Gordon Marshall, ritüelleri belirli zamanlarda tekrar edilen, sembollerin kullanıldığı bir davranış modeli olarak tanımlıyor.(1) Türkçe karşılığı için “ayin” sözcüğü öneriliyorsa da “ritüel” sözcüğü daha yaygın kullanılıyor. Ayin daha sınırlı bir ifade gibi; sanki yere ve zamana bağlı kılıyor. Daha çok din olgusuyla ilişkilendirilse de ritüellerin toplumlar için çok daha geniş bir anlamı ve işlevi var: Bir arada olmak, ortak davranışlarda bulunmak, birbirini etkilemek… Kuşkusuz bir de ritüelin “kaymağını yemek” var! Ondan kime, ne tat kalacak? Bazı ritüellere katılım yaş sınırına bağlı olsa da sonuç olarak kuşaktan kuşağa aktarılan davranışlar ritüeller. Farkına varsak da varmasak da gönüllü katılsak da maruz kalsak da ritüellerle kuşatılan bir dünyada yaşıyoruz. Hatta Anadolu’da kimi ritüeller özünü büyük ölçüde yitirmişse de, hala kitlesel biçimde icra ediliyor. Hıdırellez de bunlardan biri. En muhafazakârından en modernine pek çok kişinin üzerinde etkisini sürdüren bir ritüel.
Belgesel sinemanın önemli temalarından biri de yıllarca geleneksel yaşam ve ritüeller oldu. Belgesel sinemacılar gelenekleri belgelemeye, övmeye, unutulanları dramatize ederek “var etmeye” çalıştı. Bir kısım belgeselci ise geleneksel yaşamın modern dünyanın içindeki değişimini, dönüşümünü dert edindi. Zaman zaman ben de bu çarkın dişlilerinden biri oldum. Bir gösteriye dönüşen pek çok ritüelin koreografisini bir başka “gösteri”nin seyirlik malzemesine dönüştürdük.
Yine böyle bir “iş” için, 2007 Mayıs’ında, Denizli’ye, bir Hıdırellez ritüelinin çekimlerine gitmiştik. Ekip ağırlıklı olarak akademisyen ve öğrencilerden kurulmuştu. Anadolu’nun Renkleri: Doğum, Düğün, Ölüm belgeselini çekiyorduk.
Alevi-Bektaşi kültürünün yaşatılmaya çalışıldığı Denizli’nin Çalçakırlar Köyünde sabahın erken saatlerinde başlayan telaş, bir önceki gün yapılan hazırlıklar nedeniyle çok da endişe verici değildi. Sadece o gün yaşanacak coşkunun bir parçasıydı olup biten. Tepede yaşanacak gösterinin bir tür provası. Sesler daha yüksek çıkıyor, hareketler daha canlı; herkes var olduğunu, törene katılmaya can attığını gösterme derdinde. Römorklara yüklenen koçlar ve danalar ise birkaç saat sonra olup biteceklerden habersiz. Heybelerden sersemlemiş tavuk ve horoz başları sarkıyor. Toprak yol, yüzlerce kişiyi ritüelin gerçekleşeceği tepeye taşıyor. Çevre köylerden ve hatta yaşamakta oldukları kentlerden sırf bu törenin parçası için kopup gelen bir insan seli akıyor. Gösterinin parçası olmak önemli! Kaymağını yemek ise… Neyse!
Biz de cafcaflı biçimde filmin adı, sponsor logolarıyla “giydirilmiş” olan minibüsümüzle kervana dahil oluyoruz. Kendi gösterimizin bir parçasıyız; denebilir ki, film bitmeden gösterisine başlamış durumdayız. Yelekten çok üniformayı andıran kıyafetleri içinde kameramanlarımız daha sakin. Kim bilir kaçıncı benzer bir ortamı çekecekler… Bugüne dek böyle bir deryanın içine düşmemiş olan genç öğrenci ve asistanlarımızın şaşkınlığı ise görülmeye değer. Hele tepeye ulaşınca, gözleri fal taşı gibi açılacak! Gördükleriyle kendilerinden geçecekler: Kan görecekler, kargaşa görecekler, ritüele katılanların kana, kargaşaya neşe içinde nasıl dahil olduklarını ise asla anlamlandıramayacaklar. Çünkü bu tür ritüelleri hiç yaşamamışlar. Tozlu yolda hoplaya zıplaya tepeye getirilen koyunlar, tavuklar, horozlar kadar bizim ekipteki gençler de günün “kurban”ları adeta.
Yürüyenleri ve zaman zaman güzergâh üzerinde kimi yerlerde, doğaya doğru secdeye duran, güneşe, toprağa, havaya, suya saygıyla eğilen yaşlıları çeke çeke tepeye varıyoruz. Bizim için de çok yeni, ilginç bir eylem, yaşlıların bu yol kenarı ritüeli… Bir tür “mesleki kaymak” sayabiliriz. Tören alanına ilk ulaşanlar iş bölümüne göre işe koyulmuş. Yüzlerce yıldır yapılageldiğinden acemilikten eser yok. Tersine yol boyu sergilenen coşku daha da artmış. Bir tarafta kurbanlar kesiliyor, bir tarafta tavuklar ayıklanıyor, bir tarafta kazanlar kaynıyor… Gelenler beraberinde getirdiklerini belirlenmiş yerlere bırakıyor: Bulgur, pirinç, tavuk, horoz, ekmek, yufka, yoğurt, içecek tepecikleri oluşturuyor. Bir tür “potlaç” gibi. Sanki herkes evdeki “fazla”sını getirmiş, ortak sofraya dahil edip, “fazla”yı ortaklaşa tüketmek üzere burada. “Fazla” kimsenin elinde birikmesin, kimse “gücün kaymağını” yemesin”!
Kamera yine zalimliğini gösterecek! Çektiklerimizin çoğu filmde hiç görünmeyecek. Ama olsun, “arşiv” için de çekmek kanımıza işlemiş. Ne görsek çekiyoruz. Gün doğumunda başlayan çekimler hızını hiç kaybetmiyor. Asistanlar ve öğrenciler perişan hem tempodan hem gördükleri “manzara”dan… Bir yandan pilavlar, etler kaynarken bir yandan da yeni kazanlar kuruluyor; yeni kurbanlar, yeni pilavlar…
Öğleye doğru sofralar kuruluyor. Ağırlıklı olarak erkeklerin ve çocukların oluşturduğu kalabalık yere serilen hasırların üzerine üşüşüyor. Cemaatin ileri gelenleri sofranın en başında, ilk tepsiler onlara sunuluyor. İnsan öbeklerinin arasına yerleştirilen tepsilerin üzerinde pilavlar, pilavların üstünde etler… Taslara ayranlar boşalıyor. Hazırlıktaki heyecan, yerini yeme coşkusuna bırakıyor. Yemekten çok bir cenk havası…. Etler… Eller… Etler… Eller… Cemaat bizim ekibi de ihmal etmiyor, sürekli ekibi sofraya davet ediyor, yufkalara sarılan etleri uzatıyor. Ekiptekilerin çoğu “Sağ olun”, “Teşekkür ederiz”, “Sağ olun, aç değiliz” nidalarıyla teklifleri geri çeviriyor. Aslında hepimizin karnı zil çalıyor! Çal pazarından aldıklarımızla yaptığımız kahvaltının üzerinden 7-8 saat geçmiş durumda. Ben ve kameramanlardan biri bize uzatılan dürümü geri çevirmiyoruz. Asistanlar gözünü dikmiş, bizim dürümü yiyip yemeyeceğimize bakıyor. Umurumuzda bile değiller! Hem yiyor hem çekiyoruz. Ritüelin kaymağından bize de düşüyor!
Ne gördüysek çekerken bir süre sonra bir kameranın aküsünün şarjı bitti. Öğrencilerimizden biri şarjlı aküleri getirmek için minibüse doğru koşturdu. Bu süre içinde çekim yapamadığımız için kendimizi suçlu ve eksik kalmış hissediyoruz. Aküyü beklerken kameramanla birlikte birer dürüm daha yiyoruz… Öğrenci nefes nefese yanımıza geliyor:
– Hocam, minibüs yok!
– Nasıl? Nerede?
Boş bakışlar… Minibüs mü yok? Nereye gitmiş? Farkediyoruz ki asistanlar da yok. “Cenk yeri”ni terk etmişler…
Tören devam ediyor, biz çekemiyoruz… Suçluluk duygusu katmerleniyor. Çatlamak üzereyim ama patlamamam gerekiyor. Bekliyoruz…
Yaklaşık bir saat sonra minibüs ufukta görünüyor. Sinirle koşturuyorum minibüsün yanına. İçinden iki asistan iniyor; ellerinde birer bisküvi paketi:
– Çok acıkmıştık..
Sesleri ve yüzlerindeki ifadeler o kadar masum ki…
Bisküvi paketlerine bakıyorum, kaymaklı!
Ritüel bizim için tamamlanıyor.
Kurbanlar için de…
(1) Marshall, Gordon (1999) Sosyoloji Sözlüğü, Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara.