Metrodayım… Bugün ilk ve ortaokullar eğitime başladığı için yaz boyu alıştığım sakinlik yerini kalabalığa bırakmış. İlk vagonun sürücü kabinini bölen duvarına yaslanıyorum. Kalabalığa inat, Gözlemcinin Teknikleri kitabını çantamdan çıkarıp kaldığım yerden okumaya başladım. Crary, “Bir insan özne olarak gözlemci bu sürecin kesinlikle dışında kalamaz, hatta sürece tamamen içkindir. On dokuzuncu yüzyıl boyunca gözlemci, tanıdık olmayan, dağınık kent mekanlarında gerek algı gerekse zaman açısından onu belirli bir bağlamdan koparan tren seyahatleri, telgraf kullanımı ve sınai üretimde, tipografik ve görsel bilgi akışlarının içinde giderek daha fazla işleve sahip olmak zorunda kaldı” [i] diyor. Cümleyi okumayı tamamladığımda, cümleyi yaşamaya başlıyorum:
‘Gelecek istasyon Bostancı’ anonsu yerini kapının açılma sesine bırakıyor. Yeni binenlerin arasından bir kadının ‘Pardon… Pardon. Geçebilir miyim?’ sesi duyuluyor. Sahanlıktaki kalabalık bana bir adım daha yaklaşıyor. ‘Nereye tutunabilirim?’ Başımı kaldırıp, kulağımın işini gözlerime devrediyorum. 40’lı yaşlarda bir kadın… Bir yolcunun yardımıyla sahanlığın ortasındaki dikine tutunma demirini kavrıyor. Diğer elindeki beyaz bastonu fark ediyorum. Direği tutan kolunun dirseği ile omzu arasında kalan bölümde çok güzel işlenmiş bir Eros figürü var. Yayı gerilmiş, okunu tutuyor. Gözlerim Eros’tan kadının yüzüne doğru akıyor. Çok ince bir makyaj yapmış. Yanağında hafif allık, gözlerinde uçuk mavi bir far, dudaklarında yüzüne ve tenine yabancı kalmamış pembe bir ruj… Özenle taranmış saçlar. Son derece zarif. Görüyorum. Görünmenin de görmek kadar önemli olduğunu görüyorum…
Bu ayrıntıları kim ne kadar gördü, görenlerin ne kadar ilgisini çekti, bilmiyorum.
“Engelli”ye ulaşana kadar
Belgesel sinemacılar genellikle egemen medyanın görmediği şeyleri görüyor, gösteriyor. Ama kimin ne kadar ilgisini çekiyor belgesel filmler, onu da bilmiyorum. Belgesel sinemacıların son yıllarda gördüğü, göstermeye çalıştığı temalardan biri de “engelliler”. “Engelli” kavramına ulaşana kadar neler kullanılmadı ki? Bir zamanlar bu tür kişilere “kör”, “sağır”, “dilsiz”, “topal”, “çolak” ve hatta “deli” denilir, genel olarak ise “sakat” tercih edilirdi. Sakat ifadesi bir alçaltma, aşağılama amacı taşımaz, daha çok “acıma” duygusu içerirdi. “Sakat olmayanlar” bu tür kişilerle karşılaştığında onun olmayan organını tamamlamaya çalışırdı. Koluna girer, elinden tutar, yolda karşıdan karşıya geçirir, tek tek anlatır, eliyle-koluyla tarif ederdi. Sokakta dolaşan, zararsız sayılan “deli”ler “veli”lerle bir tutulur, onlara saygıyla yaklaşılırdı. Mahalleli bu kişileri tanır, onları doyurur, takıntılarına göre onlara gereken parayı, eşyayı verir, ilgi gösterirdi. Ağır zihinsel sorunlar yaşayanlar ise eve “mahkûm” edilirlerdi. Böylece görülmez kılardı. Ne yazık ki sadece bilinirlerdi. Doğuştan zihinsel sorunlar taşıyanlar için günlük dilimiz henüz “zenginleşmemişti”. Down sendromu, otizm, disleksi gibi kavramların ortaya çıkması için 2000’lerin gelmesi gerekmişti.
1981 yılı Dünya Sakatlar Yılı olarak ilan edilmişti. İçinde yer aldığım bir grup Türkiye’nin ilk kamu spotlarını çekti. Bu filmlerde görme, işitme yeteneğini kaybetmiş kişilerin istihdamı öne çıkarılıyordu. Spotların sonundaki pack-shot bölümünde “1981 Dünya Sakatlar Yılı” yazısı ve şimdi hatırlamadığım bir slogan çıkıyordu. O zamanlar sadece TRT yayın yapıyordu ve bu filmler siyah beyaz yayın yapan TRT’de gösterilmişti.
Sonra nedense “sakat” demekten utanıldı; yerine “özürlü” sözcüğü bulundu. Gel gör ki bu sözcük alışılageldik sakat sözcüğünden daha çok dikkat ve tepki çekti. Aşağılayıcı, küçültücü bulundu. Kentlerde nüfusun yığılması, bu tür bireylerin bulunduğu aileleri sıkıştırıyordu. Koşullar tüm aileyi ev dışında çalışmaya zorlayınca bu kişilere bakım ve terapi sorununu alenileştirdi. Sosyal devletin yetersizliği, sivil toplum örgütlerinin ortaya çıkarmaya başladı. Bakım ve terapinin yanı sıra bu kişilerin istihdamı da haklı talep olarak dile gelir oldu.
Derken kavram yerini daha az sorunlu olduğuna inanılan “engelli” kavramına bıraktı. “Bedensel engelli” ve “zihinsel engelli” kavramları icat edilerek mesele kategorik hale getirildi. Bu söylem bu kişilerin değil, toplumun (ve yöneticilerin) meseleye bakışının ne tür “engel”ler içerdiğini de tartışma alanına çekti. “Engel-SİZ” terimi “müthiş” bir buluş oldu. Dikkat “engel”lilerden “engelsiz”lere çevriliyordu. Sivil inisiyatifin yarattığı baskı özellikle yerel yöneticileri “şirin” uygulamaları devreye sokmaya zorladı. Yürüme yolları, asansörler, park alanları, servis araçları törenlerle hizmete sokuldu. Tekerlekli sandalyelere binen belediye başkanları “empati” yaparak(!) “sempati” topladı! Beceriksiz birkaç sürüşten sonra alkışlar arasında makam aracına binerek olay yerini terk ettiler. Zaman içinde akılcı, yararlı uygulamaların sürekliliği sağlanamadı. Yeniliklerin ve iyileştirmelerin gerçekleştirilmemesi dikkat çekmedi. Nihayet hepten unutulması da yadırganmadı.
Sivil toplum kuruluşlarından yararlanan belgeselciler de meseleyi filmlere taşıdı. İlk yaklaşımlar olgunun görünürlüğünü, bilinirliğini artırmaya dönüktü. Bu kişilerin yaşadığı sorunlar, toplumsal yapıdaki ilgisizlik, çözüm arayışları filmlere konu ediliyordu. Son yıllarda belgeselciler “engelliler”in sorunlarını bırakıp başarılarını anlatmaya başladı. Bacağı olmayan koşucular, kolları olmayan yüzücüler, bardakları dökmeden-kırmadan taşıyan down sendromlu garsonlar… İlginçlerdi! Hayran bırakıyorlardı! “Biz”den hiçbir şeyleri “eksik” değildi! Hatta daha da üstteydiler… Ne kadar sevinsek azdı!
Görmek gerekiyordu… Görünmeleri gerekiyordu!
2022 yılında İstanbul’da, 24 ülkenin ampute futbol takımlarının katıldığı bir şampiyona düzenlendi. Avrupa’dan 7, Amerika’dan 7, Asya’dan 6, Afrika’dan 4 ülkenin takımı katıldı bu şampiyonaya. Gelişmiş ülkelerin takımları ilk turlarda elendi; yarı finale gelişmemiş ya da gelişmekte olan ülkelerin takımları erişti. Özbekistan-Türkiye, Angola-Haiti… Mutlu sona ise Türkiye takımı erişti. Türkiye’nin 85 milyon nüfusu var ve resmi rakamlara göre nüfusun % 6,9’unun en az bir “engel”i var. Yani 4,876,000 kişinin! Şampiyonanın sloganı çok manidardı: “We are More”. Yani, “Biz daha fazlasıyız” Ne kadar sevinsek az!!!
Onların görünmesi gerekiyor, hepimizin de görmesi!
[i] Jonathan Crary, Gözlemcinin Teknikleri – On Dokuzuncu Yüzyılda Görme ve Modernite Üzerine, Çeviren: Elif Daldeniz, İstanbul, Metis Yayınları, s.25.