Özel sektörün adeta beden bulup dile geldiği Amerika’nın başkenti Washington D.C.’de olağan bir iş günü…Parmak okutarak açılan kapılardan adımını attığın andan itibaren biyolojik saatini şu akışa programlarsın hemencecik.
- Önden provası yapılmış gülüşler ve gün temennileri (tahminen iki dakika)
- Şanslı ve kıdemliysen ofisine, değilsen kübiğine gidip eşyalarını bırakmak ve bu arada derin bir kimlik sorgulamasının kapısını aralamak (tahminen yarım dakika)
- Günün endişelerini kahvede boğmak için şirket mutfağına yürüyüş ve şirket sahibi ile sanki dostmuşcasına senli benli, öyle havadan sudan ya da geçen günkü maçtan konuşmak (tahminen üç dakika)
- Mutfak dönüşünde seni gerçekten “sen” olarak bilen, o olmasa delireceğini düşündüğün işteki en yakın arkadaşını görüp sadece gözlerinle konuşmak (dakika biçilemez bir an)
İşte bütün bunların arasında bir ben… Ankara Bahçelievler doğumlu, Washington D.C.’de yetişmeye başlamışken gerisin geri Ankara’ya dönmüş, o zamandan beri Atlas okyanusun biraz o tarafından biraz bu tarafından beslenmiş, 20li yaşlarının sonunda bir ben. Günün sonunda okyanusun bir tarafında pek de beslenemediğini anlayınca, pılını pırtını toplayıp Amerika yolculuğuna başlamış ve kendisini Amerikan özel sektörünün ortasında bulmuş bir ben…
Herkesten farksız ama aynı zamanda herkesle bir olduğumu hissettiğim kübiğimde ben de günün akış provasını alıyorum kafamda. Parmağımı okutuyor ve Amerikan nezaketi ile ne çok samimi ne de samimiyetsiz bir şekilde iş arkadaşlarıma sabah selamlarımı iletiyor, eşylarımı bırakıp günün ne kadar yoğun olacağını sayıklıyorum. Ardından sözleşmişcesine -Cuma gününe çok az kaldı!- diyerek gülüşüyoruz. Ufak bir sessizliğin ardından gün akışını bozar bir cümle duyuyorum karşı taraftan… -Eda, bu firmadaki alanını iyi kazdın- gülüp nazikçe teşekkür ediyorum önce, kendimi biraz da özel hissediyorum ilk başta. Evet diyorum içten içe kazdım, diş ile tırnak ile kazdım. Yalnız bir dakika, bu cümle akışın neresine sığdı şimdi? Ortalama kaç dakika harcamam gerekiyordu buna? Kafam oldukça karışık, gidip oturuyorum yerime.
Düzenime sokulan istenmeyen bir çomak. Neden başka kimselerin gün akışına sıkıştırılmıyor bu cümle? -Marry, bu firmadaki yerini çok iyi kazdın, ne de güzel oydun alanını öyle sen- Marry kazma/kürek ihtiyacı hiç duymadığı gibi daha az geleneksel araçlara da (dişi ve tırnak gibi) ihtiyaç duymamış anlaşılan. Alanını yaratmak için varlığı yetmiş sanki. Buyrun bakalım açılsın kara deliğin kapıları, dilime değdirmeye cesaret edemediğim ama beynimin haykırdığı o düşünce; “varlığım yetersiz mi şimdi benim!”. İşin daha acısı, sadece mücadelem ile mi var olabiliyorum ben? Sürekli kazmam, devamlı yaratmam, kanatmam ve kayırtmam mı gerekiyor? Oysaki daha üç dakika önce kendimi ne kadar da normal hissediyordum. Hem Marry hem bendeniz aynı süreçlerle alınmadık mı bu firmaya diye geçiriyorum aklımdan. Mülakat üstüne mülakat, rekabetçi bir seçim süreci olarak adlandırılan ve seni insan dışında her şey olmaya iten o süreç. İşte tam da orda, bu firmanın yarattığı alanı neden doldurmam gerektiğini göstermiş olmam gerekmez miydi? Hala neden üzerimde büyük bir kanıtlama baskısı hissediyorum? Yanıtı Eda’ya bir türlü gelmeyen, Marry’e hiç uğramayan ve Adam’ın asla düşünmeye tenezzül etmeyeceği bu soru, yaşadığım bu enstantaneden daha büyük bir sorunsalın parçası olmalı.
Katıksız varlığınızla var olabiliyor musunuz? Büyük resimde sorulması gereken soru bu olsa gerek. Örneğin iş yerinde bir konuyu nihai haline getirdiğinizde, -Helal olsun bu işi de kıvırdı- deniyor mu arkanızdan, iş kotarma becerinizi başka hiç bir koşula bağlamadan sadece sizin yeteneğiniz olduğu için. Yoksa, -Helal olsun evde de iki çocuğu var ama ona rağmen işini zamanlı yapıyor- diye mi ekleniyor cümlenin başına? Yükseldiğinizde mesela, -Çok mücadele verdim ama hak ettim- diyip çektiğiniz acı ile başarınızı doğru orantılı buluyor musunuz… Mücadele formundan kaçınsaydınız ve sadece siz olduğunuz için, hiç mücadele vermeden gayet sakin ve emin olarak, camlı köşe ofise geçseydiniz deneyiminizden ne eksilirdi? İş yaşamını bir kenara koyun, kendinize alan yarattığınız gündelik yaşantınızda, oyduğunuz alanı ve yarattığınız zamanı öncesinde bitirdiğiniz ev işlerinden sonra hak ettiğinizi düşünüyor musunuz sıkça? -Çamaşırlardan sonra hak ettiğim yorgunluk kahvesi- canınız istediği için içtiğiniz kahve olsaydı cezvede aynı köpürmez miydi?
Hayatta kalabilmek için yarattığımız alanları kazmak mecburiyetinde kalmamalıyız hiç birimiz. Özünde olduğumuz kimliğimizle yeter olabilmeliyiz hayatta. Mücadele,tırmalama veya didinme kimliğimizin bir parçası olmamalı aslında, en önemlisi bizden çok da iyi olmayan kimseler tarafından üstümüze yapıştırılmamalı iznimiz alınmadan ve kanımıza işlememeli bilincimize bile uğramadan.
Kazma/kürek olmadan alanınızı kazmanın beş etkili yolu… Yaşam sitili dergilerinin attığı bu başlık kadar düz aslında. Yolun beş hali de sizden geçmeli. Ruhunuz, kalbiniz ve aklınızın birleştiği yerde, yüreğinizin isteğinden perçinlenmeli. Mücadelenizle güzel olduğunuzu ama mücadelenizden çok daha fazla olduğunuzu hatırlayarak.
Benim kazma ve küreğim olmadı, dişlerim ve tırnaklarım da kendi halinde kalmak istiyorlar artık o yüzden sadece ben varım yetmez mi?
Görsel : Garrhet Sampson, unsplash.com