Hollanda ve İsrail’de Ortadoğu bölgesi odaklı uluslararası ilişkiler ve siyaset eğitimi alırken, iyi ki bunu da yaşamışım hissinin başında gelen konulardan biri, aldığım derslerin yanı sıra dikkatimi çeken konular hakkında farklı söyleşilere ve seminerlere katılmaktı.
Şu an bu yazıyı kaleme alırken mezun olduğum günden bu yana daha 1,5 yıl geçmiş olmasına rağmen geriye dönüp baktığımda ne kadar üzücü olsa da derslerdeki bazı anılarımın, konuşulan ve tartışılan konuların detaylarının silinmeye başladığını fark ediyorum. Buna karşılık katıldığım seminerlerde ele alınan konulara dair anılarım canlılığını ve heyecanını koruyor. Lisans eğitiminde bence en önemli noktayı oluşturan ama verilen tavsiyelerde genelde göz ardı edilen noktalardan biri bu tarz seminerlere katılıp, çoğu kez daha tanışma fırsatı bulamadığınız birçok insanla fikir alışverişinde bulunma ve konunun uzmanları ile tanışma hissinin verdiği ayrıcalık ve keyif. Nedenini hala çözemesem de üniversiteye yeni başlayanlara tavsiye vermeye ve onlara bir yol çizmeye kendini adamış kişiler en azından bence bunu tavsiye listeleri arasına eklemeyi mutlaka düşünmeli, benim de onlara tavsiyem bu şekilde.
Bu yazımda da bana ilham olan ve Ortadoğu ile ilgili katıldıklarım arasında beni en çok heyecanlandıran seminerlerden biri İran hakkında gerçekleşen Cinsiyet Uyum operasyonları semineriydi. Bu seminerle ilgili bir itirafta bulunmam gerekirse, konuyu ilk duyduğumda İran’da bu operasyonların nasıl mümkün olmadığına ve yasaklarla dolu olduğuna dair biraz ajitasyona dayalı bir seminer olacağı gibi tamamen önyargılı bir düşünceye kapılmıştım. Bu durumun özünde tabii ki artık bence kronikleşmiş bir problem olan ve komşumuz İran hakkında birçok bilgiye sahip olduğumuzu düşünmemizden kaynaklanan bir olgu yatıyor. Bundan daha acı olan ise özellikle İran kültürü, insanları ve yönetimi hakkında düşüncelerimizin hangi ideoloji perspektifinden bakarsak bakalım çok keskin olması ve çok peşin hükümler ve genellemeler içermesi.
Bu düşüncemi desteklememin en basit ve sizin de evde uygulayabileceğiniz deneysel yöntemi; YouTube Türkiye sayfasında İran anahtar kelimesini aratmak ve buraya gezi düzenlemiş gezginlerimizin vloglarının altına gelen yorumlara bir göz gezdirmek. Bu durum tabii ki bize “batının” Ortadoğu’ya bakışını eleştirirken bizimde aslında kendi durumumuzu ve önyargılarımızı gözler önüne sermiş oluyor. Yüksek bütçeli, yakışıklı askerlerin Ortadoğu’ya “demokrasi ve barış” getirdiği ve Ortadoğulu barbar “terörist grupların” Allah Allah nidaları eşliğinde saldırılar düzenlediği ortalama bir “Hollywood” filmini izlerken bu filmi nasıl eleştiriyorsak kendi yaşadığımız coğrafyaya ilişkin önyargılarımızı da göz önünde bulundurmamız gerekiyor.
Katıldığım seminere dönecek olursak daha seminer başlar başlamaz cinsiyet uyum operasyonlarının İran’da “serbest” bir biçimde gerçekleştiği bilgisi, (buradaki serbestliğe tabii ki değineceğiz ve bu yazıda bunu irdeleyeceğiz) benim özgüvenimi yerle bir etmiş ve bilinmezi öğrenme merakımı dayanılmaz bir biçimde körüklemişti bile. Özellikle Ortadoğu bölgesinin LGBTİ+ azınlıklar için ne kadar zorlayıcı olduğu, bu toprakların nasıl mücadelelere tanık olduğunu okuyoruz, öğreniyoruz ve birebir yaşıyoruz. Bu yazıda çok spesifik olarak İran hakkındaki cinsiyet uyum operasyonları hakkında yazacak olsam da bu konuda beni yazmaya en çok iten neden ve bu yazıda sorgulamak ve irdelemek istediğim nokta azınlıklara, otoriteler ve rejimler tarafından belirli haklar tanınması yeterli midir sorusu üzerinde durmak.
İran’da cinsiyet uyum operasyonlarının tarihsel sürecine değinerek başlamak gerekirse önemli bir noktanın altını çizmekte büyük fayda var: Genel eğilim olarak İran’daki cinsiyet uyum operasyonları tartışılırken veya değerlendirilirken hep 1979 devrimi ile başlatma gibi bir trend olduğunu gözlemliyoruz. Ama farklı kaynakları incelediğimizde İran’da bu operasyonların 1930 yıllarında Pehlevi dönemine kadar uzandığını görüyoruz. Bu önemli bir nokta, çünkü kaynakların ideolojisi farklılaşsa da cinsiyet uyum operasyonlarını devrimle ve özellikle devrimin lideri Ayetullah Humeyni’nin verdiği fetva üzerinden okumak, daha önce bu topraklarda yapılan operasyonları görmezden gelmeye ve operasyonları İran Devrimi’nin bir getirisi olarak görmeye yol açacaktır. Benim burada tartışmaya açmak istediğim konu İran Devrimi ile cinsiyet uyum operasyonlarının değişen yapısı, prosedürü ve en önemlisi bu operasyonlara karşı bakış açısı. Burada önemli bir tarihsel not olarak düşülmesi gereken, İran’da cinsiyet uyum operasyonlarının 1976’da yıllında İran Tıbbi Birliği tarafından etik dışı bir operasyon gerekçesi ile yasaklandığı bilgisi. Yani İran Devriminden önce ülkede bu operasyonlar yıllarca gerçekleşmiş ama devrim daha gerçekleşmeden 3 yıl önce yasaklanmıştı. Devrimle birlikte operasyonlar tekrar başladı, yani ilk kez sıfırdan başlamadı. Bu operasyonların tekrar başlama sürecinde öncellikle, bir ismi anmamız gerekiyor: Maryam Khatoon Molkara.
Maryam İran tarihinin en önemli trans aktivistlerinden biri olarak karşımıza çıkıyor. İran Devriminden önce de kendisinin çeşitli otoritelerle görüşürken ve ülkedeki trans hakları için mücadele ederken kayıtları mevcut. Bunlardan en önemlisi, ülkenin o dönemki kraliçesi olan Farah Pehlevi ile gerçekleştirdiği görüşme. Kraliçe’nin burada kendisine trans hakları ile ilgili birtakım vaatlerde bulunduğu biliniyor. İran Devriminden sonra da trans hakları ve yaşamı için mücadelesini sürdürerek, bizzat Devrim lideri Ayetullah Humeyni’nin karşısına çıkarak trans hakları ve cinsiyet uyum operasyonunu savunmuş Maryam. Bu savunmayla ilgili tabii, bu tarz tarihi olaylarda alışık olduğumuz üzere birçok rivayet anlatılmış, yazılmış ve çizilmiştir. Burada bizim için önemli olan ve tüm kaynaklardan doğruluğuna ulaşabildiğimiz tek gerçeklik Maryam Molkara’nın bizzat Ayetullah Humeyni ile görüşme gerçekleştirmiş olması ve Humeyni’nin cinsiyet uyum operasyonlarına bu görüşme sonrası verdiği fetva ile ülke genelinde izin vermesi. Anlatılan perspektiflerden, birçok farklı kaynaktan ortak nokta olarak doğrulayabildiğim, anlatımı sizlerle paylaşmak istiyorum:
