uzak. Savaşçının aşırı sessizliği, kızını kaybetme travması (mezar önemli bir referans) ve yavaş hareketleri bir süre sonra izleyici için sinir bozucu bir kışkırtmaya dönüşüyor. Filmde şiddet çok yüksek ama bunu direk görmüyoruz. Bu açıdan, The VVitch’in uyguladığı korku estetiğine oldukça benziyor: görünmeyen ama varlığı hissedilen bir tehdit. Aynı zamanda karakterin yara izleri, yorgunluğu, gece uyanışları; A Field in England’da olduğu gibi, karakterin içsel durumunu bize aktarması açısından oldukça önemli. Filmin bir başka kilit özelliği de gördüğümüz birçok şeyin (örneğin cam içinde saklanan sıvılar, mumyalanan canavar uzuvları, gölden çekilen bir tür organik madde vb.) tamamen muğlakta kalması. Bu da seyirci için, birinin rutinine ortasından dalıp, ne olup bittiğini asla tam olarak anlayamayacağı bir tanıklık hissi yaratıyor.

The Head Hunter, VHS sonrası video kültürünün ve 2000’ler sonrası dijital gerilla sinemasının ruhunu taşıyan, ama aynı zamanda estetik açıdan tarihsel ve mitolojik derinlikler açan bir film. Ancak bu niş ve avangard tarihsel-gerilim-korku janrası, yalnızca çağdaş bağımsız sinemanın bir alt damarı olarak değil, aynı zamanda underground sinemanın tarihsel sürekliliği içinde de okunmalı. The Head Hunter gibi filmler, teknik yetersizlikleri estetik güce dönüştüren, anlatıdan çok ruh haline ve atmosfere yaslanan yapılarıyla, sinemanın ana akım dışındaki köklerine selam çakıyor. Bu estetik, özellikle 1960’lar ve 70’lerdeki Amerikan underground sinemasının ruhunu yeniden canlandırıyor. Andy Warhol’un uzun ve sabit çekimleri – bkz: Sleep (1964),  Blow Job (1964) ya da Empire (1965) -Kenneth Anger’in paganik görselliği -bkz: Scorpio Rising (1963), Lucifer Rising (1972)- ya da Stan Brakhage’in bilinç-akışı kurguları- bkz: Mothlight (1963), The Act of Seeing with One’s Own Eyes (1971) –  gibi deneysel sinemanın keşfettiği yaratıcı fikirler anlatıyı parçalayarak sinema dilinin kendisini sorgulayan işler üretmişti. Tabi Dışavurumcu öncülerin bu çorbaya ektikleri tuzu da unutmayalım. Bu janr, sinema sanatına alternatif yollar öneren, karanlık ve hipnotik bir patika. Ha bir de rahmetli Metin Demirhan bu filmleri izlemiş olsaydı acaba üzerlerine ne düşünürdü, ne yazardı onu çok merak ediyorum.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz