Cebelavi Sokağı’nın Çocukları

0
582

Mısır’lı yazar Necip Mahfuz’un İngilizce çevirisine verilen isimden aynı adla Türkçe yayınlanan kitabın adı Cebelavi Sokağı’nın Çocukları… Çeviren, Leyla Tonguç Basmacı.

Henüz bitirdim. O kadar akıcı ve sürükleyici ki… Yani bir kitap kendi mecrasında akabilir ama sizi sürüklemesi bambaşka bir şey. Yazarın tabii ki çevirenin de ustalığı okurken her cümlede sürekli akıntıya kapılmanıza, düşünmenize yol açıyor. Belki bu nedenle okumak, beklenenden uzun sürüyor. Sabah başlayıp akşam bitireceğiniz bir kitap ama o kadar günümüzle, tarihle bağ kurdum ki yaşadığımız olaylara, düşündüklerime sık sık gidip geldim. Bu nedenle 6-7 günümü aldı. Belki benden alınanların içinde şimdiye kadar en az üzüldüğüm şey oldu bu zaman.

Necip Mahfuz kimdir?

Biraz Necip Mahfuz’dan da bahsedecektim ama hakkında bilgi almak için Google’da gezinirken Ekşi sözlük yazarı Suicyco‘nun açıklamasını görünce “budur” dedim. Zira bu açıklama hem bu kitabı hem de Mahfuz hakkında bilmemiz gerekenleri özetlemiş. İmla düzeltmelerini (affına sığınarak) yaptıktan sonra olduğu gibi size aktarıyorum;

“ Arap dünyasının en tanınmış ve sevilen yazarlarındandır. Yeni bir romanının yayımlanması Arap yarımadasında bizde Yaşar Kemal‘in yeni romanının yayımlanması gibi etki yapar.

Arap edebiyatında roman her zaman sorunlu bir yazın türü olagelmiştir. En çok tepki alan, sansürlenen, baskı altında tutulan edebi türdür. Yazarın en ünlü romanı olan Awlad Haratina (Sokağımızın Çocukları) İngilizcede “The Children of Gebelawi” adıyla yayımlandı.

Roman en yüksek tiraja sahip olan Mısır gazetesi El-ehram’da tefrika olarak yayınlanmasına rağmen Mısır’da sansür konusundaki en Rtükvari kurum olan Azhar Üniversitesi’nin tepkisi üzerine kitap olarak yayımlanmadı. Yine de 1966’da Lübnan yayınevi “Dar El-Adab”, Beyrut’ ta bir baskı yaptı ve kitapların bir kısmı Kahire’de de satıldı.

1988’de İsveç Akademisi, Nobel Edebiyat Ödülü’nü Mahfuz’a verdi. Bu olay Müslümanları çok kızdırdı. Şu sırada Dünya Ticaret Merkezi’nin bombalanmasındaki rolü sebebiyle Amerika’da hapiste olan köktendinci yöneticilerden Ömer AbdurrahmanSalman Rushdie olayının patlak vermesinden kısa süre sonra bir açıklama yaptı.

Ona göre, eğer 1959’da Sokağımızın Çocukları’nı yazdığı için Mahfuz’u öldürmüş olsalardı, Rushdie, Şeytan Ayetleri’ni yazmaya asla cesaret edemezdi. Bu açıklama Mahfuz’un öldürülmesi için yeni bir fetva olarak kabul edildi. 1994’te saldırıya uğradı, suikast başarısız olmasına rağmen saldırgan yazarın boynuna bir bıçak saplayarak sağ kolunu felce uğrattı.”

* https://eksisozluk1923.com/entry/631086 açıklama adresini de eklemiş olalım.

Şimdi kitabın içeriğinden, bende bıraktığı izden biraz bahsedebilirim…

Cebelavi Sokağı neresi? “Güya” Mısır’da bir sokak… Siz hikayeyi okumaya başladığınızda o sokak senin sokağın, benim sokağım, hepimizin sokağı oluveriyor. Dünya’nın herhangi bir yerinde herhangi bir sokak… O kadar benziyoruz birbirimize.

Kitabın bir bölümünde Zekeriya, sokağı tanımlarken “Biliyorsun sokağımızda bir erkek ya çete lideridir ya da çete liderlerinin vurması için onlara başını uzatır” der. Aslında bu tanım bize dünyayı dünya halklarının yaşadıklarını anlatır. Ya ezenler var, ya da ezilenler…Ya ezenden yanayızdır, ya da ezilenden…

Cebelavi kimdir?

Kitapta Cebelavi tüm sokağın dedesidir. Başlangıçta oğullarından yaşı küçük ve üvey olana sokağı “besleyen” vakfın yöneticiliğini verdiğinde başlıyor tüm hikayeler…

Edhem üvey olandır ve köle çocuğudur. İdris ise öz oğlu ve en büyüktür. Yöneticiliği o hak etmiştir. Ama Cebelavi Edhem’de ısrar edince İdris öfkeden deliye döner, bu nedenle evden, vakıftan kovulur. Bu olaydan sonra İdris bir iblise dönüşür.

Sonradan anlıyorsunuz ki Adem’e biat etmemesi nedeniyle şeytanın cezalandırılması, şeytanın ayartması ile Adem’in cennetten dünyaya kovulma hikayesi ile benzeşir.

Gelişen bütün hikayeler, olan biten tüm olaylar, sokaktaki özel yeteneği olan çocuklara Cebelavi’nin kendisini göstermeden fısıldamasıyla bir nevi vahyetmesi ile bir iyilik- kötülük savaşı olarak anlatılır.

Anlarsınız ki Cebelavi tanrının ta kendisi, o sokak yeryüzü, torunlar peygamberler ve çetelere boynunu uzatanlar ise insanoğludur.

Tüm bunları anladıktan sonra kitap okuması insanlığın sorgulanmasına, davranışlarımızın kritiğine, toplumsal olayların nedenselliğine kalıyor. Neden bir peygambere gereksinim duyuyoruz? Bizi bir liderin kötülükten kurtarmasına neden ihtiyaç duyuyoruz? Bu soruları şak şak şak, tokatlaya tokatlaya anlatıyor Mahfuz… Birkaç tokat örneği vereyim de suratınızda şaklasın!

Unutkanlık:

Sokağın iyi çocuklarından biri öldükten bir zaman sonra kötülük yine baş gösterince söylenen; “Sokağımızın baş hastalığı olan unutkanlık olmasa bu iyi örnekler boşa gitmezdi. Ama unutkanlık sokağımızın vebası gibidir…” Tarih’i ve günümüzde olan biteni düşünün. Hala sokağımızın vebası unutkanlığımız değil midir? Bizleri yönettiğini iddia eden bir kısım çetelerin dünya halklarına yaşattıkları tekrar tekrar yaşanmıyor mu? Nedir bizi hatırlamaktan uzaklaştıran ve aynı çukura tekrar tekrar düşmemize neden olan?

Merhamet:

Sokağın iyi çocuklarından biri diyor ki “Şu bir gerçek ki sokağımızın merhamete ihtiyacı var” Peki, bu sokağın insanlarına merhametsizce davranan çeteler nasıl ortaya çıkıyordu? Bir kahraman sokağı kurtarıyor o öldükten sonra sokak nasıl bir süre sonra çetelerin eline geçiyordu? Sorun merhametsizlik miydi, yoksa unutkanlık mı? Yoksa insanların hep bir kahraman beklemesi mi… Bu sayfaları okurken şöyle bir not almışım kenara; Ölüm olmazsa mezarcı ne iş görür?

Başımıza çıkardığımız yöneticiler birer mezarcı, biz de onların ölüleriydik ki onlar hep tabutlardan para kazansınlardı…

Halk Gerçeği İçinde Korkaklık:

Kitabın etkilendiğim birkaç sayfasında Rıfat’ın öldürülmesi ve sonrası anlatılıyordu. Rıfat mahallenin çok sevdiği bir genç… İyilik dolu kalbi, cinlerden kurtardığı insanlara hatta tüm insanlara duyduğu sevgi onu mahallenin gözünde kahraman haline getirmiş.

Ona duyulan sevgiyi tehlikeli bulan çete reisleri onu öldürmeye karar verirler. Onu canlarından çok seven(!) dostları Rıfat’ı kaçırıp saklarlar. Onu ihbar eden ise fuhuş nedeniyle öldürülmek üzere iken Rıfat’ın “ben onunla evlenirim” diyerek ölümden ve “onursuzluktan” kurtardığı karısı Yasemin olur.

Çete reisleri saklandığı evi bastığında Rıfat’ı canından çok sevdiğini söyleyen 4 dostu ölüm tehlikesi karşısında kaçarlar. Çete Rıfat’ı sokağın ortasında sopalarla döve döve öldürür.

Sonra ne mi olur? Hep karşılaştığımız şey… O dört korkak, Rıfat’ın cenazesini çölde bir çukurda bulurlar. Birbirlerini korkaklıkla suçlayarak, her biri ötekine türlü bahaneler sıralayarak ağlarlar da ağlarlar… Gözleri ağlamaktan kan çanağına döner. Ölmeden önce dostluğa sadakat göstermeyenler arkasından gözyaşlarında boğulup günah çıkartırlar. Günahlarının bedelini Yasemin’i öldürerek “gönül rahatlığına kavuşarak” öderler. Tabii tüm günahların ilk hedefi kadınlardır…

Ben bu hikayeyi Tarih’in bir çok yerinde, günümüzde ve gelecekte gördüm, görüyorum, göreceğim… Bu dünyanın peygamberleri de devrimcileri de öldürüldükten sonra binlerce milyonlarca müride, yoldaşa kavuştu. Ama öldürüldükten sonra…

Kitapla ilgili yazacak çok şey var ama sizin okumanızı istediğim için bu kadarla yetineceğim. Yalnız dünya halkları olarak bu lider seçememekliğimiz ve kötülükten korunmak için çetelere prim vermekliğimiz üzerine bir şey söylemek için son sözü hikayelerin kahramanlarından birine bırakmak isterim. Cebel’e “sen lidersin neden az pay aldın vakıftan” dediler. O da dedi ki;

Bir lider halkını soymaz…