Gülmeye ihtiyacımız var, çok kaygılıyız, bir o kadar korkuyoruz, gülersek geçer sanıyoruz. Ama gülemiyoruz. Çünkü şairin dediği gibi:
Gülemiyorsun ya, gülmek
Bir halk gülüyorsa gülmektir
Siyasetsiz sanat olmaz, siyasetsiz mesela pazarlama, reklam da olmaz, olamaz zira sadece toplumsal olan politik değil kişisel olan da politiktir. Sanatçının hayranı onun kişisel hikayesine dertlerine duyarlıdır, ilgiyle izler, çoğu zaman sevgiyle benimser. Ama açlık çoğunluktaysa eğer sanatçının çocukluk düşleri, sanrıları, kişisel kaygıları, oyuncakları, şusu busu artık neyse toplumun radarından çıkar, bazılar için sırıtmaya başlar hatta bazılarını çileden çıkarır.
Cem Yılmaz’ın Erşan Kuneri işine verilen kimi olumsuz tepkilerin ardındaki sebeplerden biri de bu bence.
Ben bir Cem Yılmaz hayranı olarak Erşan Kuneri’yi izlemek üzere tıpkı yılbaşı performansında olduğu gibi büyük bir hevesle ekran karşısına geçtim. Genel olarak dizi ilgimi çekti hatta su gibi içilen içki, kadın karakterlerin cinselliklerini özgürce yaşamaları ve giyim kodlarını çok eğlenceli buldum, sona doğru azalsa da küfür fırtınası ve cinsel imalarla dolu kelime oyunları vs. beni bu seride rahatsız etmedi. Aslında etmeliydi misal 70’lerin porno-film dünyasında kadınların bu kadar neşeli olduğunu hiç sanmıyorum, gazete arşivleri pek çok intihar ya da cinayet haberiyle dolu. Neyse masalsı Kuneri ekosisteminde kadınlar özgür ve mutlu diyelim geçelim. Dizinin bir tür delilik haliyle ülkenin iyice çoraklaşmış yaşam tarzına ve muhafazakâr iktidarın “gül kokulu, hacı yağlı” atmosferine panzehir misyonu üstlenmesi mümkün aslında. Ama buna hiç gönüllü değil. Renkli baloncuklardan oluşuyor, eğlenceli, geçici, uçucu, sadece anda kalan bir yere dokunduğu anda patlayacak, onun için mümkün mertebe dokunmayan.
İzleme maceramda bölümler ilerledikçe hevesim kaçtı ve eylemimin bir tür göreve dönüştüğünü hissettim. Öyle ya ne çok sebebim vardı izlemek için; birbirinden yetenekli oyuncular, devasa emek, yüksek bütçeler, çizgi-dışı bir iş, başında Cem Yılmaz, sorun bendeydi sanırım.
8. bölümün sonuna ulaştığımda yani “görevimi tamamladığımda” sorunun bende olmadığını hissettim. Beni rahatsız eden projenin hem geçtiği hem de konuştuğu dönem ile alabildiğine alakasızlığıydı, aslında her zamanki Cem Yılmaz apolitikliğiydi demek daha doğru sanırım. Yılların rahatsızlık vermeyen şeyi neden bugün kanıma dokunmuştu ki?
Politik olmakla kastım reel günlük siyaseti hicvetmesi değil, bugüne ya da dönemine ilişkin toplumsal dertlere veya durumlara ucundan kıyısından da olsa temas edebilmesi. 1981’de yani 12 Eylül darbesinin birinci yılında, porno endüstrisinden bir grup insanın öyküsünü, 2022’de yoksulluk ve güvencesizlikle, siyasi büyük dalgalanmaların olduğu dönemin insanlarına anlatıyorsanız neşeniz ve alakasızlığınızın yüksek dozu göze batabiliyor.
50 yaşını kutlamaya hazırlanan, 30 yıldan fazla bir süredir ülkenin en sevilen mizahçılarından biriyse işin sahibi sanırım bu göze batma daha da artıyor.
Özellikle krizler çağından geçilirken, siyaset-dışı komedi çok eğreti duruyor. Ricky Gervais’e bakın küfür de ediyor, bolca cinsel içerikli espri de yapıyor ama siyasi izdüşümleri olan sosyolojik gerilimleri tamamen göz ardı etmiyor. Bu aralar özellikle gençler ve genç kalanlar arasında çok tutmuş olan Gibi dizisinde de alabildiğine absürt hikayeler, sıradan mekanlarda sıradan insanlara anlattırılıyor,
gürültüsüz patırtısız, ama saçma ve tuhaf biçimde hedef kitlesinin mevcut hayatıyla alakalı ve empatik.
Üniversitede 90’ların başında -adı aklımda değil- Amerikalı bir profesörden, Politics & Literature diye bir ders almıştım. Hoca Latin Amerika siyaset ve edebiyatında uzmandı. Bize nasıl orada her köşe başında siyaset konuşulduğunu, Latin Amerika edebiyatında siyasetin yoğunluğunun bu toplumsal dinamikten nasıl bolca beslendiğini anlatmıştı. Bizim toplumumuzu o yıllarda yeterince siyasi bulmuyordu, şimdi 2022 Türkiye’sine gelseydi, siyasetin okul öncesi bebelere bile ulaşmış vaziyette olduğunu görebilirdi.
Nedeni basit. Siyasi sohbetlerin başat tetikleyicileri, şikâyet, isyan, korku, umutsuzluk, beklenti, kızgınlık. Makro işler yolundayken herkes mikro işine bakar, ama ülkede tüm işler epey bir zamandır sarpa sarmış durumda, tüm yerleşik kurumların dibine kibrit suyu dökülmekte, yoksulluk dibin dibine gitmekteyken, her krizde olduğu gibi en fazla ihtiyaç duyulan empati ve dayanışma.
Kaba bir “sanat halk içindir yok sanat sanatçının paşa gönlü içindir” tartışması açmak niyetinde değilim. Sadece niye Erşan Kuneri işini benimseyemedik, niye en azından bir kısmımız gülemedik onu anlamak ve sizinle paylaşmak için yazdım…
Darbe yıllarında solan ruhumuzu şenlendiren Devekuşu Kabare’nin, neo-liberalizmin toplumu öğütmeye başladığı Özal’lı yıllarda ve sonrasında Ferhan Şensoy’un Ferhangi Şeyler’inin, Olacak O Kadar’la Levent Kırca’nın, bugünlerde Güldür Güldür’ün, tüm bunların sevilmesi ve çok uzun soluklu projeler olması tesadüf değil.
Benim de dahil olduğum X kuşağını hayatta en fazla güldürmeyi başarmış Cem Yılmaz’ın içinden geçtiğimiz karanlık yıllarda parlak zekâsı, yeteneği ve bunca yılda dişiyle tırnağı ile elde ettiği imkanlarından daha fazla beklenti içinde olmamız da tesadüf değil.
Sözü Edip Cansever’in o meşhur şiiri Mendilimde Kan Sesleri’nden bir bölüm ile başlattık aynı şiirden başka bir bölüm ile bitirelim.
Ah güzel Ahmet Abim benim
Gördün mü bak
Dağılmış pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar
Ve dağılmış pazar yerlerine memleket
Gelmiyor içimizden hüzünlenmek bile
Gelse de
Öyle sürekli değil
Bir caz müziği gibi gelip geçiyor hüzün
O kadar çabuk
O kadar kısa
işte o kadar.
Ahmet Abi, güzelim, bir mendil niye kanar
Diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar
(Mendilimde Kan Sesleri, Sonrası Kalır, 1974)