Çin’de düşen çığdan “Kelebek ve Dalgıç”a…

0
91

Yeni uyanmışım, alışkanlık olmadığı üzere mutfaktaki televizyonu açacağım tutmuş. Sırtım ekrana dönük, kahvemi demliyorum. 

“Çin’de bir şelalede turist kafilesinin üzerine düşen buz kütleleri panik yarattı.”

Kafamı sese çeviriyorum ve ekrandaki görüntüyle irkilip, yıllar önce izlediğim bir filmin unutamadığım o sahnesine gidiyorum:

 Sene 2007, Kelebek ve Dalgıç filminin 38. dakikası, fonda Bach’ın 5 No’lu F Minör Piyano Konçertosu çalıyor. Aynı manzara, aynı uğultu; devasa buz kütleleri kendilerini okyanusun kucağına bırakıyor. Kulaklarımda Jean Dominique Bauby’nin iç sesi çınlıyor: 

“Gerçek doğamı bulmam için bir felaketin ışığı mı gerekiyordu?” 

Hüzünleniyorum ve bugün Jean Dominique Bauby’yi bir kez daha anmaya karar veriyorum. 

Kısa bir girizgâh yapayım. 

Dünya onu, tek gözünü kırparak kaleme aldırdığı biyografisi Kelebek ve Dalgıç sayesinde tanıdı. Kitap, yayınlandığı 1997 senesinde sadece birkaç haftada uluslararası bestseller oldu ve 24 dile çevrildi.  Eserin arkasındaki hikaye olağanüstü ve okuyucuyu dev bir soruyla karşı karşıya bırakıyor: 

“Sonu hiç gelmeyecekmiş gibi duran pürüzsüz bir hayat sürerken, aniden yaşamla ölüm arasında asılı kalsam, ne yapardım? İbreyi yaşama veya ölüme çevirmek elimde olmasaydı, tutunacak üçüncü bir seçenek yaratır mıydım?” 

 Hayatlarımızı bir kez daha gözden geçirmek için ilham verecek bu öyküyü, gelin biraz daha detaylandırayım.  

  Dostlarının seslendiği şekliyle Jean-do, Paris’in merkezinde, romantik yazar ve şair Alfred de Musset’nin yaşadığı binada büyür. Gazeteci olur. Musset’nin şair tozundan, ince alaycılığından ve zengin hayal gücünden payına epeyce düşmüştür. Combat’da başlayan kariyeri, sırasıyla Le Quotodien de Paris ve Le Matin de Paris için yazarak devam eder. Paris Match dergisinin kültür-sanat editörlüğünü üstlendikten sonra ışıltılı moda dünyasına giriş yapar ve dünyaca ünlü Elle dergisinin baş editörü olur. Oldukça dışa dönük bir yaşam sürer; sükseli isimler, ünlü müzisyenler, tasarımcılar ve sanatçılarla iç içe, renkli, yüksek tempolu bir yaşamdır bu. İki çocuğunun annesinden on yıllık bir beraberlik sonrası ayrılmış olsa da çocuklarına düşkünlüğü sebebiyle bağlarını koparmaz. Kendi annesini genç yaşlarında kaybetmiştir, yaşlı babasıyla ise eğlenceli bir ilişkisi vardır. İyi mekanlar, güzel yemeklerle arası iyidir. Kitaplarla ve yazmakla da… Balzac’la arası çok iyi olsa da favori romanı Alexandre Dumas’ın Monte Kristo Kontu’dur, hatta romanın bir kadın karakterle güncel uyarlamasını yapmak için bir yayıneviyle anlaşma yapar. Tema yine intikam duygusu, ancak başrolde bu sefer bir “Kontes” olacaktır. 

Hikâyenin trajik bölümüne geleyim: 

  Tarih 8 Aralık 1995. Jean-Do henüz 43 yaşında. O gün işten erken çıkar ve yeni aldığı spor arabasıyla, çocuklarını almak için eski sevgilisinin şehrin biraz dışındaki büyüleyici şatosuna doğru yola koyulur, keyfi yerindedir. Uzun zaman önce verdiği bir sözü yerine getirecek, oğlu Theophile’i  alacak ve tiyatroya götürecek, birlikte şahane bir ‘baba-oğul akşamı’ geçireceklerdir. Ancak işler planlandığı gibi gitmez. Jean-Do direksiyon başında bir nöbet geçirir ve aracı kenara çekmek zorunda kalır. Paris’te yapılan ilk müdahaleler sonrası Pas de Calais’de Berck-Sur-Mer Denizcilik Hastanesi’ne nakledilir. Tam üç hafta komada kalır. Gözlerini açtığında o artık vücudu tamamen felçli, işitme ve görme dışındaki duyularını kaybetmiş bir adamdır. Locked-in sendromuna yakalanmıştır. 

Devam etmeden önce size, bu gerçek yaşam öyküsünü sinemaya aktaran yönetmen Julian Schnabel’den bahsedeyim. Tüm parçalar birleştiğinde, belki siz de her tanışıklığın fiziksel bir karşılaşma hatta eş zamanlılık gerektirmediği, ancak bazılarının mutlaka gerçekleşmesi gerektiği konusunda bana katılırsınız. 

Julian Schnabel, güzel sanatlar eğitimini Amerika’da almış bir ressam ve heykeltraş. 1984 tarihli “Ethnic Type #14” adlı tablosu 2017 yılında ünlü Christie’s Müzayede Evi’nde 1,452,500 $’a alıcı bulmuş. Daha çok, kırık tabak resimleriyle ünlenmiş. Red Hot Chili Peppers’ın 2002’de çıkardığı sekizinci albümü By The Wayin kapak çalışması da ona aittir, soyutlanmış görseldeki yüz ise kendi kızı Stella’dır. Sanatçı ruh bir bulaşmaya görsün insana, ne huzur bırakır ne de afiyet. Schnabel de rahat durmaz ve 90’lı yılların ortasında sinemaya atılmaya karar verir. İlk filminde New Yorklu ünlü grafiti sanatçısı Basquiat’nın hayatını anlatacaktır.

Niyeti biyografik filmlerle ilerlemektir. Basquiat’yı çektiği sırada ilginç bir rastlantı gerçekleşir,  filmin ana karakterlerden Andy Warhol’un iş ortağı olan MS hastası Fred Hughes’un bakımına zaman zaman yardım ettiğinden,  tedavi sırasında şahit olduklarıyla bir film yapmayı planlar. Ancak hiç hesapta olmayan bir şey gerçekleşir, Fred’in hemşiresi ona Jean Dominique Bauby’nin kitabını uzatır.  Schnabel, öykünün o kadar uzun süre tesirinde kalır ki, aklındaki sırayı bozar, yönünü derhal bu hikâyeye çevirir ve çalışmalara başlar. Bu tam da olması gereken bir karşılaşmadır, çünkü Julian Schnabel gerek yaratıcı teknikleri gerek sanatçı donanımıyla öyküyü “masterpiece” kıvamında işleyecektir.  Jean Dominique Bauby’i başta Johnny Depp’in oynaması düşünülür ancak aktörün bir başka film için sözleşmesi olduğundan rol Mathieu Amalric’e verilir. Julian Schnabel filmin hakkını vermek için Fransızca öğrenir ve çekimlerin de Fransa’da yapılmasına karar verir. Yanına bir de Janusz Kaminski gibi sıra dışı bir yeteneği katınca, ortaya “parmak izi kadar özel” bir yapım çıkar. 

 Filmin açılış jeneriği, Charles Trenet’nin yeni ufuklara yelken açmak için ilham veren “La Mer” (Deniz) şarkısıdır. Fonda birbiri ardına akan röntgen filmleri, olayların bir hastanede geçeceğine dair ilk ipuçlarını verir. Seyirci koltuğuna oturduğumuzda, merakımız çoktan kabarmıştır.  