Bu hikâyeye göre, Maryam Molkara; Ayetullah Humeyni’nin yanına boynuna asmış olduğu ayakkabıları (İran kültüründe bir insanın gittiği yere sığındığı anlamına gelir), elinde taşıdığı Kur’an-ı Kerim ve giymiş olduğu takım elbise ile sakallı bir şekilde gelir. Ama daha Ayetullah Humeyni’ye ulaşamadan, güvenlik görevlileri tarafından darp edilmeye başlar. Ayetullah Humeyni’nin abisi olayı görür ve korumaları durdurur. Bu esnada, korumalar Maryam’in üzerini bomba olacağı şüphesi ile aramaya ve kıyafetlerini çıkarmaya başlarlar. Maryam’ın hormon tedavisinden dolayı feminen göğüsleri ile karşı karşıya gelirler ve bu durum karşısında şok olurlar, telaşla Maryam’ın üzerini “chador” (İran’da kadınların giydiği özel bir çarşaf türüne verilen isim)’le örterler ve kendisinin Ayatollah Khomeini ile görüşmesine izin verirler. Maryam’ın aktardıklarına göre bu görüşme esnasında, Ayatollah Khomeini öncellikle kendilerine sığınan bir kişiye bu şekilde davranıldığı için korumalarına büyük sitem eder ve Maryam’ın durumunu anlamak için en güvendiği üç doktorunu yanına çağırır ve onlara transseksüelizm ve hermafroditizm arasındaki farkın ne olduğunu sorar. Aslında Maryam’ın bu aktardığını baz alarak, Ayetullah Humeyni’nin LGBTİ+ azınlıklara ne kadar uzak olduğu ve konu ile ilgili ne kadar az bilgiye sahip olduğu gözler önüne serilir. Bu görüşme sonrasında 1984 yıllında Ayetullah Humeyni bir fetva yayınlar ve bu fetva’da “Yüce Yaradan adına. Allah’ın izniyle, güvenilir bir doktor tarafından tavsiye edilirse cinsiyet değişikliğine izin verilir”, ifadesi yer alır.
Bu fetva ile birlikte, İran tarihinde yeni bir devir başlamış oldu ve cinsiyet uyum operasyonlarına izin vermekle kalınmayıp, bu operasyonlar dini bir izne de kavuşmuş oldu. Burada bana göre değerlendirmemiz ve üzerine düşünmemiz gereken iki nokta ortaya çıkıyor.:
İlki özellikle Ortadoğu başta olmak üzere devlet yöneticileri ya da bu makama talip olan adaylar ideoloji perspektifleri ne olursa olsun, azınlıklar hakkında ne kadar bilgiye sahipler konusunun artık herkes tarafından sorgulanmaya başlaması gerekliliği. Burada tabii ki bana bu satırları okurken yöneltilecek en önemli eleştiri, bu sözlerimin amiyane bir tabirle “Polyannacılık” olduğu, iktidarların zaten içinde bulunduğumuz sistemlerin doğası gereği azınlıklardan çekindikleri ve onlara haklar tanımamak üzerine kurulu bir yapıya sahip oldukları. Ama İran’da olduğu gibi ve örneğini kendi ülkemiz dahil olmak üzere çoğaltabileceğimiz gibi azınlıkları ideoloji ışığı altında baskılamak başka, onlar hakkında hiçbir bilgiye sahip olmamak ve diyalog kanallarını kapatmak başka. İran’da aktardığım Maryam Molkara ve Ayetullah Humeyni diyaloğunun sonuçlarına bakarak bile küçücük bir diyalog ve bilgi kırıntısı ile gerçekleşen bir aydınlanmanın nasıl kapılar açabildiğine tanıklık edebiliyoruz. Zaten özellikle, güçlü bir ideoloji ile totaliterleşmiş rejimlere karşı mücadele veren farklı muhalif grupların, tüm baskılanan azınlıklarla ortak bir iletişim geliştiremiyor olmasını başta Türkiye olmak üzere büyük bir şaşkınlıkla takip etmeye devam ediyorum.
Molkara’nın hikayesinden çıkarılacak başka bir tartışma noktası olarak, hikâyenin duygusallığı ve kişiselliğinin çok dikkat çekici olduğunu düşünüyorum. Bunu da özellikle hukuk ve demokrasinin fiilen işlemediği senaryolarda karşımıza çıkan büyük bir sorun olarak nitelendiriyor ve gözlemliyorum. Karar verme yetkisi belirli bir zümrenin elinde bulunduğu zaman ve bu kararların denetleyicisi bulunmadığı zaman, alınan kararların aslında ne kadar günlük olduğuna ve o günkü duyguları yansıttığına şahit olabiliyoruz. Bu örnekte bile, şu soruyu sormakta fayda var: ya o gün Maryam Molkara’ya karşı Ayetullah farklı bir ruh hali içerisinde olsaydı ve onu dinlemek istemeseydi? Ya da korumalarının ona karşı tavrına sinirlenmeseydi? Ya da belki de Maryam’ın hikayesinden etkilenip “acımasaydı” İran’da cinsiyet uyum operasyon süreçlerine izin verilecek miydi? Ya da bu süreç daha mı farklı işleyecekti? Oysa azınlıklarla ilgili çıkacak bir kararda, duygusallığın ve duyguların karar vericiler nezdinde bir yeri olabilir mi?
İran’da cinsiyet uyum operasyonlarını tartışırken Ayetullah Humeyni’nin verdiği fetvanın arkasındaki temellendirmeyi de irdelememiz gerektiğine inanıyorum. Burada zaten, cinsiyet uyum operasyonlarının devam etme gerekçelendirilmesinin din üzerinden yapılmasını ve dini temellere dayatılmasını eleştirebilirsiniz ve bunu baştan reddedebilirsiniz ama benim odaklanacağım nokta bu değil. Ben bu temellendirmenin, öncellikle nasıl bir dini yoruma dayandığını aktarmak istiyorum, çünkü bana göre tüm perspektiflerden bağımsız olarak cinsiyet uyum operasyonlarının sadece İran’da bir din temeline oturtulabilmesi ve yorumlanış şekli çok ilgi çekici ve büyük bir farklılık.
Bu temellendirmenin çıkış noktası; Kuran-ı Kerim’de cinsiyet uyum operasyonlarını özellikle yasaklayan herhangi spesifik bir ayet olmadığı. Buna ek olarak, bu bakış açısına göre insan hem fiziksel bir bedenden hem de bir ruhtan oluşuyor ve bu ikisi arasında bir harmoni var. Ama bu yorumlamaya göre bazı insanlarda ruh ve beden arasında bir uyuşmazlık var ve cinsiyet uyum operasyonları bu “uyuşmazlık” problemini çözebilir. Yani, İran’daki bu gerekçelendirme ile bu operasyon hakkından faydalanmak isteyen bireylerin her şeyden önce kendilerinde bir “uyuşmazlık” olduğunu, yani bu perspektife göre hasta olduğunu kabul etmeleri gerekiyor ve rejim “hasta olduğunu kabul edersen ben de sana bu hakkı tanıyorum” maddesini dayatmış oluyor.
Bir diğer nokta ise İran’da cinsiyet uyum operasyonlarına sadece kişinin kendi cinsiyetinde biri ile ilişkiye girmekten korktuğu durumlarda başvurulmasının önerilmesi, yoksa rejimin bakış açısıyla bu uyuşmazlıkla yaşanmasının teşvik edilmesi, tanınan bu hakkı daha da komplike bir hale getirmiş oluyor. Çünkü, İran’da eşcinsel bir ilişkiye girmek, rejim tarafından çok ağır bir suç olarak nitelendiriliyor ve cezalandırılıyor. Bu durumdan dolayı ortaya çıkan en acı durum, cinsiyet uyum operasyonlarının eşcinsel bireyler tarafından bir kaçış ve son nokta olarak görülmesi ve aslında istememelerine ve bunu hissetmemelerine rağmen ilişkilerine ve hayatlarına devam edebilmek adına cinsiyet uyum operasyonlarına başvuruyor olmaları.
Son olarak, herhalde hepimizi gündelik hayatta en çok sıkan ve geren konulardan biri olan bürokrasinin, İran’daki cinsiyet uyum operasyonlarındaki rolünü aktarmak istiyorum.
Öncelikle günümüzün cinsiyet değiştirme bürokrasisinde cinsiyet değişikliği için başvuran kişinin Tahran Psikiyatri Enstitüsü’ne danışması ve dört ila altı ay arası psikoterapi görmesi gerekiyor. Bu süreçte aynı zamanda başvuran kişinin, hormonal ve kromozal testlere tabii tutulması bir zorunluluk. Psikoterapi sürecinden sonra başvuru sahibi, lider psikiyatrist, ikincil psikiyatrist ve süpervizör psikologdan oluşan Tahran Psikiyatri Enstitüsü Komisyonu tarafından kontrol edilen çok aşamalı bir onay sürecine giriyor. Bu komisyon eğer onay verirse, başvuru İran Adli Tıp Kurumuna aktarılıyor ve burada tekrar dosya incelendikten sonra başvuran kişinin, operasyon geçirip geçiremeyeceğine karar veriliyor.
Bu kadar bürokrasi içinizi karatmaya yetmediyse bir de kurumların gelen başvuruları inceleme yöntemlerini değerlendirelim. Burada yıllar içinde oluşan kayıtları incelediğimizde değerlendirme sürecinde başvuran kişinin nasıl giyindiği ve sorulan normatif cinsiyet sorularına nasıl cevap verdiği sonucu etkileyen en önemli iki bulgu olarak karşımıza çıkıyor. Bunu farklı kayıtlarla örneklendirmek gerekirse, başvuran kişinin bacak kıllarını alıp almıyor olması, erkeksi mi kadınsı mı bir saat tercih ediyor olması gibi kayıtlara rastlıyoruz. Denetçilerin başvuran kişiye, “diş macununu ortasından mı sıkıyorsunuz?” sorusunu sorduğu ve bu cevaba bağlı olarak, kişinin hangi “cinsiyete” ait olduğunu belirlemeye çalışması sorulan soruların “niteliğine” dair bir panorama sunmak için bence fazlasıyla yeterli. Tabii ki, pek çok başvuru sahibi, psikologların beklediği toplumsal cinsiyet klişelerine uyan anlatıları prova ediyor ve görüşmelere bu şekilde çıkıyor. Bu durumun sadece başvuru esnasında kalmadığı ve birçok cinsiyet uyum operasyonu geçiren kişinin toplumun baskısından ve şiddetinden kaçmak için operasyondan sonra da normatif cinsiyet rollerine sıkı sıkıya sarılmak durumunda bırakıldığı bilinen bir acı gerçek olarak yüzümüze vuruyor. Son olarak, cinsiyet uyum operasyonlarını tamamlayan kişilerin, toplum ve rejim tarafından dışlandığı; özellikle iş bulma anlamında, şiddete maruz kaldıkları ve birçok ülkede olduğu gibi bunların sonucunda, birçok kişinin seks işçisi olarak çalışmak durumunda kaldığını biliyoruz. Sonuç olarak, bence hepimizin irdelemesi gereken en önemli konu, verilen hakların asla bir lütuf olmadığı, belirli bir hakkın tanınmış olmasının başlı başına asla yeterli olmadığı, bu hakkın neler getirdiğinin, neye istinaden verildiğinin çok iyi düşünülmesi ve mücadelenin asla bitmemesi gerektiği.
Yazımı noktalamadan önce İran’daki cinsiyet uyum operasyonlarını daha iyi anlamak için, “Be Lİke Others” belgeselini kesinlikle herkese öneriyorum. Ayrıca, bir diğer tavsiyem İran’daki trans aktivistlerin yayınlarını ve içeriklerinin takip edilmesi, özellikle 2010 yıllından sonra bu anlamda aktivistlerin ve mücadele eden grupların elde etmeye başladıkları başarılar, geleceğe ve mücadele gücüne dair bize büyük umutlar sunuyor.
Kaynakça:
Be Like Others, 2008.
Ghaedi, Monir. “Iran: How Transgender People Survive Ultraconservative Rule.” DW, May 16, 2015.
Hamedani, Ali. “The Gay People Pushed to Change Their Gender.” BBC, November 5, 2014.
Najmabadi, Afsaneh. “Verdicts of Science, Rulings of Faith Transgender/ Sexuality in Contemporary Iran.” Professing Selves, 2014, 163–201.
Nematollahi, Azar, Farnaz Farnam, Safoora Gharibzadeh, and Parisa Khoda-Khah. “Discrimination, Violence, and Suicide in Transgender Women in Iran.” Health Care for Women International, 2021, 1–12.
Vafai, Sohayl. “Iran: The Formation of Trans Identity and Possible Paths Toward the Acceptance of Greater Gender ‘Deviance.’” Berkeley Journal of Middle Eastern & Islamic Law, vol. 9, 2018.