Pelerinle Gömülen Adam: Bela Lugosi’nin Trajik Efsanesi

0
64

“Artık korku filmleri kesinlikle gözden düştü ve benim başka bir şey yapmam gerekiyor. Hollywood beni bir korku oyuncusu olarak kalıpladığı için, -Tovarich oyunundaki- Gorotchenko gibi zengin bir rolü almış olmaktan inanılmaz derecede memnunum. Bu dramatik bir rol ve ben, Dracula  duyulmadan önce de bu tür dramatik roller oynadım.”

Bela Lugosi

16 Ağustos Bela Lugosi’nin ölüm yıl dönümüydü. Kaç zamandır Lugosi üzerine bir metin yazmak istiyordum ama derdim bir portre yazısı yazmak değil – dünyada müritleri olan böyle bir ikonun garip ve trajik kariyerine dahası onun ölene dek süren yabancılığına bakmak.

Dracula denince akla ilk gelen bu ikonik adamın oldukça trajik bir hayatı oldu. Lugosi yıllarca kronik bel ağrıları çekti. 1930’ların sonlarında bu ağrıları için morfin ve metadon kullanmaya başladı ve zamanla bağımlı hale geldi. 1955’te kendi isteğiyle tedavi için Los Angeles’taki bir bağımlılık kliniğine yattı zaten bir yıl sonra da sessiz sedasız öldü. Son dönemlerinde beş parasızdı, bu dönem ona yaşama motivasyonu veren en önemli destek  B Filmlerin unutulmaz adamı Ed Wood’un ona teklif ettiği ilginç roller oldu.

Lugosi’nin hikayesi aslında Amerika’ya göç etmiş bir yabancının hikayesi. Macaristan’da tiyatro sahnelerinde yetişmiş bir oyuncu ama aynı zamanda cephe görmüş bir askerdi. Gençliğinde Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ordusunda görev yaptı. 1914’te savaş başladığında, piyade alayında asker olarak cepheye gönderildi. Lugosi, Rus cephesinde savaştı ve burada ciddi şekilde yaralandı; bu yüzden uzun süre hastanede tedavi gördü. 1916’da sağlık sorunları nedeniyle ordudan terhis edildi.  Sonraki yıllarda kronikleşen sağlık problemlerinin kökeni de büyük ölçüde savaş yıllarının ağır mirası. Öte yandan Macaristan’da oldukça politik bir figür olarak Komünist Parti’yi destekledi. Özgür Tiyatro Çalışanları Örgütü’nün kurulmasına yardım etti; bu örgüt daha sonra Ulusal Oyuncular Sendikası’na dönüştü. Bu, dünyada sinema oyuncuları için kurulan ilk sendika oldu. Birinci Dünya Savaşı bitince Avrupa’dan ayrılarak Amerika’ya göç etti. İngilizceyi geç yaşta öğrendiği için – Doğu Avrupa aksanı onun hem en büyük laneti hem de bir açıdan şansı oldu.

Nosferatu yazımda biraz bahsetmiştim; Nosferatu’nun Avrupa’da mahkemelik olması ama buna rağmen uluslararası bir fenomene dönüşmesi önce Broadway’in sonra Hollywood’un Dracula’ya olan ilgisini arttırdı. Dracula’nın Broadway prömiyeri 1927’de New York’taki Fulton Theatre’da yapıldı. Lugosi, o sırada Amerika’da göçmen bir aktör olarak ufak ve etkisiz sahne işlerinde yer alıyordu. Yapımcılar, egzotik görünümü ve ağır Macar aksanı sayesinde rol için uygun olduğunu düşündüler ve Lugosi için talih döndü. Lugosi, Dracula’nın ilk tasviri olan korkunç ve yaratık görünümlü Nosferatu’nun aksine kontu aristokratik, zarif ve hipnotik bir kimliğe büründürdü; Dracula’yı soylu vampir imajına kavuşturan Lugosi oldu. Sonrası malum Universal Film Stüdyoları Tod Browning’e 1931 yılında 342.000 dolar gibi dev bir bütçeyi emanet edip, Bela Lugosili Dracula’yı çekti.

Lugosi, aynı dönem Universal’in bir başka canavar starı Boris Karloff gibi uluslararası bir şöhrete döndü. İlginç ama Karloff’un oynadığı ikonik Frankenstein canavarı için ilk teklif Lugosi’ye gitmişti. Lugosi durumu şöyle anlatıyor: “İlk Frankenstein filminde canavarı oynamam için bana teklif gelmişti ama ben reddettim. O ağır makyajı ve maskeyi takmak istemedim. Bunun üzerine rolün arkadaşım Boris Karloff’a verilmesini ben önerdim”. Karloff’un Frankenstein sonrası kariyeri daima ivme kazanarak yükselmiştir. Sadece sinemada değil İkinci Dünya Savaşı sonrası Amerikan Popüler Kültürünün tüm alanlarında Karloff hala aranan ve ilgi gören bir isim olmuştur. 1950’lerden itibaren televizyonun yükselişiyle birlikte Karloff, ekranın da tanınan yüzü oldu. 1966’da Dr. Seuss’un How the Grinch Stole Christmas adlı televizyon animasyonunda hem anlatıcı hem de Grinch’in sesi olarak unutulmaz bir performans sergiledi. Karloff’un kendine özgü sesi, plak kayıtlarında da değerlendirildi. Çocuk masalları, gotik hikâyeler ve korku temalı albümler okudu. Gold Key Comics tarafından 1962’den 1980’e kadar yayımlanan korku serisinde Karloff hem kapaklarda hem de sayfalarda bir tür anlatıcı figürü olarak yer aldı. 1967’de stop-motion kukla filmi Mad Monster Party ile yeni nesiller de klasik Karloff canavarını yine Karloff’un katkısıyla tanımış oldu – bu TV Show’u oldukça önemlidir çünkü Tim Burton gibi gotik-korku geleneğini devam ettiren isimler için oldukça önemli bir ilham kaynağıdır.

Lugosi’ye dönecek olursak; Dracula ile 1931’de gelen büyük çıkışı, ne yazık ki onu Hollywood’da kalıcı bir yıldızlığa taşımadı; aksine sonraki kariyeri çoğunlukla tür klişelerine hapsoldu.  Dracula’dan tam bir yıl sonra iki önemli örnek var. İlki Victor Halperin’in White Zombie filmi, bu film sinema tarihinde yapılmış ilk uzun metrajlı zombi filmi ve Karayipler’de geçen hikâyede Lugosi’nin büyücü karakteri, ölüleri kontrol ederek onları köleleştiren bir nekromancer rolünde. Dracula’ya göre zayıf bir rol olsa da Lugosi filmde başrollerden birini oynuyor. Ancak aynı yıl çıkan H.G. Wells’in kült romanından uyarlanan Island of Lost Souls’da Dr. Moreau’nun deneylerinden doğan Sayer of the Law adlı tekinsiz, hayvan-insan karışımı bir yaratığı oynadı- bu rol Lugosi’nin dehşet verici bakışlarıyla dikkat çekse de, filmde ağır makyaj altında neredeyse tanınmaz haldeydi ve başrole değil, figüratif bir korku unsuruna indirgenmişti – afiş ve jenerikte de adı ikinci derecede yer aldı. Dracula gibi gişede kıyamet koparmamış bu iki filmden hemen sonra kariyeri yavaş yavaş küçük stüdyo filmlerine doğru kaydı. Bu durum, onun Hollywood’da yabancı aksanlı korku aktörü kimliğine sıkışmasının erken bir göstergesiydi. 1940’lara gelindiğinde ise Lugosi giderek daha da düşük bütçeli filmlerde görünmeye başladı. 1943’te sinemada pek ilgi görmeyen The Ape Man bunun en bilinen örneklerinden biri: bilim uğruna maymuna dönüşen bir adamı oynadığı bu film, dönemin ucuz korku furyasının orta ölçekte bir örneği ve Lugosi’nin trajik kariyer seyrinin de son evresi. Dracula’yla sinema tarihinde ölümsüzleşen Lugosi, sonraki yıllarda çoğunlukla ağır makyaj ardına gizlenmiş, ikinci sınıf yapımlara mahkûm edilmiş oldu. Ardından gelen The Return of the Ape Man (1944), Voodoo Man (1944), The Invisible Ghost (1941) gibi vasat işler geçim için mecburen oynadığı filmlerdi. 1948’de Abbott and Costello’nun korku-komedi serilerinde de yer aldı; Abbott and Costello Meet Frankenstein (1948) filminde bir kez daha Dracula rolüne döndü ancak bu kez yarattığı ikonik vampirin parodisini oynamak zorunda kaldı.

Bela Lugosi’nin Ed Wood ile yollarının kesiştiği 1950’ler, hem düşüşünün, hem de kült statüsünün temellerinin atıldığı yıllardır. Hollywood’un unutup sırt çevirdiği Lugosi’ye, düşük bütçeli yapımlara tapan Ed Wood hayrandı. Öyle ki ikili kısa sürede dost oldu. Lugosi, Glen or Glenda? (1953) filminde kısa ama çarpıcı bir rolle yeniden seyirci karşısına çıktı; ardından Bride of the Monster (1955) ile başrole taşındı. Bu filmler teknik olarak yetersizdi ama Lugosi’yi yeniden yüceltti. Ne var ki, bu yıllarda onun kişisel durumu son derece kötüydü: morfin bağımlılığı had safhaya çıkmıştı ve ağır geçim sıkıntısıyla boğuşuyordu. Lugosi’nin son kamera önü çalışmaları arasında Plan 9 from Outer Space (1959) için çekilmiş kısa sahneler yer alıyor ancak filmin çekimleri sırasında öldüğü için bu görüntüler filme sonradan montajlandı. Bu filmin bir başka özelliği de ustanın son görüntülerinde orijinal Dracula filminde giydiği pelerin ile görünmesi.  Ed Wood, Lugosi’yle 1956’da birkaç deneme çekimi yapmıştı. Bu sahnelerde Lugosi’nin üzerinde Dracula filminden beri sakladığı, ünlü siyah pelerini vardı. Ancak bu görüntüler bağımsız, senaryosuz, kısa kırıntılardan ibaretti: Lugosi peleriniyle mezarlığa giriyor, ellerini yüzüne kapatıyor, evin kapısında beliriyordu. Usta bu çekimlerden kısa süre sonra öldüğü için, Ed Wood bu çekimleri atmak yerine yeni filmine yedirdi. Plan 9 from Outer Space, Lugosi’nin ölmeden önceki son görüntülerini barındırdığı ve 25 yıl sonra yine orijinal Dracula kostümü ile görüldüğü için oldukça önemlidir.

Yukarıda dediğim gibi, Lugosi’nin hikayesi aslında Amerika’ya göç etmiş bir yabancının hikayesidir. Avrupa’dan göç etmiş, aksanı hiçbir zaman kaybolmamış bir aktör olarak Hollywood’da yabancı damgasını ölene kadar taşıdı ve bu damga, onun mesleki kaderini talihsi bir biçimde belirledi: egzotik, tehditkâr ya da tekinsiz roller dışında kendine sinemada gerçek anlamda bir yer bulamadı. 1930’larda Amerika’da Büyük Buhran’ın getirdiği ekonomik sıkıntılar ve artan işsizlik, göçmenlere yönelik zenofobiyi körüklerken, Lugosi gibi figürler hem büyüleyici bir egzotizm hem de tehlikeli bir öteki olarak görülüyordu. Bu noktada, Bram Stoker’ın romanındaki Dracula’yı kuran sosyo-kültürel bilinçdışı ile de Lugosi arasındaki ilginç eşleşmeden bahsedebiliriz.

Bram Stoker’ın Dracula romanında vampir figürü, Viktorya dönemi İngiliz toplumunda derinleşen yabancı korkusunun güçlü bir alegorisidir (ki bu korkunun altında Sanayi Devrimi, ortaya yeni çıkan proletarya ve eski sınıflar arasındaki çatışma ve İngiliz Sömürgelerindeki yabancıların İngiltere’ye gelişi gibi çok farklı dinamikler var). Kont Dracula, Doğu Avrupa’nın karanlık ve geri kalmış olarak tahayyül edilen topraklarından gelir, Londra’ya adım atar ve burada bir malikâne satın alır. Bu, yalnızca bir mekân değişikliği değil, aynı zamanda İngiliz toplumunun içine sızan ötekinin sembolik işgalidir. Dracula, aristokratik görgüsü ve dışarıdan gelen cazibesiyle başta merak uyandırır, fakat kısa sürede yabancının tehlikeli, bozucu, hatta bulaşıcı (vampir alegorisi) etkisinin cisimleşmesine dönüşür. Onun mülk edinmesi, sadece ekonomik bir alışveriş değil, aynı zamanda yerli olanın güvenliğini tehdit eden bir kültürel işgalin temsiline dönüşür – neticede sıradan bir İngiliz’in alamayacağı pahalı bir mülkün tapusu bir yabancıya ait olur. Bela Lugosi’nin Dracula’ya hayat verişi, romanın bu yabancı-öteki temasını Büyük Buhran dönemi Amerika’sına taşımıştır. Hollywood, Macaristan’dan göç etmiş, ağır aksanlı, belirgin şekilde farklı bir figürü Dracula rolüne yerleştirerek öykünün merkezindeki yabancılık imgesini somutlaştırmıştır. Lugosi, Broadway sahnesinden beyaz perdeye taşındığında, aslında hem karakter hem de aktör düzeyinde bir dışarıdan gelendi -hariciydi. Büyük Buhran’ın ekonomik kaygılarla sarsılmış, göçmenlere şüphe ve nefretle yaklaşan Amerikan toplumunda onun Dracula’sı, sadece gotik bir canavarı değil, aynı zamanda yabancı olanın cazibesi ve tehdidini somutlaştırdı. Böylece Stoker’ın Londra’daki vampir istilası, Lugosi’nin Hollywood’daki Dracula’sıyla Amerikan toplumunun yabancıya dair kaygılarının bir yansımasına dönüştü.

Bu yabancılaştırma, sadece sinema sektöründe değil, Amerika’da toplumsal algıda da derindi. İkinci  Dünya Savaşı’na giden süreçte, Amerika’da yükselen milliyetçilik ve Avrupa’dan gelen siyasi tartışmalar göçmen kimlikleri daha da sorunlu hale getirdi. Lugosi’nin, bir yandan Nazi karşıtı açıklamalar yaparken bir yandan da kendini Amerikalı bir sanatçı olarak kabul ettirme çabası, bu gerilimin kişisel düzeydeki tezahürüdür. Swamp’taki Anti-Fascist Role Models: Bela Lugosi -Immortal Vampire, Union Leader, Enemy of Fascists- isimli makalesinde Neil Litherland’in altını çizdiği gibi; “Avrupa’da yükselen faşizm başka bir şeydi; Lugosi bu konuda da alarm çanlarını çaldı. Kendine kurduğu platformu kullanarak Naziler tarafından kontrol edilen Macaristan’daki kukla hükümeti kınadı ve Nazizmin tüm dünyadan silinmesi gerektiğini söyledi. ABD’nin mültecilere, özellikle de ölüm ve yıkımdan kaçan Macar Yahudi mültecilere kapılarını açmasını talep etti.”

Bela Lugosi’nin hayatı, Dracula’nın gölgesiyle birleşti ve bu gölge onu ölümsüz kıldı. Ed Wood’un filminde son kez Dracula peleriniyle kameraların karşısına çıkması ve ardından vasiyeti üzerine aynı pelerinle toprağa verilmesi, sanatçının kaderiyle yarattığı karakterin nasıl ayrılmaz biçimde birleştiğini gösteriyor.Trajik olansa bugün oyuncak endüstrisinden koleksiyon alemine Universal’in, Bela Lugosi’nin Draculası üzerinden kazandığı paranın cüzzi bir miktarını hayattayken Lugosi’nin kazanamamış olmasıdır. Yazıyı Lugosi’nin Ocak 1932’de Silver Screen’e verdiği röportajındaki şu sözleriyle kapatalım:

‘Makyaj, sadece makyaj’…‘Ama bana yazan bazı insanlar buna asla inanmazdı. Belki de benim tırnaklarımı kısa tutmayı sevdiğimi bilmek istemezlerdi. Vücudumda çift eklem olmadığını… Makyajsız gözlerimin onlarınkinden daha gizemli olmadığını… Şeker de tereyağı da kullanmadığımı ve yılın her günü mutlaka yaptığım bir egzersiz programım olduğunu öğrenmek hoşlarına gitmezdi.’

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz