Bugün 5 Ekim Dünya Öğretmenler Günü. İstedim ki meslektaşlarımla biraz dertleşelim. Birkaç haftadır Paulo Freire’in Kültür İşçileri Olarak Öğretmenler kitabını ikinci kez irdeleyerek okuyorum. Freire öyle çabuk okunmaz. Elinizde bir kalem cümlelerin altını çizmek istersiniz. Anlamadığınızdan değil, her cümlesi aslında kendi içinde bir kitap yazdıracağından… Latin Amerika ülkelerini anlatan Freire’in anlattıkları çok tanıdık. Sanki benim ülkemden bahsediyor gibi… Neden böyle biliyor musun öğretmenim? Çünkü aynı emperyalist sömürüye maruz kalıyoruz…
Kitaptan küçük alıntılarla biraz eğitim sisteminden, biraz öğretmenlikten konuşmak isterim sizinle öğretmenim, bi bakar mısın?
“Öğretmenlerin ücretleri bir daha asla bugün olduğu gibi devlet şirketlerinin (kuruluşlarının) yönetim kurulu başkanlarının ya da müdürlerinin aldıklarından astronomik ölçüde daha düşük olmamalıdır” diyor Freire. Bunu okuyunca okuldayken çocuklarla bir konuşmamız aklıma geldi. Onu aktarayım size;
Bir gün futbolcu Ronaldo’nun evini gördüm internette. Ev değil aslında, malikane… Uzay üssü de olabilir! Sadece evin garajında hayatımızda göremeyeceğimiz model on tane filan araba var. Evin her bölümünde devasa televizyonlar, elektronik eşyalar… Acayip dertlendim bu görüntüye.
Ben derdimi öğrenciyle paylaşan bir öğretmenim. Ertesi gün onlara anlattım. Çünkü birlikte düşünmek güzeldir. Dedim “Çocuklar Ronaldo’nun evini gördünüz mü internette?” “Gördük” dediler. Tatlı tatlı ballandıra ballandıra anlatıyorlardı. Gülümsedim… Şimdi sorgulama zamanıydı. O gülücükler düşünceye dönüşecekti birazdan. Dedim “Çocuklar sabah sofranıza gelen sıcacık ekmeği yapmak için fırıncının kaçta fırında olduğunu biliyor musunuz?” “Yok” dediler.
“En geç 03.00’da fırında oluyor. Siz uyurken… Ve Ronaldo uyurken… Fırıncı kaç lira maaş alıyordur sizce? Ne kadar olursa olsun bir ev alacak parası bile olmayacak kadar az… O hiçbir zaman Ronaldo’nun evine sahip olamayacak. Peki, sabah kalktığınızda tertemiz gördüğünüz sokağı süpüren çöpçüler? Babalarınız, anneleriniz Ronaldo’nun evine sahip olabilir mi?” Yeniden gülümsemeler… Tatlılıkları kirlenmemiş düşüncelerinden… Bir siyasetçiye bunu sorsanız hemen manipülasyona demagojiye girişir, ne servet düşmanlığınız kalır, ne komünistliğiniz… İnsanı zorla komünist yapar bunlar! (Doğru düşündüğünüz her şeyde sizi komünist olmakla suçladıklarında, haliyle siz de komünistler doğru düşünüyor demek ki diyorsunuz.)
Neyse sevgili öğretmenim çocuklara sorduğum ana soruyu size de sorayım; Ronaldo fırıncıdan, çöpçüden, öğretmenden, terziden, ayakkabı tamircisinden, çitçiden, mimardan, mühendisten, madenciden, fabrika işçilerinden daha mı değerlidir? Değerli ise onu değerli yapan nedir? Sol ayağıyla (veya sağ neyse) gol atabilmesi mi? Yeteneği mi? Eğer yeteneğin değerli olduğunu düşünselerdi, Charlie Chaplin, Da Vinci ya da Ferhan Şensoy’un kral olması gerekirdi. Ya da Aşık Veysel’in, Neşet Ertaş’ın sarayda yaşaması…
Demek ki ücret dengesi toplumun gözünde bir itibarın inşası olarak kurgulanıyor. Para olmadığından değil! Kimler itibarlı olsun isteniyorsa onlara yüksek ücret, kimler itibarsız olsun isteniyorsa ona düşük ücret… Öyle şey olmaz demeyin hemen açıklayayım.
Öğretmenim, halk nezdinde iyi para kazanan insanlar itibar görür bilirsiniz. Yüzyıllar öncesinden Nasreddin Hoca’nın anlattığı gibi; Ye kürküm ye… Bununla öğretmen ücretlerinin ne alakası var diyeceksiniz. Onu da açıklayayım. Öğretmenler yoksulluk sınırında maaş alırlar çünkü muteber meslek olarak görülmemelidirler. Neden? Çünkü itibarlı insanların sözü dinlenir. Çünkü sözü dinlenen insan toplumu harekete geçirir. Toplumun geçmişten kalan en bilinçli kesimi eğitimcilerdir. Ve onların itibarlı olması, eğitimin itibarlı olmasıdır ve bu, iktidarın ya da daha geniş kapsamda gerici iktidarların hiç istemediği bir şeydir. Çünkü onlar “cehaletin ferasetine güvenirler!”
Bu kadar lüksün şatafatın olduğu bir ülkede eğitime ayrılan pay neden çok azdır? Bunu düşünmeli… Hatırlarsanız iktidara geldiklerinde ilk işleri eğitimi bile isteye karmaşıklaştırmak oldu. “O olmadı bu, bu olmadı o, sistemi değiştiriyoruz, bu sistem süper olacak, yok bu da değilmiş baştan ayağa yeniliyoruz” derken velileri pes ettirdiler. Artık veli kendisini sürecin akışına bıraktı. Onlar da rahatladı. Şimdi gerici eğitim sistemlerini devreye soktular. İnsanlar, “Nasıl olsa bir şey değişmiyor” diyerek müdahale bile etmiyor. “Namusluların da namussuzlar kadar cesur olması” gerektiğini unutursak çocuklarımız için istediğimiz eğitim sistemini getiremeyiz bu ülkeye.
Toplumun gözünde başarımız itibarımızla bire bir ilişkilidir. Öğretmeni itibarsızlaştırdıktan sonra mücadele gücümüzü elimizden almaları şaşırtıcı değildir. Sadece ücretlerimizle mi itibarsızlaştırıyorlardı bizi öğretmenim? Hatırlarsanız İktidara yerleştiklerini düşündükleri bir dönemde gerçek yüzlerini gösterdiler. Başladılar öğretmene itibar suikastına…
2012’de ek ödenek isteyen eğitim sendikalarını geri düşürmek için başbakan Erdoğan “Yata yata çuvalla para alıyorlar” dedi öğretmenler için. Sonrasında da “bir defalığına 100 lira veririz o kadar” dediler. Bu cümle ‘öğretmenin ederi 100 liradır’ demekten başka nedir? Yoksulluk sınırında aldığımız ücretlere göz diktiler. Daha çok çalışıyor ek işler yapıyor, ders veriyor diye öğretmenin maaşını artırmadılar. Sanki herkes ek ders alıyor, sanki herkes özel ders veriyordu. Bunu biliyorlardı ama mesele toplumda oluşturmak istedikleri algı idi.
Sonra kendi haber kanallarını kullanarak neredeyse her gün eğitimde şiddet haberleri yaptırdılar. Uzun süredir görmediğimiz bu şiddet haberleri eğitimde şiddet sona erdiği için miydi yoksa AKP, zamanında buna ihtiyaç duyduğu için miydi? Eğitimde şiddet ayrıca tartışılır. Gerçekten çözüm isteyenlerle tartışılır. Ama bunların derdi şiddet değildi. Bu yolla münferit birkaç olayı tüm öğretmenlere mal etmek ve öğretmeni itibarsızlaştırmaktı dertleri.
Bir süre sonra “Veli velinimetimizdir” söylemleri ile okullardan kestikleri ödenekleri “okula bağış” yoluyla velilerden almaya kalktılar. Bu yine öğretmene itibar suikastının bir parçası oldu. Veliler “okula para veriyorum paran kadar konuş” havasına sokuldular. Bu, özellikle AKP’nin örgütlendiği bölgelerde prim yaptı. Kermeslerle okula gelir sağlıyoruz dediler. “Biz neden kermes yapıyoruz, saray yapacağınıza okula ödenek gönderin” demeyen/diyemeyen öğretmenlerle okula bağış-yardım politikalarını meşrulaştırdılar. Çünkü öğretmenin itibarından tasarruf ederken, kendi itibarlarından tasarruf etmezlerdi!
İtibar suikastında bir adım daha atıldı. Müfettişler devreden çıkartıldı. Öğretmenleri denetleme yetkisi, kendi kadrolu müdürlerine verildi. Sonra “Veliler öğretmene not verecek” denildi. Yetmedi öğretmen ihbar hattı açıldı. AKP yandaşlarına başarılı, sevilen fakat idare tarafından istenmeyen öğretmenleri şikâyet furyası başlatıldı. Güya öğretmeni denetliyorlardı. Hayır! Öğretmenin itibarına suikast devam ediyordu. Performans sistemi olaya tüy dikti. Koridorda müdüre surat asmak bile performans düşüklüğü gerekçesi oldu.
Bu saydığım uygulamaların hepsi itibar suikastıydı. Açıkça “Eğitimin bozulmasının suçlusu biz değiliz öğretmenler, biz de onu denetliyoruz” diyorlardı topluma. Oysa kendi açtıkları eğitim fakültelerinin inkârıydı yaptıkları. Eğer öğretmenler güvenilmezse neden mezun ettiniz bu okullardan? Bunların hepsi ayrı bir tartışma konusu. Asıl mesele öğretmenlik mesleği neden itibarsızlaştırılıyor?
Amaçları;
1- Öğretmeni itibarsızlaştırarak, mücadelesini ve taleplerini değersizleştirmek,
2- Öğretmenin maaş talebini itibarsızlaştırarak, ücretli köleliğe dönüştürmek; halkın gözünde öğretmenin yoksulluğunu meşrulaştırmak,
3- Öğretmene güvenin olmadığı yerde eğitime de güven olmayacağı için çocuğu kendi gerici tarikatlarına, vakıflarına, özel okullarına çekmek.
Nihai hedefleri, ülkemizi gerici Ortadoğu batağına sürükleyip çocuklarımızı emperyalist devletlerin oyuncağı olmuş gerici örgütlerin askeri haline getirmek değilse nedir?
NE YAPMALI?
22 yıldır “Atama bekliyoruz” diye yazıyor söylüyoruz.(Ki atanmış binlerce öğretmenin bahanelerle KHK çıkartılarak ihraç edildiğini düşünürsek kimsenin iş güvencesi yoktur.) Sonra özel okullarda, başka işlerde çalışıyor, üç harfli marketlerin kölesi olarak çalışmak zorunda kalıyoruz. Ya da evde oturuyor, ailemizden para bekliyoruz. Olmadı evleniyoruz, eşimiz bize bakıyor. Psikolojik tedavi görüyoruz. Çevremizde “Okudun da ne oldu” sözlerine maruz bırakılıyoruz. Bazen baş edemiyor, intihar ediyoruz…
Ücretli öğretmenlikle asgari ücrete çalışan, sözleşmeli çalışıp sistemin istemediği çağdaş-bilimsel eğitime inandığı için sözleşmesi bir yıl sonra yenilenmeyerek tekrar iş aramak zorunda kalan, ihraç edilirim korkusuyla müdürüne ses çıkarmayan, öğretmenliğini yapamadığını hissederek okuldan soğuyan, yabancılaşma yaşayan, tükenmişlik hisseden kaç öğretmeniz?
* Ne yapmalı sorusunu önce Freire’e soralım; “Öğretmenler her koşulda ülke yönetimini, bürokratları takip etmeli denetlemelidir. Kararlarını, açıklamalarını, performanslarını, ihmallerini, yoksunluklarını izlemeli. Sert bir biçimde eleştirmeli ve bunu kamuya açık yapmalıdır.” Bu sözlere şunları eklemek istiyorum: Öğretmenler bunları yaptıklarında elbet egemenin hışmına uğrayacaklardır. Bunu da kamuoyuna açmalı, paylaşmalıdır. Doğru, açık, güvenilir bir mücadelenin kamuoyu tarafından daima sahiplenileceği unutulmamalıdır. Cesaret bulaşıcı ve umut vericidir öğretmenim.
* Belli ki sistemin baskısı sendika yöneticilerini de ele geçirmiş… Korkuya teslim olmuş sendika yöneticileriyle de bir yere varamayacağımız aşikâr… Kuyunun içine düşmüş ve oradan çıkamayacağına inandığı için kuyunun koşullarına uyum sağlamaya çalışan bir kurbağa gibi güneşi göremeyecek miyiz bir daha? Yeni bir yol bulmayacak mıyız?
* Freire diyor ki “Bizi ezenlerin bizlerin eğitiminden geçtiği gerçeği ne kadar ironiktir.” Nerede hata yaptık diye düşünmeyecek miyiz? Bu “Ben yapmadım” diyerek içinden sıyrılacağımız bir mesele değildir. Sorunun parçası isek “suç”un da parçasıyızdır. O korktuğumuz polisleri, hakimleri, savcıları, yöneticileri biz yetiştirdik (ya da yetiştiremedik) öğretmenim. Korkmayalım demiyorum ama korkumuza teslim olmayalım. Toplumun öğretmeni isek neden öncüsü de olmayalım? Öğretmenler bir araya gelip yolu açmalı değil miyiz?
Yazın önerilerinizi. Birlikte konuşalım; çay içelim, kahve içelim, sokağı dinleyelim, sokağa çıkalım öğretmenim. Ya açılmış bir yoldan yürüyelim ya da yeni bir yol açalım ama durmayalım öğretmenim!
Ben 55 yaşındayım ama yeni eğitim öğretim yılında küçük-büyük değerli ellerinizden öperim. Öğrencilerinizi namerde teslim etmeyin bilimin öncüsü, kahramanların eğiticisi kahraman öğretmenim!