İp

0
192

Temelde antikomünizmin varyantlarından biri olan Nazizm’in dünyayı kan gölüne çevirdiği 2. Dünya Savaşı geride kalmış, Hitler’in orduları yenilmiş, çift kutuplu bir dünya yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlamıştır. Yıl 1948 ve Alfred Hitchcock ilk renkli filmini çeker: İp (Rope). Filmi izlemeyenler için baştan söyleyeyim: Buradan itibaren filmle ilgili korkunç miktarda spoiler verilecektir! İki parlak genç (Brandon ve Philip), kendileri kadar parlak, güçlü, değerli ve önemli olmadığını ve bu sebeple yaşamasının da bir anlam ifade etmediğini düşündükleri bir arkadaşlarını (David) bir ip marifetiyle boğduktan sonra cesedi bir sandığın içine koyup akşam verecekleri bir davette o sandığı bir çeşit sunum masası olarak kullanmaya karar verirler. Maktulün annesi, babası ve sevgilisi de davetin konukları arasındadır ve katillerden özellikle biri (Brandon) bu durumdan büyük bir haz duymakta, işledikleri kusursuz cinayetin üstüne böyle bir seremoninin gerçekleşecek olmasını pastanın üzerindeki çilek gibi görmektedir. Davete katılacak olanlar cinayet mahallinde gülüp eğlenecek, içinde cesedin bulunduğu sandığın üzerinden aldıkları yiyecek ve içeceklerle gecenin tadını çıkaracaklardır. Brandon’a göre böylece hem cinayetin heyecanı artmış olacak hem de toplanan o kadar insanın aptallığıyla alay etme imkânı ortaya çıkacaktır. Brandon bu partiye eski öğretmenleri ve cinayeti işlemelerini haklı görmelerine sebep olan birtakım felsefî düşünceleri kendileriyle paylaşmış olan Rupert’ı da davet eder. Brandon’a göre işledikleri cinayeti partiye katılanlar arasında fark edebilecek kadar zeki tek konuk Rupert olacak ve eğer onu da kandırmayı başarırlarsa gerçekten de kusursuz cinayeti işlemiş olarak kendileriyle, cesaretleriyle ve özellikle de zekâlarıyla gurur duyabileceklerdir. Filmin bir yerinde Brandon, David’in babasına oğlunu boğdukları ipe sardıkları birkaç kitap verir ve filme adını da veren ip, cinayet silahından alelade bir nesneye dönüşmesiyle simgesel bir değer kazanır. Ceset aslında salonun tam ortasındayken, cinayet silahı maktulün babasının ellerindeyken katiller hariç herkes cinayetten habersiz bir şekilde farklı konularda çeşitli konuşmalara dalar, Rupert hariç. Devamını merak edenlere bu klasik filmi tavsiye ederim naçizane.

İp/ Rope – Alfred Hitchcock

Son birkaç haftada yaşadıklarımızla beraber ülkemizin yakın tarihini bu filmde yaşananlarla karşılaştırıyorum: Ortada yine bir ceset, yine suç aletleri ve yine bir çeşit şov var; ama tabii ki çok fazla da farklılık var. Bizim hikâyemizde katiller cesedi saklamak bir yana, sandığa falan da ihtiyaç duymadan direkt cesedin kendisini bir çeşit sunum masası hâline getirmişler. Cinayet aleti ya da aletleri alelade birer nesneye dönüştürülmeden, cinayet aleti oldukları da üstüne basa basa söylenerek elimize tutuşturuluyor, gözümüze sokuluyor. Katiller, haklı ya da haksız, yine zekâlarıyla övünüyorlar bir şekilde, ama daha çok övündükleri ve vurguladıkları husussa güçleri. Yüksek yerlerde bağlantısı, silahlı külahlı çeteleri, cürüm işlemek amacıyla kurulmuş uluslararası örgütleri, ipleri, sandıkları olmayan biz sıradan fanileri tıpkı Brandon ve Philip’in David’e yaklaşımları gibi güçsüz, değersiz ve önemsiz gören katiller, cinayetin tanığı olan bizleri bu defa sadece kandırmaya çalışmıyor, aynı zamanda potansiyel maktul olduğumuzu da vurguluyorlar. Bizim hikâyemizde katillerin amacı büyük bir zekâyla planlanmış kusursuz bir cinayet işleyerek bundan kendilerince felsefî bir haz almak değil, açık açık öldürüp korku salarak kafalarına göre at oynatmak. Galiba Hitchcock’un anlattığı hikâyeyle bizim hikâyemizi karşılaştırmak birazcık da olsa haksızlık oldu. Çok affedersiniz ama bizim hikâyemiz bildiğin boktan bir hikâye, en fazla üçüncü sınıf bir tv filmi ayarında; ama maalesef gerçek. 

Katillerin neşe içinde yiyip içtikleri, kendi aralarında zaman zaman dalaşsalar bile önünde sonunda yine kendilerinden birinin hakim konumda kalacağına emin oldukları, sıradan insanları ise artık seyirci olarak bile görmedikleri bu partiye daha ne kadar dayanacağımız ya da daha doğrusu dayanıp dayanamayacağımız; eğer bir yerde yeter artık diyeceksek bunun sonuçlarının ne olacağı da bizim hikâyemizin sonunu belirleyecek. Sinema filmleri ve aslında tahkiyeye dayalı tüm türler kuruluş, yüzleşme ve çözülme bölümlerinden oluşur ve son iki bölümün arasında filmin, anlatının en heyecanlı yeri, olayların nasıl bağlanacağına ilişkin kilit konumda olan climax, yani zirve vardır. Bizim hikâyemizde climax’i gördük mü henüz bilmiyorum, filmin sonu ne olacak onu hiç bilmiyorum; ama biz yukarıda anlattığım partinin sessiz seyircileri olarak kaldığımız sürece filmin sonu hiç iyi bitmeyecek, ona eminim. Sinema ne güzel bir şey değil mi? Boş zamanlarda falan…