Her sabahki gibi bir sabah, sıradan bir sabah, uyanıyorsunuz. Mesleğe, öğrencilerine yıllarını vermiş bir öğretmensiniz. Çocuklarım dediğiniz öğrencilerinizi çok seviyorsunuz, onlar da sizi… Ali’yi merak ediyorsunuz, dün gelmemişti okula… Sınavlar yaklaşıyor, Ayşe’nin annesiyle bir konuşmak gerek, biraz daha çalışması lazım bu çocuğun… Gülümsüyorsunuz… O günkü derslerin notlarına göz gezdiriyorsunuz hızlıca… Çay demlendi… ilk çayınızı yudumlarken önünüze bir bilgi notu düşüyor: “…. Numaralı Kanun Hükmünde Kararname ile artık işe gitmenize gerek yok! Sizi işten attık! Tüm emeğiniz, tüm birikiminiz, tüm özlük haklarınız… Artık yok!” Sebep? Sebebi yok!
Eğer gerçekten bir suç işlemiş, ne bileyim hırsızlık, uğursuzluk yapmış biriyseniz ve arsız da değilseniz kuyruğunuzu kıstırır, “konunun” dallanıp budaklanmasını istemediğiniz için susar oturursunuz belki… Ama size hiçbir gerekçe göstermeden “Buraya kadar! Artık öğretmen değilsin!” denmişse, haklı olarak itiraz edersiniz. İşinizi geri almak, yılların birikimi mesleğinize geri dönmek; anayasaya, insan haklarına aykırı bir uygulamaya son verilmesi için demokratik haklarınızı kullanmak üzere harekete geçersiniz.
Hap kadar bir kadın Acun Karadağ. Ama nasıl derler, yüreği şimdilerde pille çalışıyor olsa da mangal! Ürkütücü bir öfkesi, en buzdan kalbi ısıtan bir şefkati, sonuna kadar haklı olmanın getirdiği çelikten bir inadı var. Nasıl bir özgüvense artık, aynaya baktığında kendisini heybetli bir aslan gibi gören kedi yavrusu naifliğiyle öyle bir dikiliyor ki kendisini durdurmaya çalışanların karşısında, insan şaşıyor… Neyine güveniyor ki bu kadın? Koluna yapışan, yerlerde sürükleyen polisin yüzüne öyle dimdik, öyle gururla, öyle azarlayıcı bakışlar fırlatabilmeyi nasıl başarıyor?
KHK’lıar dendiğinde Cemaatçilerin “devletten temizlenme operasyonu” geliyor aklımıza öncelikle. Büyük ölçüde de doğru. Belki bu yüzden toplumun önemli bir kesimi KHK ile görevden alınan, işine dönme mücadelesi verenlerin çığlıklarına kulaklarını tıkıyor. Ama sokaklarda “İşimi, ekmeğimi geri verin!” çığlığını atanlar öyle pek de Cemaatçiye benzemiyorlar… Bunu aklımızın bir köşesine yazıp, hayatımıza devam ediyoruz… Çığlıklar büyüyor… Kulak kabartıyoruz, “canım, kimse durup dururken memuriyetten alınmaz, mutlaka vardır yedikleri bir nane” diyerek kovalıyoruz aklımıza düşen soru işaretlerini… Sonra yerlerde sürüklenen insanları; işini, ekmeğini, onurunu savunmak uğruna gözaltına alınmayı, hapse girmeyi, hatta… Hatta ölmeyi göze aldıklarını görüyoruz. Duruyoruz bir… Orada duruyoruz… Anlamaya, dinlemeye çalışıyoruz… “Bu kadar da olmaz ki?” diye geçiriyoruz içimizden… “Böyle olmamalı” diyoruz… Ama malum, kötü zamanlardayız… At izinin it izine karıştığı, tozdan dumandan gözün gözü görmediği, insanın başının kolaylıkla belaya girebildiğini bildiğimiz zamanlar… Gözlerimizi kaçırmanın, kulaklarımızı tıkamanın, dilimizi tutmanın hayrımıza sayıldığı zamanlar… Ama nereye kadar? Dinleyelim Acun Hocayı, sonra kendi aklımızla, vicdanımızla durup düşünüp bir karar verelim isterseniz… Nereye kadar?
Sadece “başına gelenlerle” ilgili değil, giderek sertleşen mücadelenin içinde ölenlere, kalanlara, hoyratlıklara, inceliklere dair de sorularım vardı, sordum. Sözünün noktasına virgülüne dokunmadım. Sohbetimiz nasıl aktıysa öyle aktarıyorum size. Söz emanettir çünkü…
Hadi alın çayınızı kahvenizi, gelin yamacımıza… Acun Hoca anlatıyor…
Sinan Dirlik, 25 Haziran 2021