A’dan Z’ye Memleket: Hafıza… Unutmadım Aklımda!

0
215

Hafızanın sözlükte eş anlamlısı bellek. “Yaşananları, öğrenilen konuları, bunların geçmişle ilişkisini bilinçli olarak zihinde saklama gücü, dağarcık, akıl” diye tanımlamış Türk Dil Kurumu.

Bu kadar basit olmamalı. Yani insan hafızasından bahsediyorsak… Bu tanım bilgisayar belleğine daha çok yakışıyor. RAM geçici kayıt yeri, hard disk kalıcı kayıt yeri. Al yükle, al yükle canın isteyince çağır geri. Çağırmanın da usulüne uyarsan istediğin her şeyi yeniden oluşturabilirsin. Bilgisayarda böyle…

İnsan hafızası da böyle mi? Yoooo! Çağırırsın gelmez, çağırmazsın gelir… Acını unutamazsın, neşeni hatırlayamazsın. Bazen bir fotoğraf, bazen bir koku, bazen bir ses çağırır unuttuk dediklerimizi. Bazen unutmaman gerekeni unutur, bazen hatırlamak istemediğini en önde tutarsın. Unutsan başın belaya girer, unutmasan yine beladasın… Çünkü söylersin…

İnsan hafızasının sakatlığı, kusuru unutmaktır der Muallim Naci; hafıza-i beşer nisyan ile maluldür. Kimi zaman kusuru, kimi zaman değeridir unutmak bence. Ancak insanın yaşadığını tamamen unutması mümkün mü? Ya da hafızamız bilgisayar gibi yapay bir kayıt mı yapıyor yoksa işin içine gördüğümüz, duyduğumuz, önceden kayıt yaptıklarımız da girince başka bir biçime mi dönüşüyor diye düşünüyorum.

“Unuturken bıraktıklarımızla, hatırlarken çağırdıklarımız arasında hep bir fark vardır ve hafıza, çağırdıklarımız kadar bıraktıklarımızı da içerir. Balık ağı gibi; delikler de boşluklar da aradaki doluluk da oradadır. Bu toplamın bütününe hafıza demek gerekiyor.” * Beliz Güçbilmez hocanın bu tanımı, benim aradığım bilgisayar diskinden farklı olan insan hafızasıtanımıma bire bir uyuyor.

Niye bunca uğraştın “hafızamızla” diyeceksiniz. Diyin tabii…

Memleketin “H” halindeyim. Bir şehrin, bir ülkenin, dünyanın, toplumların ve doğanın hafızası vardır. Bu hafıza geçmişten çağrılıp bugüne ışık tutar. Hani klasik bir söz vardır ya “Tarih tekerrürden ibarettir.” Koca bir yalan… Ancak hafızası silinen toplumlar aynı şeyleri değil ama benzer şeyleri tekrar yaşar. Haliyle ben de merak ediyorum bizim toplumsal hafızamızın hard diski kimde-kimlerde ve neden sık sık resetlenip yeniden yükleniyor?

Çocukluk ve gençlik hafızamda bir meydan, Tandoğan…

Bugün bir hocamı ziyarete gittim. Eski Tandoğan Meydanı şimdiki Anadolu Meydanı civarında oturuyor. Tam o meydandan geçiyorum giderken. Ve ben oradan her geçtiğimde o meydanda çocukluğumdan ve gençlik yıllarımdan hafızamda kalan (yine çocukluğumdan tarifleyeceğim)  “havuzu, havuza işeyen çocuk heykellerini, ağzından su fışkırtan balık heykellerini ve onların üstünde yükselen mitolojik kadın heykellerini” düşünüyorum. Aslında o anıt, Su Perileri Çeşmesi…  Uzun bir hikâyesi var…

Çok gezmiş dolaşmış çeşme ama genel olarak ilerici aydın yönetimler döneminde hep şehrin Yenişehir Meydanı, Ulus Meydanı gibi merkezinde yerini almış. Bazen “Avrupai” -ki bana göre uygar- hafızamızdan rahatsız olan yönetimler bir fırsatını bulup, söküp depoya kaldırmışlar. Sonra yeniden değişen yerel yönetimler getirip şehrin en müstesna meydanlarına dikmiş. Tüm hikâyesini, uzun da olsa sıkılmadan okuyabileceğiniz, muazzam anlatımıyla bir adres keşfettim.

Unutmadım Aklımda!

1993 Sivas Madımak Katliamı’nın hafızalarımıza kazıdığı #UnutMADIMAKlımda mottosu ne muazzam bir hatırlamadır. Toplumsal hafızamızı nasıl da diri tutar. Ne kadar unutturmaya, susturmaya, kapatmaya çalışsalar da bir daha yaşanmaması için nasıl da bir arada dururuz bu meselede. Yalnızca bir olayın, bir şehrin değil bir ülkenin hafızasıdır bu.

Tandoğan Meydanı da öyle geçiştirebileceğimiz bir mekân değil ülkenin hafızasında. İstanbul’da Taksim Meydanı ne ise Ankara’da Tandoğan Meydanı da öyle… Mitinglerin, protesto gösterilerinin olduğu yer;

 “1956 ve 1958 yıllarında Kıbrıs Mitingleri; 26 Mayıs 1968’de İş yasasına alınmadıkları ve ücretleri yeterli olmadığı gerekçesiyle 100 kadar kapıcının Tandoğan Meydanı’ndan Kurtuluş’a yürüdükleri Türkiye’nin ilk kapıcı eylemi… 15 Şubat 1969’da TÖS- Türkiye Öğretmenler Sendikası’nın “Büyük Öğretmen Yürüyüşü…”  24 Ağustos 1969’da Türk-İş’in düzenlediği büyük İşçi Mitingi…  21 Aralık 1969’da Sosyal Demokrasi Dernekleri Federasyonu’nun Bağımsızlık Yürüyüşü… 1 Haziran 1970’te Anayasa Mitingi…  8 Ocak 1977’de İşkence ve siyasi cinayetleri protesto gösterileri ve elbette sayısız 1 Mayıs “İşçi Bayramı…”

1992’de Su perileri heykeli Ankaray yapımından dolayı kaldırılıyor. Ancak inşaat bitiminden sonra yine yerine konulması beklenirken, Ankara’nın başına gelmiş en kötücül yerel yönetici Melih Gökçek döneminde meydana keçi heykelleri ve seramikten şekilsiz bir çaydanlık heykeli yerleştiriliyor. Bu dönemin ucube heykelimsilerini hatırlayacak kadar yeniyiz hepimiz. Şehrin hafızası “Paris’te bir meydanda dolaşıyormuşsun” hissinden “çayını iç, keçilere bak” düzeyine çekiliyor.

Bazen düşünüyorum bizi makine gibi gören kafalar ne sanıyorlar? Yazarız, sileriz istediğimiz görüntüyü koyarız beyinlerine mi diyorlar? Bilgisayar gibi bir-iki tuşla hallederiz mi diyorlar? Oysa ne çok unutmadığımız, unuttuğumuzu sandığımız, bir yerlerden çıkıp bilincimize çıkan hatıramız var her şeye rağmen. Ne çok yaşadığımız, ne çok anlatmamız gereken…

Hafızamızda Hrant

Daha dün bir “çocuğun” namert siyasetçilerin sözde “mertçe” pusu kurdurarak ve ülkeye hainlik ederek katlettiği Hrant Dink şurada yatıyor… Rakel Dink diyor ki “Ben gittiğimde eşimi kaldırmışlardı. Kanını gördüm kaldırımın üstünde. Sonra hep üzüldüm, niye uzanıp oraya, yanına yatmadım diye. Sonra hep üzüldüm… Çıkarken Agos’tan, baktım orayı sabunla suyla yıkıyorlar. Temizlemeye çalışıyorlar. Sanki temizlenirmiş gibi. Suyla sabunla temizlenir mi dökülmüş kan?”

Acaba suyla, sabunla hafızamızı temizlemeye çalışıyor olabilirler miydi? Ogün Samast’ı beş-on yıl hapiste tutup olayı unutturmak isteyip, unutulmayınca da serbest bırakmış olabilirler miydi? Neden olmasındı ki? Ama hafıza işliyordu tik tak, tik tak, tik tak…

Türk halkını Ermeni halkına düşman etmeye çalışan Big Brother’ların “düşman ol” dediği yerde yazıyorduk, söylüyorduk, sesleniyorduk, konuşuyorduk. Milyonlarca hafıza binlerce yıllık kardeşliği hatırlıyor  “kardeş ol” diyordu… #KardeşimsinHrant

Hatay’ı Unutmadık Aklımızda

Hatay’ı “haritadan silen” ama iktidarın kötülüğünü hafızalarımıza kazıyan depremin yıl dönümü yaklaşıyor. “Ne söylesek anlamıyorlar. Hatay üzerinde belli ki başka planları var. Hatay hâlâ susuz, hâlâ evsiz, hâlâ yıkık dökük…” diyoruz ama başka bir şey işliyor Hatay’da. Hafızalarımız…

Hatay hafızamızı Reportare’de Sinan Dirlik diri tutuyor.  “Birbirimizden Başka Kimsemiz Yoktu” o kadar derinden anlatımların olduğu bir yazı dizisi ki sözüyle hatırlatıyor her şeyi. #HatayıUnutma

Zamanla unuturuz…

Beliz hoca yine çok tatlı bir şey söylüyor; “Zamanla unutuyorsak hatırlamayı da geçmişten getiriyoruzdur. Getirmekten kastım büyük ölçüde, dile getirmek. Çünkü unutmanın sözü de dili de anlatısı da yoktur. Anlatmayı hatırlamayla özdeşleştiririz.”

Unutmanın sözü de dili de anlatısı da yoktur… Yazdıkça hatırlıyoruz, söyledikçe hatırlıyoruz yani. Sözün, yazının değeri burada işte… Sansürün, sözünü söyleyenin cezalandırılmasının, gazetecilerin, yazarların, sürekli yargılanma sopasıyla korkutulmak istenmesinin yine Beliz hocadan öğrendiğim tam yerine denk gelen bir sözcük obskürantizm ile açıklanabilecek bu baskıların temelinde de hafızamıza saldırı var. Obskürantizm; egemenlerin, otoritelerini sarsacak her tür bilgiye erişimi düzenli olarak engelleme çabası olarak tanımlanabilecek kavram.

Tandoğan Meydanı’ndan her geçtiğimde modernleşmek, gelişmek isteyen tarafımıza ait hafızamızın, silinmek istendiğini yani anlatmazsak, fotoğraflamazsak, filmlere, romanlara, hikâyelere konu etmezsek yeni nesilde kaydedilemeyecek bir güzelliği düşünürüm. Tersinden bakarsak yeni neslin hafızasına kaydedilecek geri bir kültürün yerleştirilmeye çalışıldığını…

Her 19 Ocak’ta Hrant’ın vurulduğu yerde yatarım. Her depremde Düzce’de, İstanbul’da, Kaynaşlı’da, Erzincan’da, Van’da, Diyarbakır’da, Maraş’ta, Malatya’da, Afyon’da, İzmir’de Hatay’da göçük altında kalırım.

Dört buçuk yıl “işimi geri istiyorum” diye seslendiğim Yüksel’de İnsan Hakları Anıtı önündeyim yine her gün… İçişleri bakanının talimatıyla anıtın önü ablukaya alınsa, TOMA’larla çevre civar sokak işgal edilse, her gün eylem yaptırmamak için polis minübüsü orada beklese, 2016’da KHK hukuksuzluğunu teşhir eden koskoca Yüksel Direnişi şehrin-ülkenin hafızasından silinmeye çalışılsa da o anıtın önünde #Adalet diye seslenenlerin görüntüsü hafızalarımızda olur. Biz susmadıkça o anıt da konuşmaya devam eder…

Öyleyse ne yapmalı?

“Freud bize her unutmanın bir hatırlama olduğunu öğretmiştir” diyor Beliz hoca ve bunu şahane bir örnekle somutluyor; “sigara içme yasağı olan bir yerde, sigarayı unutmam gerekir. Yasağa uymak için sigara içmemem gerektiğini, esasında sigarayı aklımda tutmam gerektiği anlamına gelir bu. (Yasakların bizi kışkırtması biraz bundandır)”

Şu anlatımın güzelliğine bakın! Konuşmanın yasaklandığı yerde susmam gerekiyorsa aslında konuşmanın kendisini de hafızamda tutuyorum demektir. Yani bir nevi konuşmaya kışkırtılıyormuşum gibi geliyor. “Bu konularda yazamazsın” diyorlarsa aslında “yazmam gereken” şeyin ne olduğunu da işaret ediyorlar demektir. Örneğin işçilere “grev yapmak” yasaklanıyorsa “bir işçi için grev yapmanın önemini” de anlatıyorlardır. Bir bakıma “yasaklanan” aynı zamanda “örtülmek istenen” başka bir tabirle “unutturulmak istenen” anlamına geliyor.

Öyleyse, konuşmalı, anlatmalı, yazmalı, resmetmeli, dağlara taşlara oymalı, fincanlara, tabaklara nakşetmeli, sahnede oynamalı, notalara dökmeli, dans etmeli… Böylece nasıl bir hayat istediğimizi sürekli hatırlamalı…

*Beliz Güçbilmez- anne Ben Düştüm mü?-Kurmacalara neden muhtacız? Kurmaca-gerçek ilişkisi üzerine bir deneme.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz