Geçtiğimiz yıl Sami Hazinses’le 2003 yılında yapılmış röportaja ulaşmıştım. Nedense o link artık yok ama bu röportaja atıf yapan Gazete Duvar’daki Süleyman Çeliker’in yazısına göz atabilirsiniz. Orada önce Ermeni olduğunu reddediyor sonra da “ben öldükten sonra yaz, sempati azalıyor” diyor. Bizim bildiğimiz adıyla Sami Hazinses, gerçek adıyla Samuel Uluç’un hikayesi film setlerinin ışığı altında, milyonlarca izleyicinin nezaretinde yaşanmış bir yalnızlığı anlatıyor. Diyarbakırlıymış, erken yaşta İstanbul’a doğru, ismi dahil yanına hiçbir şeyini, hiç kimsesini almadan yollara düşmüş. Kimi Lübnan’a kimi öteki dünyaya erkenden göçtüğü için çekirdek ailesini hiç görmeden yaşamış, ölmüş.
Röportajı yapan kişinin şu satırlarını not almışım: “23 Ağustos 2002’de vefat ettiğinde cenazesine gidemezdim, son uykusuna Kadıköy Surp Takavor Kilisesi‘nden gittiğini internet gazetelerinden öğrendim. Belki bir gün onu yine ziyaret edebilirim. Ve derim ki: Aramızdayken Ermeniliğini gizlemeni hak etmiştik biz, çok haklıydın, dediğin gibi oldu, Ermeniliğin öğrenildiğinde kimilerinin nezdinde eski sempatin kalmadı, ‘Niye ‘Sami Baba’nın cenazesiymiş diyorsun, Ermeni’ymiş o? ‘ diyenler olmuş sen buraya, Hasanpaşa Ermeni Mezarlığı’na gelirken.”
Saklamak Koşuluyla…
Belli ki Sami Hazinses’in tek ailesi bizdik ama bir şartımız vardı Ermeni olduğunu saklayacaktı. Modern Türkiye tarihinde devlet destekli faşistlerce katledilen Hırant Dink’e kadar da Ermeni olmak öyle yüksek sesle söylenen açıkça, rahatlıkla taşınan bir kimlik değildi. Ekseriyeti Türk Hanefi Müslümanlar olarak farkında mıydık, bu hem göz önünde olma hem de saklanma halinden? Elbette farkındaydık, umursamıyorduk. Öyle ya biz onların soyunu kırmamış, Anadolu topraklarındaki ekonomik ve kültürel miraslarına çökmemiştik ama onlar bize ihanet etmiş, çeteleri bazılarımızı öldürmüşlerdi. Bizi soykırımcılıkla suçlayıp toprak kazanmaya çalışıyorlardı. Müesses nizamla toplumun ezici çoğunluğu bu iddialar ekseninde milli birlik ve beraberliğimizi tesis etmiştik.
Her nasılsa Anadolu’da hala tek tük yaşayan Ermeniler, Rumlar vardı, misal benim çocukluğumun İğneci Eleni’si, o da yapayalnız yaşadı. Bizim için öncesi yoktu ki sonrası olsun. Onun yaşında herkesin adının sonuna teyze, hanım eklenirdi ona sadece “Eleni” denirdi, “İğneci Eleni”. Sami Hazinses’in yalnızlığı bana Eleni’yi hatırlattı, yaz kış ayağından çıkarmadığı simsiyah diz altı çorapları, İskenderun kazan, o kepçe tüm gün bir iğneden diğerine yürüyen, hep yalnız yürüyen Eleni.
Tuhaf değil mi biri Anadolu’nun bir kasabasında bir minicik bir kadın, diğeri devasa beyaz perdede bilinen bir aktör her ikisi de vatanlarında, kadim topraklarında yalnızlığa terk edildiler.
Sormadıklarımız, sorgulamadıklarımız…
Memleketin ırmağının, ağacının, kurdunun kuşunun bildiğini birbirimizden sakladık, hala da saklamaya devam ediyoruz. Kimi dedeler nineler Ermenilerin katledilişlerinden söz açtığında lafı ağızlarına tıkadık. Sormadık ne oldu, sen bu evi barkı tarlayı nasıl aldın, ölürken haç çıkaran büyükanne niye son günlerinde hiç bilmediğimiz bir dilden konuşmaya başladı, sorgulamadık.
Ah keşke anlayabilseydik yüzlerce yıldır birlikte yaşayanları birbirine kırdıran, nice kadim komşulukları bir hançer darbesi ile koparan, yok eden ümmetçi milliyetçiliğe kurban olmuş hayatlar içinde hâkim kalabalıklarınki de var.
Ermeni tehciri/soykırımı/katliamı artık ne diyorsanız, ittihatçıların Anadolu’dan daha fazla vatan bildikleri Balkan’ların kaybının acısını çıkardıkları, bir başka kopuşa müsaade etmemek üzere memleketi dümdüz Türkleştirme stratejilerinin parçasıydı. Barış Ünlü’nün o enfes kitabında anlatılan Türklük sözleşmesi imzalanmıştı bir kez. Bu topraklarda binlerce yıllık geçmişi bulunan, mimariden müziğe, sahne sanatlarından yemeklere, meyine meyhanelerine kadar Anadolu’nun, Trakya’nın, İstanbul’un DNA’sına işlemiş Ermenileri nasıl söküp atacaklardı? Bilfiil söküp atarak…
Kalanlar kimlikleriyle derin bir sessizlik ve tedirginlikle kaldılar ta ki aslan yürekli Hrant Dink’e kadar…Hrant Dink ismine, kimliğine, kültürüne, memleketine, tarihine sonuna kadar sahip çıktı, bununla yetinmedi bu fikri bu mücadeleyi hayatının her alanına taşıdı. Onun Türklüğe hakaret ettiğini iddia edenler de bunun doğru olmadığını biliyorlardı. Onu kendi kimliğine sahip çıktığı, memleketi Anadolu’ya aşkla bağlı olduğu için öldürdüler. Eline geçen tüm “göç” fırsatlarını yine elinin tersiyle itip memleketinde kalmaya ve savaşmaya devam ettiği için katlettiler. Bir zamanlar Osmanlı meclisinde partileri, ülkeye dair sözü olan Ermenilerin entelijansiyasını ateşlediği, Ermeni cemaatini yeniden görünür kıldığı için vurdular. Gazetesi, yayınevi, yazıları, söyleşileri, bitmek bilmeyen enerjisi ile dolaplardaki iskeletler ortaya çıksın, gerçeklerle yüzleşilsin istediği için aramızdan çekip aldılar.
Susması gerekiyordu, bu imkânsız aşkın kahramanı yok edilmeliydi. Oysa aşk öykülerini öldüremezsiniz, böyle insanların soyunu kıramaz, isimlerini unutturamazsınız. Öyle de oldu, Hrant vicdanı, adalet duygusu, aklı olan herkesin kardeşi, ağabeyi, canı ciğeri oldu. Onu tanımayanlar tanıdı, okumayanlar okudu, ekranda görmeyenler Youtube dan mülakatlarını izledi. Onun barış çığlığı torunları yaşında gençlere ulaştı. Katiller katillikleri ile kalırken Hrant kalbimize cesur yürekli bir kahraman olarak yerleşti.
Sevgili Hrant, sen gittin gideli yüzümüz şöyle esaslı, gölgesiz hiç gülmedi, ne seni ne kocaman kahkahalarını, güzelim hikayelerini unutmadık, o çok sevdiğin memleketinin toprağında huzur içinde yat bu ülkenin güzel evladı…