“Füzyon” bu müziğin adı olabilir. Ama erime, karışma, organik bir bütün oluşturma gibi “kimyasal” bir tarzdan değil, birbirine indirgenemez atom çekirdeklerinin gerilimli etkileşimi sonucu ortaya çıkan bir patlamadan ya da daha iyisi ilişkiye giren parçaların hakkını veren bir tür “siklonik” kolajdan, karıştırılan iskambil destesi hışırtısının, bu “şans müziği”nin egemen olduğu bir ses “cut-up”ından söz ediliyorsa.
“Rüzgârda savrulan bir yaprağım ben”
John Cage, Writings through Marcel Duchamp
“Buldozerler yağmur ormanlarını, sinmiş lemurları,
uçan tilkileri, bir kara hayvanının söyleyebileceği
en güzel ve en renkli müziği yaratan, şarkı söyleyen
Kloss maymununu, karada çaresiz, akıp giden uçan
lemurları yok ediyor. Hepsi insan stoklarının her gün
daha da değer kaybetmesine yol açarak yok olup
gidiyorlar, paha biçilmez ögeler, her gün daha az vahşi
ışıltı ile – maddeye dönüşen enerji. Ruhsuz sulu çamurun
en büyük heyelanı.”
William S. Burroughs, Şans Hayaleti (*)
New York’un, kuşkusuz Rio, Buenos Aires, Mexico, Tokyo, ve daha bir çok megalopolün, bu arada herhalde İstanbul’un da jargonunda, “kerkenkele olmak” diye bir deyim vardır. Şehir bilgeliğinin her ifadesi gibi, çok şey anlatır: birine, bir şeye, bir duruma kerkenkele olunur, sahip olmadan sebeplenmenin, bir sürünüp bir uçmanın en yakışıklı yoludur. Başarılı kertenkele, otel lobilerinde cangıldaki kadar rahat eder. 10 Ekim’de Cemal Reşit Rey salonu da koca bir lobiye döndü [10 Ekim 1996]. 1979′dan beri gerektiği zaman, yusufcuk, semender, iguana, timsah, bir araya gelip hayatın bekleme salonunda performans gösteren kertenkelelerden de biz sebeplendik bu kez.
Şehir cangılında ince ince sızlayan, ruhunun eşiğini arayan saxo’nun kışkırtmasıyla yağmur ormanlarının şakacı intikam fırtınası gibi patlayan caz bandın ortasında, 1950 patentli bir mafiosi tangodan bıçak kravatıyla upuzun çıkagelen, ne istediğini bilen kemikli ve şiddetli yüzüyle John Lurie ve “Lobi Kertenkeleleri”, ruh kardeşlerinin hakkını aradı. Borsa ya da politika kaşalotlarına adını sanını kaptırmamakta direnen gerilla köpekbalıklarının, hâlâ blues ırmağında yıkanan görmüş geçirmiş timsahların, gökdelen inşaatlarından büroları gözleyen yalnız kızıl kartalların, şehri basmayı bekleyen öfkeli hayalet buffaloların, gettolardan taşan kara panterlerin hakkını. Kloss maymununun ve bütün soyu tükenen lemur kardeşlerinin hakkını. Buzdolabında bekleyen bir kek uğruna ekmeğini vermek istemeyenlerin hakkını.
İki savaş arası bir Doğu Avrupa kabaresinden sızan tangoyla distorsiyonu aksak ritmlendiren yeraltı rockunun cazın kendisini ayrık otu misali kapladığı bir gangsta latin…. Brezilya vurmalısıyla İtalyan çellosunun, Pennysylvania sokaklarının çöp varillerinde temrin etmiş davulun her zaman aynı şeyi söylemek zorunda kalmadan anlaşabildiği rahat füzyon… (Bir kara çocuğa, Mumia Abu Jamal’in ölüm hücresinde beklediği eyalet hapishanesiyle polisin crack sattığı arka sokaklar arasında hayatın çok kısa olduğu bir şehirden İstanbul’daki bir caz festivaline kestirmeden adresi göstermesi bile bir kertenkele bilgeliği.)
“Füzyon” bu müziğin adı olabilir. Ama erime, karışma, organik bir bütün oluşturma gibi “kimyasal” bir tarzdan değil, birbirine indirgenemez atom çekirdeklerinin gerilimli etkileşimi sonucu ortaya çıkan bir patlamadan ya da daha iyisi ilişkiye giren parçaların hakkını veren bir tür “siklonik” kolajdan, karıştırılan iskambil destesi hışırtısının, bu “şans müziği”nin egemen olduğu bir ses “cut-up”ından söz ediliyorsa. Zaten konser vermekten çok “performans” gerçekleştiren grubun müziğinde, “şans” ve “belirlenemezlik” kavramlarını sürekli bir deneyimin “ilke”leri olarak gören, “müzik yazmak istiyorsanız, Duchamp’ı etüd edin” diyen John Cage kadar, “uygarlığımızı dev bir karnaval, bir ‘orgy’ olarak” gösteren “yeryüzünün arka sokakları”nın düş satıcısı, “aşırı dozdan ya da ’soğuk hindi’den ölen Melankoli Bebeği”nin, “yapışkan yeşil semenderlere dönüşen güzel oğlanlar”ın, “eski bir vodvil finalini oynayan akrobatlar, soytarılar, büyücüler ve ortadan dikiş ipliğiyle dikilmiş kadınlar”ın sahne aldığı durmadan “devam eden gösteri”nin, o uçsuz bucaksız “sirkin kapısında çığlık çığlığa bağırarak bizleri gösteriye davet eden çığırtkan”ı ve biletçisi Burroughs’un, “çiçek dürbünü kinetizmi” kes-yapıştır tekniğinin (**) de payı var. Dixie ve New Orleans’ı bir yana bırakalım, yalnız caz-dışı referansları saysak liste uzar gider: Erik Satie’nin temiz ve ironik minimalizmi, Bela Bartok’un Doğu Avrupa folkloru, Kurt Weill’ın arka sokakların, dokların ruhunu bıçak gibi çeken politik kabaresi, aynı kabarenin müşterisi Nino Rotta’nın sirk detonasyonlu latin “Dolce Vita”sı, Louis Gardel’in Buenos Aires sokaklarında kol gezen bıçak, gül ve hüzün tangoları, Brezilya’nın sürekli karnavalı, New York (”velvet”) underground rocku… Zaten bu müzikte dile gelen New York siber megalopolis cangılının gündelik, fragmanter hikayeleri. Çete savaşlarının şiddetini, yangın merdivenlerinin gölgesinde sevişenleri, boğulurken yüzmeyle uçmayı karıştırma becerisini gösterebilen “barfly”ları, tüketim toplumunun ilahî kahramanı junky’nin acısını, süper markette ağlayan çocuğun korkusunu anlatan kertenkele bakışı şehir turu. “Cennetten de tuhaf”…
Lurie, ne tür müzik yaptığını soranlara “sahte caz” demişti. Küçük hayatlarını titreştirecek ufak heyecanlar arayan yuppie’lerin (retro) caz algısına duyduğu tepkiyi ifade etmişti. Varlığı görünüş, hakikati de yalan olan bir toplumda, medyanın belleğin, malın hayatın, Mafya’nın Devlet’in, kopyanın modelin yerini aldığı bu “gösteri toplumu”nda, cazın sahtesinden söz ederken, onun “hâlâ küçük dünyaları sarsan” (***) ruhuna duyduğu saygıyı dile getiriyordu.
Poe’nun, Burroughs’un, Brautigan’ın olduğu kadar, David Lynch’in, Dennis Hopper’ın, Jim Jarmusch’un, Ornette Coleman’ın, Don Cherry’nin, John Cale’in, Tom Waits’in, Laurie Anderson’ın ve tabii John Lurie & Lounge Lizards’ın ve adlarını burada sayamadığımız nice göçebe mahlukatın, Amerikalı oldukları kadar bizden de olmaları boşuna değil.
NOTLAR:
* William S. Burroughs, Şans Hayaleti, Altıkırkbeş yayın, 1996
** Halil Turhanlı’nın, Burroughs’un ruhuna saygılı metninden kesilip yapıştırılmıştır: Müzik ve Muhalefet, Altıkırkbeş yayın, 1996, sf. 86-87
*** Cem Yegül’ün Akbank 6. Uluslararası Caz Festivali broşür metninden. Bu sıkı program (Mark Dresser Trio için ayrıca teşekkürler) ve zorlu çabaları için Pozitif’i kutlamak gerek. Bu arada, Lurie ve grubunun “neyi çalmadığı”nı anladığını binbir teknik lafazanlıkla anlatan disiplin düşkünü (”başıboş kertenkeleler”!) Gültekin Karaşin’e ve bu yazıyı “caz eleştirisi” diye sayfalarına koyan Yeni Yüzyıl’a (12.10.96) buradan bir selam gönderelim. Yazarımız, “kulağını da beynini de” fazla yormasaymış da, onbeş dakika sonra konserden çıkmakla yetinseymiş iyi edermiş. Yorulmak istemeyenlere küçük bir öneri: iki doz Cage, bir doz Coleman, bir doz Velvet Underground ya da Prince, on beş dakika ara, bir doz Lurie: artık rahatlayabilir, piyasada bol bol bulunan “fake-retro” caz disklerinden ömür boyu dinleyebilirsiniz.