Açılış sekansı çarpıcıdır; kamera zorlukla açılan tek gözün yerine geçer ve tıpkı bir mercek gibi ortamdaki ışığa uyum sağlamaya, flu görüntüleri netleştirmeye çabalar. Bu adeta bir ‘ana rahminden çıkış sahnesidir’ ve yeniden doğuşu anlatır. Çerçevenin sağında beliren pembe güller, yaşamın hem güzelliğini hem de kırılganlığını anımsatır. 

 Julian Schnabel subjektif kamera tekniğiyle Jean-Do’nun gözü olmakta o kadar ustadır ki, filmi izlerken kurguyu unutur ve ‘bir hayat’ yaşarız, sanki kendi başımıza gelenleri anlamaya çalışırız. Ölümle yaşam arasında asılı kalınan noktada ibrenin her iki tarafa oynayışını, ağır ama sürekli teyakkuzda tutan bir tempoyla, başımızdan geçercesine izleriz. Kamerayı ıslatan gözyaşları, kendi gözümüzün ıslaklığıdır. Hikâyenin baş kahramanı olur ve yola çıkarız. 

Yolculuğu Jean-Do’nun kendi ağzından dinlemek için konuşma terapisti Sandrine (filmdeki adıyla Henriette) devreye girer. Hikâyenin kaleme alınmasını ise, iki ay boyunca Jean-Do ile sabırla çalışan ve toplam 200 bin göz kırpmasıyla basılı hale gelmesini sağlayan ise Claude Mendibil olacaktır. 

Kelebek ve Dalgıç şu satırlarla başlar:

“Eski püskü perdelerin arkasından yansıyan süt beyazı bir aydınlık, sabahın yaklaştığını haber veriyor. Topuklarım ağrıyor; başım bir örs, tüm vücudumu saran bir çeşit dalış hücresi gibi. Odam yavaşça alacakaranlıktan sıyrılıyor.” 

 Jean-Do, hastane personeli, dostları, sevgilileri, çocukları, babası, tüm sevenleri tarafından sarılıp sarmalanır. Yaşadığı ilk büyük düşüş, bu sayede belki daha az acıtır ama iç hesaplaşmalar, suçluluk duygusu, umutsuzluk, yarım kalan hayaller ve intihar hissi onu sıkça yoklar.

Ruhundaki Kelebek uyanıp da tülden kanatlarını çırptığında şu sözleri sarf eder: 

“Kendime acımaya bir son verdim. Gözüm dışında felç olmamış iki şeyim daha olduğunu fark ettim: Hayal gücüm ve hafızam.” 

Ruhunda uyanan Dalgıç ise, bazen metaforik, çokça da gerçekçi bir hapsolma hissiyle kendini derinliklere bırakır. 

 Jean-Do, o çok sevdiği Monte Kristo Kontu’nu bir kez daha okumak isterken, Noirtier karakterine dönüşmeyi hiç ummamıştır. Tekerlekli sandalyesinde, hareketsiz, evet için bir, hayır için iki kez göz kırpan o adamın kendisi olmayı…

Galip gelen Kelebek mi yoksa Dalgıç mı olacaktır, yoksa bu zaten bir yarış değil midir? Jean-Do’nun soruları başkadır, o sadece her koşulda elinden gelenin en iyisini yapar. Yatağında kımıldayamaz haldeyken, adı Monte Kristo Kontesi olmasa da bir kitap yazar, üstüne de Locked-in Sendromlular Derneği (Association du Locked-in Syndrome) ALIS’i kurar. 

Kapanış jeneriğinde, eski yerlerini alan buz kütleleri, adeta bir döngünün tamamlandığını haber verir. Yorum, izleyicinindir.  Her döngünün tamamlanıp tamamlanmadığını bilmiyorum,  ama sahne, bazen tamamlanamamışlığın döngünün ta kendisi olduğunu düşündürür.  

Bu nüktedan adam ve son ana kadar bırakmadığı mizah gücü, yayıneviyle konuşma sahnesinde masa lambasına konuveren kelebek, Schnabel’in sanatından dökülen Monet ve Cezanne tabloları gibi görüntüler, deniz feneri, “Cinecitta”*, Tom Waits’in buğulu sesinden “All The World is Green”** şarkısı ve daha niceleri… Filmi izlemeniz için onlarca sebep sayabilirim.  Isınmak, üşümek, ürpermek, hayatımızdaki tüm dengelere bir daha bakmak, hızlanmak ya da yavaşlamak ama en çok da imzası bizim olan bir hayatı yaratmak için. Kendimizle ve başkalarıyla ilişkilerimizi zenginleştirmek, deneyimlerimizi derinleştirmek, suçluluklarımızla yüzleşmek, nerede teslim olup nerede asılacağımızı bilmek, yeni hayaller kurmak için her fırsat değerli.

Schopenhauer bir yerde şöyle der: 

“Elbette insanın esenliği için, varoluşunun tüm biçimi için esas olan, açıkça kendi içinde ne bulunduğu ya da ne olup bittiğidir.” 

Hayat daima doğru boşlukları ve doğru parçaları vermez. Bir an gelir, içimizde inşa ettiğimiz her parça, kendimizle bütünleştirdiğimizi sandığımız her öğreti sınıfta kalır. Neşeyle kutlanacak bir sonuç elde etmek için, boşluklara dolacak parçalarımızı sancıyla tornadan geçirmeye, kendimizden yeni bir yaşam doğurmaya zorlanırız.   

İşte, o yaşamı doğurmak için…Hepinize bolca ilham diliyorum. 

*İtalyanca’da sinema şehri 

** “…ve tüm dünya yemyeşil
Eski günleri geri getirebiliriz


Ve tüm dünya yemyeşil

Yüz aynayı affeder
Solucan sabanı… 


Sorular bir cevap için yalvarır
Beni acaba affeder misin? …”

Editörün Notu: Sinema filmleri her zaman gerçek hayatı tam olarak yansıtmıyor. Yönetmen Julian Shcnabel de filmde Jean Dominique Bauby felç geçirdiği sırada sevgilisi olan ve hastanede başucunda bekleyen Florence Ben Sadoun’u silmiş desek yeri var. Florence Ben Sadoun’dan filmde neden bahsedilmediğini, The Guardian’a 16 yıl önce verdiği söyleşisinde okuyabilirsiniz.

Önceki İçerikKültüre İçkin Yaratıcılık; Meme
Sonraki İçerikTürkiye’de Sanatsal İfade Özgürlüğü 2024 Raporu
Ankara Atatürk Anadolu Lisesi ve ODTÜ Endüstri Ürünleri Tasarımı Bölümü’nü bitirdi. Kurumsal hayata Tepe Holding bünyesinde, iç mimar ve ürün tasarımcısı olarak atıldı. Ürün ve mekân tasarımları yaparken bir yandan da modayla ilgilendi ve yarışmalara katıldı. Aldığı derecelerle yönünü modaya çevirdi. Ankara, İstanbul ve Fransa’nın Nice şehrindeki çeşitli firmalar için koleksiyonlar hazırladı ve uluslararası fuarlarda sergiledi. Bir yandan da yerel gazeteler için moda yazıları hazırladı ve röportajlar yaptı. Hande Fabbro 2021 yılında Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde “Gazetecilik” okumaya başladı. 2017 yılından beri kurumsal iletişim ve perakende yöneticiliği alanında çalışırken, tasarımda etik ve sürdürülebilirlik, mutlu ve pozitif yönetim modelleri başlıklarına özel olarak eğiliyor. Siyasal felsefe alanında üç eser çevirisi bulunan Hande Fabbro, İngilizce, Fransızca ve orta derecede İtalyanca biliyor.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz