106

0
214

Tam üç buçuk aylık bir aradan sonra Reportare’ye tekrar yazmanın haklı gururu ve sevinciyle merhaba!

Bu üç buçuk aylık ara boyunca cennet vatanımızda yine birçok ilginç gelişme vuku buldu. Değil bencileyin bir gariban, dünya hafıza şampiyonu gelse Türkiye’nin 106 günlük gündemini tek nefeste dertop edemez. Benim de Reportare’ye yazmadığım dönemin tüm olaylarıyla ilgili söz söylemeye ne ehliyetim ne niyetim ne de haddim var; ama bu dönemde de yine sık sık duyduğumuz, söylediğimiz ve maruz kaldığımız bazı sözcüklerin izini takip etmek zihin açıcı olabilir. O zaman haydi başlayalım:

Dava

Arapça bir sözcük olan dava, “çağırmak” anlamına gelen ve “dua, davet” gibi sözcüklere de kaynaklık eden bir kökten geliyor ve temelde “iddia, talep, meydan okuma” demek. “Devam eden yargılama süreci” ve “duruşma” anlamlarında kullanımına sıkça tanık olduğumuz bu sözcüğü iktidar çevreleri başına “kutlu” sıfatı getirerek sıkça “ülkü” anlamında kullanıyor. Güçten düştüğü ya da en azından zor günler geçirdiği ayan beyan görülen iktidar cephesinde, içeriği hiçbir zaman tam olarak açıklanmadığı için belirsiz olan bu “kutlu dava”nın devam ettirilmesi gerektiği, “davadan dönenler”in hainlikleri, her şeyin “dava” için olduğu söylenip duruyor. Ağzını açan; davadan, davanın öneminden, dava kaybedilirse tarif edilemez korkunçlukta kötülükler yaşanacağından bahsediyor. Sorun şu ki onlarca yıldır ağızlara yuva kuran bu dava tam olarak nedir, kimin ve neyin davasıdır, hangi derde nasıl merhem olacaktır bilinmiyor. En azından temel hatlarıyla da olsa davanın sahiplerinin bu konuya bir açıklık getirmesi beklense bile daha önceden olduğu gibi son 106 gündür de davanın mahiyeti meçhul durumda. Yapılan her türlü işin dayanağı olarak gösterilen bu kutlu davanın gerek ekonomik gerekse toplumsal olarak  bir de maliyeti olduğu ise acı bir şekilde anlaşılmaya başlandı ve o maliyet günden güne artıyor.

Bir de hâlihazırda mahkemeleri devam eden, ettikçe eden, bitmemecesine süren, bitse de bitirilmeyen, bitse yeniden başlatılan davalar var. Osman Kavala, Selahattin Demirtaş, sayısız avukat ve gazeteci, askerî okul öğrencileri, üniversite öğrencileri ve daha birçok insanın AİHM dahil olmak üzere birçok kurum tarafından hak ihlaline uğradıkları söylense bile bu davalar bitmiyor. Ne olduğu bir türlü izah edil(e)meyen “Kutlu Dava” hakkında sabahtan akşama kadar konuşanlar, mevzu bu davalar olunca “Mesele dava konusudur, konuşmak olmaz.” diyerek sıyrılıveriyor işin içinden. “Dava” hakkında hem en çok konuşulan hem de hiç konuşulmaması gerektiği vaaz edilen bir sözcük olarak hayatımızda kocaman bir yer kaplamaya ve bazılarının hayatını kolaylaştırırken başka bazılarının ömründen çalmaya devam ediyor. Tüm bu dava enflasyonu içinde insan Pir Sultan Abdal’ı yad etmeden duramıyor: “Kalsın benim davam, divana kalsın…”

Terörist

TDK, Fransızca bir sözcük olan “terörist”in açıklaması olarak “yıldırıcı”yı veriyor. İlk olarak Fransız İhtilali sonrasında 10 aylık bir dönemdeki yönetim biçimine ad olmuşken daha sonra korkutmaya ve yıldırmaya dayalı her türlü sistematik eylem için kullanılmaya başlanan “terör” sözcüğünün ismifaili olarak karşımıza çıkan terörist, son 106 günde de kullanımdan hiç düşmedi. Boğaziçi Üniversitesi öğrencileri, atık kâğıt işçileri, muhalif gazeteciler, muhalif siyasetçilerin %99,92’si, muhalif bozguncu vatandaşların tamamı olduğu gibi, muhalif olmayı aklından geçirmeye cüret eden gerçek vatandaşların da büyük ihtimalle tamamı terörist. Hayat pahalılığından dolayı hükûmete homurdanılması sebebiyle bir süre önce terörist unvanı kazanan soğan, patates vb. zerzevat satıcılarının yerini bu defa marketler ve ev sahipleri alacak gibi görünüyor. Terörist olmak için artık kimsenin korkutmaya ve yıldırmaya dönük sistematik eylemler yapmasına gerek yok, silah milah kullanmasına hiç gerek yok; sebep ne olursa olsun iktidardan ya da sıradan hayatın günlük akışını olumsuz etkileyen ve ucu bir şekilde iktidara dayanan herhangi bir şeyden rahatsız olmak ve bu rahatsızlığını bir şekilde dile getirmek terörist olmaya yetiyor da artıyor bile. Bu defa da Andy Warhol’u anıp rahmetlinin bir sözüne takla attırabiliriz: “Türkiye’de herkes bir gün on beş dakikalığına da olsa iktidarın gözünde terörist olacaktır.”

Liyakat

Kifayet liyakatın dayanağıdır, diyerek konuyu bağlamak mümkün; ama acaba mümkün mü? “Bir işi yapmaya uygun olma, layık olma; o işin gerektirdiği temel bilgi ve becerilere sahip olma, kifayet” gibi anlamlara gelen liyakat, iktidardan çok muhalefetin haklı olarak -tabiri mazur görün- abandığı bir sözcük. Deli gibi çalışıp girdikleri sınavlardan en yüksek puanları almalarına rağmen nasıl oluyorsa mülakatta elenerek işsizliğin tadına doyamayan milyonlarca genç; başvurdukları işe değil de seçimi yapanlara layık olmaları gerektiğini, işin gerektirdiği beceriler anlamında kifayetin değil de belli odaklara aidiyetin ön koşul olduğunu her gün ama her gün deneyimledikçe önce kendi geleceğinden, sonra da ülkeden umudunu kesip başka bir çıkar yol aramaya başlıyor. Daha lise çağındaki çocukların ağzından “En iyi okullarda okuyup dereceyle mezun olsam ne olacak ki?” sorusunu duymaksa maalesef sıradan bir durum hâline geldi. Çocuklarda, gençlerde, yetişkinlerde, hülasa bütün toplumda hızla artan bir adaletsizlik mutsuzluğu ve umutsuzluğu var. Adaletsizliği görünmez kılmak için başka birtakım kavramları, özellikle de “ahlak”ı araç hâline getirenlere Montaigne ta 16. yüzyıldan sesleniyor: “Adaletin olmadığı yerde ahlak da yoktur.”

Vakıf

Hep mi kötü şeyler oluyor? Tabii ki hayır! Ülkede hukuksuz davalar devam etmesin, insanlık davası kazanılsın diye uğraşan; terörün değil, barış ve demokrasinin hakim olması için her türlü girişimde bulunan; hak eden hak ettiği yere gelebilsin, liyakat her yerde esas olsun ki adalete güven azalmasın, her yaştan insan geleceğinden emin olsun diye düşünen insanlar çeşitli kitle örgütleri bünyesinde bir araya gelip çalışıyor, didiniyor. Vakıflar da bu “kutlu dava”nın önemli neferleri olarak işlev gören önemli kuruluşlar. Neyse ki böyle kurumlar var da kimse belediyenin malını üç kuruşa kapatıp kına gecesi organizasyonlarına kiraya veremiyor, kamu arazileri/yapıları hukuksuz bir şekilde bazı kesimlere peşkeş çekilemiyor, sivil-askerî kurumlar için çarşaf çarşaf torpil listeleri hazırlanamıyor. Türkiye’de, özellikle gençler için faaliyet gösteren vakıflar, tüm bu kargaşa içinde durup dinlenmeden çalışıyor. Siz aldırmayın ortaya dökülen listelere, belgelere, torpil işi yazışmalarına falan. Bunlar hep liyakat sahibi olmayan, davanın değerini bilmeyen teröristlerin uydurmaları.

Yazıyı yazarken şöyle bir düşündüm de bu 106 günde pek bir değişiklik yaşanmamış memlekette, olsun. Elbet değişir baĞzı şeyler, biz yine de gönlümüzü ferah tutalım. Yazıyı bitirirken sevip de kavuşamayanlar için son söz Mao’dan gelsin: “Gökkubbenin altında büyük bir kaos var. Vaziyet harika!”